http://varolusvebilgi.blogspot.com.tr/ adresinde, "Varoluş ve Bilgi" adlı kitabın sadece "ansiklopedik bir derleme" niteliğinde olan ilk 3 bölümü yer aldı.
Asıl önemli noktalara işaret eden "Onto-Episemolojik Sonat"ımızın, bu dördüncü bölümünde bulunan ve tüm kitap içinde en çok değer taşıyan bazı konu ve hususlar ise, ancak tam ve iyi "teşekküllü, uyumlu, planlı, vb" ekip çalışmalarıyla yazılabilecekleri için, henüz sadece sizlerin görüş ve değerlendirmelerinize sunulmak amacıyla kaleme alınmışlardır.
En İçten Selam, Sevgi Ve Saygılarımla
Dr. Fuat Bozer
Gnosiyoloji: “Bilgi, Bilinen ve Bilen” Felsefesi
Önceki
bölümde, bilimsel verilerin ortaya koymuş olduğu “evren ve
insan” veya daha genel bir ifadeyle “varlık” modeli gözden
geçirildi. Bunun için, birbirlerinin “mantıksal
değili”
olan üçer temel önermeden oluşan iki
esas evren modeli tanımlandı
ve bunların bilimsel verilerle karşılaştırılması sonucu,
“teistik” modelin desteklendiği görüldü.
Bölümün
sonunda da; bilim felsefesi alanında ülkemizin yetkin
düşünürlerinden Prof. C. Yıldırım’ın "Mantık: Doğru
Düşünme Yöntemi" adlı kitabından, bu tür veriler
kullanılarak yapılan geçerli bir çıkarım örneğine yer
verilmek suretiyle, ulaşılan sonuç, konunun sayılı uzmanlarından
birine mantıksal açıdan teyit ettirilmiş oldu.
Kitabın
buraya kadarki kısımlarında, iki temel sistematik düşünme
biçimi olan felsefe ve bilim yoluyla “tüm
insanlık için çok büyük bir önem ve değer taşıyan temel
soruların”
ne oranda cevaplandırıldığı; yani, bu iki temel entelektüel
etkinlik aracılığıyla “insanın ve evrenin varoluş sırlarının
ne ölçüde aydınlatabildiği” ortaya konmaya çalışılmıştır.
Bu
bölümde ise, bilim ve felsefenin; tüm etki ve sonuçları
arasından, “varlık ve varoluş” ilgili temel sorulara yönelik
fonksiyon ve getirileri bakımından özel önem taşıyan hususlar
tekrar gözden geçirilirken, bilhassa bazı belirli noktalar mercek
altına alınacaktır. Bunun için önce, felsefenin, bu kitabın
üçüncü bölümünde yer alan bilimsel veriler aracılığıyla
ortaya konan “varlık ve varoluş” tablosuna nasıl bir katkı
sağlamış olduğu hususu incelenecektir.
Hangisi
Daha Yararlı ve Etkin: “Felsefe” mi, yoksa “Bilim” mi?
Felsefe
ve Fonksiyonu
Acaba
felsefe, gerçekte nedir? İngiliz yayın kuruluşu BBC vasıtasıyla,
İngiliz halkına felsefeyi tanıtmak ve sevdirmek amacıyla
hazırlanan (ve
konuşma metinleri daha sonra
kitaplaştırılan)
15 bölümlük bir televizyon dizisinin birinci programında, sunucu
B. Magee ile felsefe tarihçisi İ. Berlin, felsefeyi şöyle
tanımlamışlardı: "Felsefenin temel konuları, birçok yaygın
inancın temellerini analiz eden ilginç sorulardan oluşur.
İnsanlar, üzerlerine yaşama şekillerini bina ettikleri temel
varsayımların araştırılmasından genellikle rahatsızlık
duyarlar. Fakat, aslında sağduyuya dayanan birçok inancın
ana varsayımları, felsefi çözümlemenin alanına girer.
Filozoflar, bu ana varsayımları inceleyerek şahısları, dünya
görüşleri hakkında aydınlatırlar. Ancak ne yazık ki belirli
bir hayat tarzını bir kere benimsedikten sonra, insanlar, temel
varsayımlarını her şeye rağmen artık hiç değiştirmeden
sürdürme eğilimi gösterirler. Bu nedenle de kendilerine ‘Niçin
böyle yapıyorsunuz? Benimsediğiniz prensiplerin
doğruluğundan emin misiniz? Yaptığınız şeylerin,
inandığınızı öne sürdüğünüz prensiplerle çelişmediğini
söyleyebilir misiniz? Bu prensiplerin bir kısmının diğer bir
kısmıyla çeliştiğini size gösteren birisine içtenlikle
teşekkür edebilir misiniz? Bu tür durumlarda bazen gerçek
çözümü görmezlikten gelip, sorumluluğu devlete, topluma
veya ahlâk kurallarına havale ederek işin içinden
sıyrıldığınız olur mu? Halbuki toplumun bir parçası olarak,
sorunun üzerine gidip, çözümüne bizzat iştirak etmeniz
gerekmez mi?’
gibi soruların sorulması, insanların büyük bir çoğunluğunu
son derece öfkelendirir.
Fakat,
azınlıkta da kalsalar, dünya görüşlerinin temel
prensiplerini tahlil etmek isteyen bazı insanlara
rastlanabilmektedir. Bu gibi şahıslar, sürdürmekte oldukları
hayat tarzının gerçekten mükemmel olup, olamadığını,
benimsedikleri prensipleri daha iyileriyle değiştirmeye imkân
bulunup, bulunmadığını bilmek isterler. İşte onlara bu
imkânı, felsefe sağlayabilir. Felsefenin sahasına giren
soruların en belirgin niteliği; cevaplarının nereden, nasıl
bulunabileceğinin tarafımızdan kesin olarak bilinememesidir:
‘Adalet nedir? Her olay kendinden önceki olay tarafından mı
belirlenir? İnsan, niçin vardır? Mutluluk mu önemlidir, yoksa
mutluluğa götürmese bile, sosyal adalet mi, yoksa bilgi mi?’
Bu tür soruları şöyle sürdürebiliriz: ‘Gerçek, ne manâ
taşır? Gerçeği, hayalden nasıl ayırabiliriz? Bilgi nedir? Neler
biliyoruz? Bir şeyi kesin olarak bildiğimizden nasıl emin
olabiliriz?’
Bütün
bu soruları cevaplandırmak, gerçekten çok zordur ve bunlar,
felsefenin temel konularıdır. Bilimin, matematiğin ya da mantığın
sahasına giren sorulara uygun karşılıklar bulunması, nispeten
kolaydır. En azından bunların çözüm yolu bellidir. Meselâ,
insanoğlunun fiziksel veya biyolojik çevresini anlama ve denetleme
çabaları esnasında karşılaştığı problemlerin cevapları;
ölçme, gözlem veya deney yoluyla ‘dünyaya bakarak’
bulunabilir. Formel disiplinler olan matematik ve mantıkla
ilgili soruların cevapları da, sistemin aksiyomları ile
teoremlerini irtibatlandıran, iyi tarif edilmiş işlemler
aracılığıyla ortaya konabilir.
Ama
‘Hak nedir?’ gibi bir soru, ne dünyaya ne de aksiyomatik bir
sistemin birimleri arasındaki ilişkilere bakılarak
cevaplandırılabilir. İşte bu tür soruların karşılıklarını,
filozoflar araştırır. Felsefe akla gelebilen her türden
kavramları ve insanların muhtemel bütün faaliyetlerini
konu alabilen bir disiplindir.”1
Ülkemizde
hazırlanan bir ansiklopedide ise, felsefeden beklenen çok büyük
ve çok önemli görevlerden diğer bazıları da şöyle sıralanır:
"Felsefe, genel manâda, kâinatın tasviri, açıklanması ve
yorumlanmasında kullanılabilecek tümel kavramlara ulaşma
çabasıdır... Bilim nesnel olguları, deney ve gözlem
aracılığıyla analiz edilebilen konuları ele alır. Buna
karşılık felsefe, bilimden daha derin, daha geniş bir varlık
ve bilgi alanını incelediği için ondan çok daha geniş
kapsamlıdır. Felsefe, bilimi "mümkün kılar" ve ona
muhtaç olduğu akli kavramları ve ilkeleri hazırlar. Bunlar
olmaksızın bilimsel bilgi mümkün olamaz. Böylece felsefe bilimi
âdeta eğitir, yetiştirir. Ayrıca, felsefe bilimin sonuçlarını
tahlil eder; kaynağını, değerini, objektifliğini, sınırlarını,
teorilerini eleştirerek açıklar, yorumlar. Hatta istikamet
vererek bilimi tamamlar. Felsefe alanına giren konuların özel bir
önemi ve önceliği vardır. Yani felsefe, yüksek bir bilimdir."2
Felsefeden
beklenenler ana hatlarıyla bunlardır. Acaba bu büyük
beklentilere karşılık, felsefenin insanlığa gerçekte
verebildikleri nelerdir? Bu sorunun cevabını, yine daha önce
sözünü ettiğimiz “İngiliz halkına felsefeyi tanıtmak ve
sevdirmek” için hazırlanan BBC programında yer alan bir
“felsefi çözümleme” örneğinden öğrenelim: "....eğer
siz, ‘Hayatın manâsı nedir?’ diye bir soru sorarsanız
-lütfen bunu kaçamak yapmak için bir yol veya lâfazanlık
olarak kabul etmeyin-cevap olarak ‘-Manâ ile siz neyi kast
ediyorsunuz?’ sorusuyla karşılaşırsınız. Bence bu soru
‘Hayatın gayesi nedir?’ sorusuyla özdeştir. Genel olarak
nesnelerin bir gayesinin olup, olmadığının sorulması,
anlamsız bir sorudur. Eğer biz varlıklara birer gaye
atfedersek, onlar ancak o zaman birer gaye kazanmış olur.
Meselâ bir saatin, benim için, zamanı gösterdiği veya
duvarımı süslediği için, bir gayesi olabilir. Ama aynı saati
eğer başka biri alır da onu bir başka gaye için kullanırsa,
saatin gayesi değişmiş olur. Hele, eğer siz ‘Bir kayanın
gayesi nedir?’ veya ‘Bir yaprağın gayesi nedir?’ diye
sorarsanız, bu soruların cevabı belki de ‘Hiçbir şey,
onlar öylece orada duruyorlar!’ olacaktır. Siz onları
gayet net tanımlayabilir, onlarla ilgili bazı kanunları da
keşfedebilirsiniz. Ama yine de bu, onların birer gayeleri
olduğunu göstermez. Her şeyin birer gayesi olduğu önermesini
destekleyecek herhangi bir delil var mıdır? Her şeyin bir
gayesi olduğunu söylemek gerçekte anlamlı mıdır?
Eğer
‘her şeyin bir gayesi vardır’ diye düşünüyorsanız,
öncelikle şu soruya cevap vermeniz gerekir: ‘Siz, “gaye
kavramının” ne olduğunu iyi anladığınızdan emin misiniz?’
Bir gayeye sahip olmanın ne olduğunu ancak, ona ‘sahip
olmamanın’ manâsını anlayarak bilebilirsiniz. Eğer her şeyin
bir gayesi olması gerekseydi; gaye, o şeyin varlığının bir
parçası olur, gerek hayali gerekse gerçek olsun, o şey,
kendi gayesi olmadan kavranamazdı. Bu durumda ise karşınıza
‘Acaba bir şeyi diğerinden ayırmayan ‘gaye’ kavramının
bir anlamı veya kullanım imkânı olabilir mi?’ sorusu çıkar.
Diğer taraftan, eğer gaye, evrensel bir nitelik değilse, neyin
ona sahip olduğunu, neyin de olmadığını nasıl anlayabiliriz?
Bu, insanlık için çok önemli olan ve modern felsefi çözümlemeye
de ilginç bir örnek teşkil eden bir konudur."3
Ve
bu etkileyici (!) çözümleme teknikleriyle ortaya çıkan
sonuçlar, programa katılanlarca şöyle dile getirilir: "Felsefe
okumaya çalışan birçok kimseyi şaşırtan ve bezdiren husus,
felsefe yazılarının birçoğunun kelimeler ve cümleler
etrafında dönüp, durması oluyor. ...İki, üç bin yıldır
insanlık tarihinin en büyük dehaları bu gibi felsefe
meselelerle uğraştıkları hâlde, hâlâ genel olarak kabul
görebilecek çözümlere ulaşılamadı. Bu da bu tür soruların
niteliğinden ileri geliyor. Belki bu sorular hiçbir zaman
cevaplanamayacaktır, belki de aranan çözümü bu metotla elde
etmek imkânsızdır. ‘...-Felsefenin tamamı, Platon'un
şerhlerinden ibarettir!’ diyen sanıyorum, Whitehead idi. Bunu
söylemesinin sebebi, o tarihten beri filozofların uğraşa
geldikleri problemlerin hâlâ çözülmeden ortada duruyor
olmasıdır..."4
Meseleyi
objektif bir tarzda ve daha geniş bir perspektiften ele alan
Prof. C. Yıldırım da, "Bilim Felsefesi" adlı
kitabının, bilim-felsefe ilişkilerine ayırdığı bölümünde
şunları belirtir: "... Bilimin de felsefenin de amacı
dünyayı ve insan yaşantısını anlamaktır. Aralarındaki fark,
metot yönündendir. Bilim, olgulardan hareket eder ve ulaştığı
sonuçları da yine olgulara dönerek teyit etmeye çalışır.
Felsefe de, bir çeşit olgu demek olan insan yaşantısından
hareket eder. Fakat felsefede ulaşılan sonuçları
temellendirmede olgulara değil, akıl yürütmeye, hatta bazen
düpedüz metafizik spekülasyona başvurulur. Bilim, çevreyi
maniple etme imkânı veren bilgi üretme gücüne sahiptir. Oysa
felsefenin bu tür bilgi üretme gücü yoktur, amacı da aslında
bu değildir. Bu durumda karşımıza şöyle bir soru çıkmaktadır:
Felsefe devam edecek midir, edecekse fonksiyonu ne olacaktır?”5
Bu
soruların cevabını çağdaş bir filozofun felsefenin
değeri üzerine söylemiş olduğu şu sözlerde arayalım: "
Felsefe..., size ün veya servet elde etme ya da çalıştığınız
işte ilerleme imkânı sağlamaz. İnsanların övgüsünü
kazandırma veya diğer insanlarla ilişkilerinizde daha kibar ve
uyumlu olma hususunda da bir yararı olmaz: Felsefe okumakla soylu
bir hâl kazanacağınızı veya halkın ‘filozofça tavır’
dediği o çok aranan tavra sahip olabileceğinizi de ummayınız.
Ayrıca diş ağrısına katlanmada, yaşamın diğer
güçlüklerine göğüs germe gibi hususlarda da herhangi bir
kimseden hiçbir farkınız olmayacaktır... Filozoflar,
hayatlarını yoluna koymada herhangi bir kimseden daha başarılı
değillerdir. Felsefe, öğrencilerine ne kendilerini nasıl idare
edecekleri, ne de geleceği nasıl kestirecekleri hakkında özel
bir bilgi sağlamaz. Dünya çapında ünlü hiç bir filozof size
dostluk kurma, başkaları üzerinde etkili olma, aşağılık
duygunuzu yenme konusunda işinize yarayacak bir şey veremez.
Aynı şekilde felsefe, sizi ne beklenen herhangi bir
tehlikeden korur, ne yalnızlığınızı giderebilir, ne de
korkunuzu dağıtabilir veya çağdaş dünyanın giderek artan
kargaşasından kaçarak sığınabileceğiniz bir yer gösterebilir.
O hâlde felsefenin gereği nedir? En ehil felsefe profesörlerinin
yazıları bile okunması, anlaşılması zor ve üstelik bunların
herhangi bir pratik yararı da yok iken, acaba felsefi etkinliğe
ne gerek vardır? Bu sorunun tek cevabı şudur: Anlama
ihtiyacını tatmin etmek.
Felsefe, bütün insanlığı ilgilendiren sorularla, bunlara kesin
cevaplar bulmak için değil, sadece üzerlerinde düşünmek ve
tartışmak için ilgilenir."6
Çağdaş
düşünür A. F. Schumacher, felsefe hakkında daha da karamsardır:
"Birkaç yıl önce gerçekleştirdiğim bir Leningrad gezisi
esnasında, nerede olduğumu anlayabilmek için bir haritaya
bakmış, ancak işin içinden çıkamamıştım. Çevremde
birkaç tane çok büyük kilise görüyordum, ancak haritada
bunlardan eser yoktu. Sonunda bir rehber imdadıma yetişti:
‘Rusya’da biz kiliseleri haritalarda göstermeyiz.’, ‘-Ama
şurada bir tane işaretlenmiş’ diye harita üzerinde
gösterilmiş bir kiliseye parmağımı uzatınca, ‘Burası bir
müze olduğu için haritaya konmuştur. O, bizim yaşayan
(ibadete
açık) kilise diye adlandırdıklarımızdan değil. Biz, sadece
yaşayan kiliseleri göstermeyiz.’ O an anladım ki bu, bana
gözlerimin önünde açıkça seçebildiğim birçok şeyi
göstermeyen haritaların sunulduğu ilk durum değildi. Bütün
lise ve üniversite eğitimim süresince bana hayat ve bilgi
haritaları sunula geldi. Bunlar; üzerlerinde, varlığı apaçık
olan ve hayatıma yön vermemde çok önemli yerlere sahip olan
pek çok şeyden hiçbir iz taşımayan haritalardı. Aslında
şaşkınlığım çocukluk yıllarımdan beri hiç eksilmeden süre
gelmekteydi, ancak yanıma, bu durumu açıklığa kavuşturacak
hiçbir rehber de gelmemişti. İdrakimin sıhhatinden şüphe
etmeyi bırakıp da, haritaların doğruluğundan şüphe etmeye
başlayıncaya dek bu şaşkınlığım devam etti...
Gerçekte,
‘müzeler’ bir yana; aşağıdan yukarıya ve soldan sağa
mevcut bütün haritalar ‘faydacı’ renk ve desenlerden ibaret
olup, bunlarda insanların daha rahat yaşamasına ve para
kazanmasına vesile olmayan şeylerin yerleri hemen daima boş
bırakılmıştır. Oysa günümüz insanının doğru yolu
bulabilmesi için her bakımdan eksiksiz ve iyi tasvir edilmiş
düşünce haritalarına ihtiyacı vardır. Felsefecilerin bu tür
haritalar hazırlamakla iştigal ettikleri söylenir. Düşünce
haritaları yapma, yüksek derecede soyutlamalar kullanılarak
gerçekleştirilen zor bir sanattır. Tıpkı bir dünya atlasının
coğrafya biliminin tamamı sayılamayacağı gibi, fikir haritası
yapma yani eşya ve hadiseleri tanımlama ve işaretleme de
felsefenin yegâne faaliyeti değildir... Ayrıca modern çağın
filozofları, nadiren gerçekçi harita
yapıcılar
oldular. Oysa geleneksel
hikmet ve
bilgelik,
faydacı ve basit-hesapçı felsefeyi aşmakta; bizlere iyiyi,
güzeli, hayırlıyı; kısaca bütün yüksek melekelerimizi
geliştirmek suretiyle hakiki insanlar olma yolunu göstermekte
idi. Bu niteliklere sahip olmaksızın ve kendimizi gerçek
manâda kavramaksızın, hayvanlar aleminden ayrı bir insanlık
tasavvur edilemez. ‘İyi nedir?’ sorusu,
“Darwinci-Faydacı” bakış açısıyla ‘en fazla yaratığa
en fazla menfaat sağlayan şey’ olarak cevaplanarak; fazilet,
çıkarcılığa indirgenmiştir. Ama ne var ki günümüzde batı
insanı, çok bol para kazanmasına ve olabildiğince rahat
yaşamasına rağmen yine de ‘İyilik nedir, kötülük nedir,
hayatımı değerli kılmak için ne yapmalıyım?’ türünden
soruları bütün benliğiyle kendine sorup, bunlara tatmin edici
karşılıklar bulma arzusunu sürdürmektedir... Bu tür soruları
felsefe profesörlerine yönelten kişiler ‘bir görüşler ve
beyanlar sağanağı’ altında boğulsa da zırnık kadar dahi
bilgi edinemezler. Bunun sebebi şudur: Günümüz filozofları,
insan hayatının amacına dair bir ön aydınlatma olmaksızın
ahlâk alanında akıl yürütmeye koyulurlar. Bir ‘maksatlar
sistemi’ kabul edilmeksizin neyin iyi, neyin de kötü olduğuna
karar vermek asla mümkün olamaz. Oysa günümüz
felsefesinde kâinatın ve insanın varoluş gayesini sormak
‘natüralistik yanılgı’ olarak nitelenir. Hiçbir aklı
başında insan, felsefe denen böyle temelsiz bir düşünce
sisteminin ürettiği cevaplarla tatmin olamaz. Eğer birileri bir
şeye iyi ya da kötü diyor, fakat; onun niçin iyi veya neden kötü
olduğunu bize izah edemiyorlarsa, onların sözlerine ilgi
duymamız asla mümkün olamaz. Aynı durumdaki felsefi haritalar
da, iyinin ne olduğunu ve ona hangi yoldan ulaşılabileceğini
bize gösteremedikleri için, tamamen değersizdirler."7
Artık,
felsefenin yalnız ahlâk ve estetik gibi soyut ve subjektif
dallarında değil, bilgi ve bilim teorileri gibi en objektif
sahalarında bile
içine düştüğü zafiyet
ve
yetersizlik durumu açıkça
gözlenebilmektedir. Bilgi ve bilim felsefesi literatürü,
neredeyse bu konuda fikir beyan eden felsefeci sayısınca farklı
felsefe sistemi ihtiva etmektedir. Bu, ne yazık ki “bakış açısı
ve düşünce zenginliği” olarak nitelenilecek bir durum değildir.
Tam aksine, son dönemlerde yaşayan çoğu filozof, daha önce aynı
konuyu ele alan düşünürlerin; kabul ettiği birtakım ortak
görüşlerini bir araya getirerek kendininkileri de bunlar
eklemek suretiyle daha kapsamlı bir sistem kurmak yerine, kendi
kişisel kanaat ve görüşlerinin ekseni çevresinde tamamen yeni ve
farklı bir yaklaşımı savunmayı tercih etmektedir. Felsefenin
çöküş döneminde, R. Guenon'un ifadesiyle, "...birtakım
temel olgu ve gerçeklerden fedakârlık etme pahasına da olsa
birçok filozof için tek önemli husus, ‘orijinal’
olabilmektir."
Felsefe
ne yazık ki günümüzde, insanın ne entelektüel ne de pratik
yaşamına herhangi bir katkı sağlamayan, ancak, göstermelik bir
“müfredat programı” konumuna düşmüştür. Prof.
N.
Bozkurt’un “20.
Yüzyıl Düşünce Akımları”8
adlı kitabında belirttiği gibi, bilim ve teknolojide özellikle
19. yüzyılda gerçekleştirilen büyük atılımdan sonra felsefe,
bir zamanlar öncülüğünü yaptığı bilim ile rekabet ve yarışma
gücünü iyiden iyiye yitirerek âdeta derin bir “uykuya dalmış”
ve tamamen işlevsizleşmiştir.
En
son ve en yetkin örneklerini Kant ve Hegel gibi Alman
idealistlerinin teşkil ettiği “sistem kurucu filozoflar”a 19.
ve 20. yüzyıllarda rastlanmaması, felsefenin bu içler acısı
hâlini hazırlayan nedenlerin başında gelir. Son iki verimsiz
yüzyılda felsefenin alanı önce “bilimsel yöntem, mantık ve
dil” ile sınırlandı ve daha sonra da, artık “felsefenin
öldüğü” söylenmeye başlandı.
Ancak,
19. yüzyıl, felsefenin insanın
duygu ve düşünce dünyasına karşı takındığı kayıtsız
tavra
gösterilen bazı tepkilere de sahne olmuştur. Etkileri ve sonuçları
tartışmalı da olsa; bu karşı çıkışın en önde gelen
örnekleri “fenomenoloji” ve “varoluşçuluk” akımlarıdır.
Felsefede
Alternatif Gelişim Çizgisi: “Fenomenoloji ve Varoluşçuluk”
19.
yüzyıl, felsefi etkinlikler bakımından sönük geçen bir asır
olmuştur. Klâsik Alman felsefesinin devrini tamamlamasını izleyen
dönemde, pozitivist bilim anlayışı hemen her alanda tek geçerli
ve güvenilir yaklaşım olarak benimsenmeye başlanmıştır.
Entelektüel çevrelerde felsefenin gereği ve devamı üzerinde
hararetli tartışmalar başlamış, “spekülatif akıl
yürütme”nin, insanlığa verebileceği hiçbir şeyin kalmadığı
kanaati yaygınlaşmıştı. Felsefi temaların çoğu bilimsel
incelemenin konuları hâline geldiğine göre, geriye kalanları da
aynı akıbet bekliyor demekti. Felsefe, çoğu aydının gözünde
artık modası geçmiş bir “bilim öncesi” etkinlik durumuna
düşmüştü. Bilim ile edebiyat arasına çizilen yeni sınırlarda
da, felsefeye hiç yer bırakılmamıştı.
E.
Husserl’in başlatmış olduğu “fenomenoloji” hamlesinin
felsefe tarihi açısından taşıdığı değer ve öneminin
anlaşılabilmesi için bu uygunsuz şartlar ile onların etkisiyle
oluşan kültürel ortamın iyi bilinmesi gerekir. Husserl, tüm bu
olumsuzluklara rağmen, felsefenin, geçmişe ait soyut ve kurgusal
mirası bir kenara bırakıp tekrardan “şeylerin
kendisine”, yani “fenomenlere” dönerek yeni bir gelişim
hamlesi başlatması gerektiği görüşünü hiç yılgınlığa
düşmeden bütün meslek hayatı boyunca savunmayı sürdürmüştür.
Ancak o; geliştirdiği yöntemin ya da kurduğu sistemin mükemmellik
ve başarısıyla değil, sadece ve sadece işe başlarken yaptığı
cesur ve devrimci çıkış ve vurguyla taraftar toplamıştır. Ne
yazık ki önerdiği yöntem ve kaleme aldığı birçok kitaptaki
görüşleri, aşırı derecede soyut ve muğlak olduğu ve herhangi
bir uygulama değeri veya potansiyeli taşımadığı için, bunlar
daha ilk ardılı tarafından bir kenara itilerek yerlerine tamamen
farklı bir yaklaşıma bırakmışlardır.
19.
yüzyılın natüralist ve pozitivist bilim anlayışının tüm
entelektüel hayat üzerinde kurduğu egemenliğin baskıcı
atmosferinde, bilimsel ilerlemeye paralel olarak gelişen endüstri
ve teknolojinin insan hayatına sağladığı baş döndürücü
rahatlık ve konforun da desteğiyle, olguculuk ve katı bilimcilik
dışında kalan felsefi ve bilimsel etkinlikler, modası geçmiş
boş ya da gereksiz çabalar olarak görülmeye başlanmıştı.
Böylece insanı ve evreni anlamaya ve tanımaya yönelik entelektüel
çabalar, tamamen ihmal edilmişti. R. Bubner’in “Modern Alman
Felsefesi”nde belirttiği gibi, böyle bir ortamda “bilimselci
emperyalizme karşı felsefenin kendi özgün tezlerini yeniden
belirleme görevi, E. Husserl’e düşmüştü.”9
Fenomenoloji
olarak
adlandırılan
felsefi
yaklaşımın savunucusu olan Husserl’in, bu amaçla iki şey
yapması gerekiyordu: İlkin, ampirik bilim dallarının daha önce
felsefeye ait olan alanlardaki önlenmesi güç yayılışını
durduracak birtakım kesin sınırlar çizmek ve ikinci olarak da
felsefenin yararsız bir uğraş olmayıp, en az bilim kadar
verimli ve gerekli bir faaliyet olduğunu göstermek. Husserl işe,
bir süreden beri zihinsel yapı ve süreçleri ele alıp, incelemeye
başlayan psikolojiyle, geliştirmeye çalıştığı kendi felsefi
yaklaşımı arasındaki sınırı belirleme girişimiyle başladı.
Husserl fenomenolojiyi, “olgusal bilimlerin karşıtı olan bir öz
incelemesi tekniği” olarak da tanımlamıştır.
Husserl, I. Dünya
savaşını, natüralist-olgucu anlayışın özellikle Avrupa’da
yol açtığı entelektüel krizin yıkıcı sonuçlarından biri
olarak görür. Bu anlayışla “bireyler, toplumlar ve nihayet tüm
dünya“ tamamen fiziksel varlıklar olarak görülmeye
başlanmıştır. Ve bu indirgemecilik, arkasından bir “yok etme”
tutkusu ve topyekûn savaş ideolojisi getirmiştir. Giderek
yaygınlaşan “şeyleştirme” ve “bilimselcilik” (bilimsellik
değil) iki ayrı barbarlık türünden başka şeyler değildir.
Husserl’e göre, Avrupa; ya bu barbarlık akımları içinde yok
olup gidecek, ya da selim aklın “tabiatçı-olguculuğu” mağlup
etmesinden sonra, felsefenin ruhuyla tekrar hayat bulacaktır. Bu,
ancak akılcı bir eleştiri sürecinden sonra mümkün
olabilecektir. Umutlarımızın ve yaşama gücümüzün kaynağı
olan ruh da maneviyatı ve kendi ölümsüzlüğünü, bu akılcı
eleştiride, yani gerçek felsefede bulabilecektir.10
Tüm
bu coşkusuna, çabasına ve ciltler dolusu yazılarına rağmen ne
yazık ki, Husserl’den felsefe dünyasına somut bir miras olarak
geriye “bazı eleştiriler” ile “güzel bir temenni”den başka
hemen hiçbir şey kalmamıştır. “Felsefe, eski yaklaşımlara
değil fenomenlere dayanmalı” diyen Husserl, sonraları büyük ün
ve yaygınlık kazanacak olan bu sözünün gereğini kendisi de
yerine getirememiş ve çok geçmeden eski bir kavram olan
“transendantal bir ben” anlayışına saplanıp, kalmıştır.
Fakat
onun uyarı ve savunmalarının, başka düşünürler üzerinde
birtakım psikolojik
etkililer
oluşturduğu söylenebilir. Belki de bu sayede felsefe, günden güne
gelişen bilim ve teknoloji karşısında bağımsız bir alan olarak
varlığını bir süre daha devam ettirme imkânı bulmuştur.
Husserl
1927’de üniversitedeki görevinden emekli olunca, yerine M.
Heidegger atandı. Zaten Husserl’de Heidegger’i kendi meşru
ardılı olarak görmekteydi. Ancak bir süre sonra Heidegger’in;
“Varlık ve Zaman” adlı ünlü eseriyle, fenomenoloji ile ilgili
olarak kendisinin yazdığı ve söylediği her şeyi bir yana
iterek, onların yerine bambaşka bir yöntem ve anlayış
getirdiğini gören Husserl, büyük bir hayal kırıklığına
uğradı. 1930’dan sonra da iki düşünürün arasındaki
ilişkiler iyice soğudu ve kopma noktasına geldi.
Aslında
Heidegger’i böyle davranmaya iten şey, Husserl’in görüş ve
yazılarındaki rahatsızlık verici “somutluk noksanlığı”
idi. Bubner bu hususu şöyle dile getiririr: “Husserl’i
tanıyanlar, onun hem pratik yaşamında hem de kitaplarının her
sayfasında bir “soyut kategorileme makinesi” gibi çalışarak,
tahammül edilmez bir terminolojik gevezelikle, en küçük bir
ayrıntı için, nasıl kılı kırka yardığını çok iyi
bilirler.”11
Husserl’in
“somutun felsefesi”ni yapma girişimi; ne yazık ki, “iddiaları”
ile “ortaya koydukları” arasında aşılması imkânsız
uçurumlara yol açan bir “soyutluk seylabı” altında kaybolup
gitmiştir.
Zaman
ve mekan bakımından Husserl ile olan yakın bağlantıları
nedeniyle Heidegger’in ortaya koymuş olduğu felsefi yaklaşım,
yani “varoluşçuluk”, genelde fenomenolojiyle ilişkilendirilir.
Ancak aslında varoluşçuluğun içerdiği kavram ve terimlerin
kaynağı Husserl değil, Danimarkalı bir düşünür olan S.
Kierkegaard (1813-1855)’dır. İngilizce konuşan ülkeler,
Danimarka diliyle tanışık olmamaları nedeniyle Kierkegaard’ın
düşüncelerine yaklaşık bir asır boyunca büyük ölçüde
yabancı kalmıştır. Bu etkili düşünürün ve varoluşçuluğun
gerçek kurucusunun yazıları İngilizce’ye ancak yakın
zamanlarda çevrilebilmiş ve yaygın bir şekilde okunup,
tanınabilmiştir.
Kierkegaard,
hayatının oldukça buhranlı bir döneminde “Hıristiyanca
varoluş”un gerçek niteliği üzerinde araştırmalara koyulur.
Çalışmaları belirli bir düzeye ulaştığında, kilise kurumunun
gerçek Hıristiyanlığa ihanet etmiş olduğu sonucuna ulaşan
Kierkegaard, kiliseye ve piskoposlara karşı büyük bir mücadele
ve saldırı başlatır.
Kierkegaard’ın
felsefi irdelemesinin temel basamakları şöyle özetlenebilir: “Bir
şeyin önemli bir gerçek sayılabilmesinin tek şartı, insanın
onu kişisel olarak büyük bir coşkuyla ve tüm benliğiyle kavrama
iştiyakı göstermesidir. Eğer herhangi bir bilgi, varoluşumuzu
anlamlandırmıyor, etkilemiyor ve değiştirmiyorsa, onu bilmenin
herhangi bir değeri ve önemi olamaz.”. Bu ilkeyi kendine
uygulayan Kierkegaard şu sonuçlara ulaşır: “Benim için gerçek,
kendisine ulaşmak için her şeyi göze alabileceğim ide’dir.
Ben onu aramalı ve mutlaka bulmalıyım!”
Kierkegaard
böylece felsefe için en önemli hedefin, insanın varoluşunun
ve bu olguyu etkileyen diğer gerçeklerin araştırılması olduğu
görüşünü gündeme getirmiş oldu. Ve insan ile onun varoluşunu
esas alan bir düşünür olarak; işe, kendisini araştırmakla
başladı. Kierkegaard’ın ilk farkına vardığı şey, “dünyaya
ve bizzat kendisine karşı duyduğu yabancılık” ile “içten
kaynaklanan bir parçalanmışlık duygusu ve sanki bir bölünmenin
ya da dağılmanın uçurumuna yaklaşıyor gibi olmanın doğurduğu
bir korku ve umutsuzluk” olur. Dikkatini çevresine yönelten
Kierkegaard, bunların sadece kendi kişisel sorunları değil, tüm
insanlığın ruh hâlini belirleyen temel unsurlar olduğunu görür.
İnsanlık, “korku” içinde, kendini kaçınılmaz bir ölüme
sürüklemekte olan bir süreç yaşamaktadır. Böyle bir durumda
yapılması gereken ilk şey, tam bir cesaret ve dürüstlükle
gerçekliği olduğu gibi benimsemektir.
İnsanın
özgür oluşundan hareket eden Kierkegaard, varoluş imkânlarına
ait bir öğreti geliştirdi. “Yaşam Yolunun Devreleri” olarak
adlandırdığı bu öğretiye göre her insanın hayat tecrübesi
için üç muhtemel dönem söz konusudur: 1-) Estetik, 2-) Ahlâki,
3-)
Dini.
Kierkegaard’a
göre bunlar “üç yaşama tarzını”, “üç hayat felsefesini”
ve insanlığın varoluş hedefine ve esenliğe ulaşma çabalarının
“üç safhasını” temsil ederler. Kimimiz bu devrelerin birinden
diğerine doğru ilerleyip, sonrakine geçerken; bazılarımız ömür
boyu, ilk safhada kalır.
Kierkegaard’a
göre kişinin içinde bulunduğu hayat devresi, kendisinin özellikle
ilgi göstermekte olduğu değerler tarafından belirlenir: Estetik
devre hazcı tutkular, etik devre görev ve sorumluluk duygusu, dini
devre ise Tanrı’ya bağlılık ve itaat ile karakterlidir. Dini
devrenin temel özelliklerinin zorluklara ve günahlara direnme gücü
veya sabır ile inanç olduğunu belirten Kierkegaard, hayat
devrelerinin aynı zamanda birer benlik edinme devresi olduğunu
ekler. Buna göre benlik; verili bir insan niteliği olmayıp, çaba
sarf edilerek kazanılan bir özelliktir.
Kierkegaard
estetik dönemdeki bireylerin toplum içinde zevk ve romantik
istekler peşinde koşan bir hazcı veya soyut felsefi
spekülasyonlarla ömür geçiren bir aydın şeklinde müşahede
edilebileceklerini söyler. Estetik dönemin bu iki temel tipinin
müşterek özelliği, seçici ve belirleyici bir eylem
gerçekleştirmekteki yeteneksizlikleridir. Herhangi bir sosyal ya da
etik görev söz konusu olduğunda, her ikisi de gerekli sorumluluğu
yüklenmekten ve gereken çabayı göstermekten kaçınır.
Estetik-hazcı tip, hiçbir yükümlülük üstlenmeksizin sürekli
geçici hazlar peşinde koşar. Ancak böyle bir yaşama şekli,
sanılacağı gibi mutluluk getirmez. Böyle yaşayan birinin eninde
sonunda bunaltıcı bir can sıkıntısının pençesine düşmesi
kaçınılmazdır.
O
günlerde, bu şekilde yaşayan bireylerin sayısının aşırı
yüksekliği nedeniyle sanki tüm dünyayı global bir sıkıntı
halesi çevrelemiş gibiydi. Susuzluğunu deniz suyu içerek
gidermeye çalışan biri gibi sıkıntıdan bunalan kişi, kendini
giderek daha çılgınca hazlarla avutmaya çalışır. Ama sonuçta,
duymakta olduğu sıkıntı daha da dayanılmaz bir hâl alır.
Neron, hazzın dozunu arttırarak sıkıntının pençesinden
kurtulmaya çalışan kişilerin en ünlüsüdür. Devletin “Haz
Bakanları”nın icat ettiği en olağanüstü ve orijinal
eğlencelerle de avunamaz hâle gelen Neron, kendisini çıldırma
noktasına getiren bunaltısından kurtulabilmek için en son çare
olarak Roma’yı yakmayı denemiştir.
Gerçek
benliğimizi bulabilmemiz için “seçme”nin olgusallığını
yaşamamızın şart olduğunu söyleyen Kierkegaard’a göre,
esenliğimizi haz kaynakları ve spekülatif fikirler gibi kendi
dışımızdaki şeylerde aramaktan vazgeçmemiz de bir
zorunluluktur. Bizi gerçek benliğimize götürecek yol dışımızdan
değil; içimizde bulunan “azim, sabır, görev ve sorumluluk
bilinci ile gerçek özgürlük”ten geçer.
Hazcı
hayatın doğuracağı boşluk, anlamsızlık, umutsuzluk ve sıkıntı
gibi olumsuz duyguların bazen, bireyi bir şekilde ahlâki
devreye
doğru ilerlemeye teşvik etmek gibi olumlu bir fonksiyon görmesi de
mümkün olabilir. İkinci devre, bir özgür seçim ve taahhüt
dönemidir. Bu seçme eylemiyle kişi, “gerçek benliğini”
bulunca, o güne kadar süregelmiş olan “kararsızlık,
belirsizlik, istikrarsızlık, fanilik ve boşluk” gibi bunaltıcı
duygulardan kurtuluş yolunu da bulmuş olur. Bunu sağlayacak olan
karar “conditio sine qua non” ancak derin bir içgörü ve “tam
bir samimiyet, ciddiyet ve azim” ile verilebilir. Ölümle yüz
yüze bulunduğunun bilincinde olan bir insanın bu konuda daima
doğru tercihi yapacağını iddia eden Kierkegaard, bu nedenle her
günümüzü, bu sanki bizim son günümüzmüş gibi yaşamamızı
önerir. Eğer içe yöneliş yeterli derinliğe ulaşmış ise, kişi
orada “kendinin bilgisini, bizzat kendi olmanın sırrını”
görerek, Sokratik “Kendini bil!” hedefinden, “ Kendini
bularak, bizzat kendin ol!” düzeyine yükselir.
Bu
noktaya ulaşabilen kişinin en büyük kazanımlarından biri de
sadece kendi gücüyle “kendisi olmayı sürdüremeyeceği”ni
keşfetmesidir. Sonlu ve ölümlü varoluş göstermektedir ki,
insanın bu dünyadaki kendi gücüne dayalı kişisel varlığı bir
hiç ya da hayal gibidir. Ancak ulaştığı bu mertebede artık şunu
da görebilir: Varlığının bir cephesini bu sonluluk ve ölümlülük
oluşturmakla beraber, diğer cephesini ise ebedi bir Varlığa,
sonsuz bir varoluşa yöneliş teşkil etmektedir. Kişi böylece,
bir yandan umutsuzluk ve korkularına sağlam bir teselli ve dayanak
bulurken, diğer yandan da bir seri görev, sorumluluk ve talimatla
yüz yüze gelir. Bunların en önemlisi, “dünyadaki geçici
varoluş sürdürülürken, gelecekteki sonsuzluğun asla
unutulmaması” ilkesidir. Bu gerçeklik ve varoluş düzeyine
ulaşmayı başaran kişi, artık dini döneme geçmiştir.
Kierkegaard
tüm insanlığı kendi varoluşlarını tahlil ederek sorumluluk
yüklenmiş bireyler olmaya ve Tanrı’nın huzurunda, kendilerine
ait olan yeri almaya çağırır. Herkes, Tanrı karşısında bir
karar verme ve bir tercihte bulunma durumundadır. Kierkegaard’a
göre en büyük günah, kişinin umutsuzluğa, yani yeise yenik
düşmesi veya Tanrı’nın huzurunda, gerçek benliğine sahip olma
ahdini yerine getirmeyi savsaklamasıdır.
Alman
filozof M. Heidegger, Kierkegaard’ın temellendirdiği çağdaş
varoluşçuluğun gelişimini sürdürmek üzere fenomenolojik
hareketin liderliğinden feragat etmiştir. Heidegger’e göre
insan, yeryüzünde “ister istemez” bir yolculuğa başlamıştır.
Yolun sonunda da onu kaçınılmaz bir şekilde “ölüm” bekler.
Heidegger insanın bu durumunu özel bir terimle (geworfenheit:
dünyaya
atılmış ya da fırlatılmış olmak)
dile getirmiştir. O da Kierkegaard’ı hatırlatan bir şekilde,
ölümle
yüz yüze gelmenin, insanı, “varoluşunu
anlamlandırmaya”
yönelteceği
tezini hareket noktası olarak alır. Heidegger’e göre de insan
hayatı, belirli bazı devrelere ayrılır. O, özellikle ilk iki
devreye dikkat çeker: 1-) Günlük
Hayat:
Herhangi bir spesifik özelliği olmayan, sıradan bir hayat. 2-)
Kararlı
Hayat:
Bilinçli seçimlere dayanan özel bir yaşama tarzı.
Heidegger,
Kierkegaard’ın da benzer bir tarzda “çözüme
yönelik olarak sunmuş olduğu üçüncü
basamağı“
öylesine özel bir dil ve o kadar farklı bir yöntem ile ifade eder
ki; eserlerine yüzeysel olarak bakıldığında sanki, onun, bu
konudaki kararı tamamen okuyucuya bırakmış olduğu zannına
kapılınılabilir. Bu, batı felsefe literatüründe gerçekten
yaygın olarak gözlemlenen bir “zan”dır.
“B.
Magee” ile New York Üniversitesi felsefe profesörlerinden “W.
Barett”in, “Heidegger ve felsefesi”ni konu alan şu sohbetleri
bu hususa oldukça ilginç bir örnek teşkil
eder:
“-Zaman
zaman güçlü bir felsefenin tarihsel ve sosyal faktörlerin de
etkisiyle belirli bir süre içinde yaygınlaşarak “bir düşünce
modası” hâline geldiği görülür. İki dünya savaşı arasında
Marksizm böyle bir yaygınlık gösterdi. Bunun en büyük nedeni,
Rus ihtilaliydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, aynı durum
varoluşçuluk için söz konusu oldu. Varoluşçuluk modası
Avrupa’da büyük ölçüde Nazi işgali altındaki yaşama
şekline ve şartlarına bir tepki olarak başladı. Bir düşünce
modası hâline gelen bir felsefe; sadece akademik çevrelerde değil;
kültür hayatının yazar, ressam, müzisyen, şair ve gazeteci gibi
tüm etkin unsurları tarafından yaygın bir şekilde kabul görür.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Paris’te varoluşçuluk sadece
sohbet ve toplantılarda değil, tüm sanat ve eğitim
faaliyetlerinde, hatta eğlencelerde bile tesirini yoğun bir şekilde
hissettirmekteydi. Bu olağanüstü etkileyici ortamın en tanınmış
kişisi olarak J. P. Sartre’nin ünü günümüze kadar gelmiştir.
Oysa, varoluşçuluk Fransa’da değil Almanya’da ve Birinci
değil, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde başlamıştır.
Felsefe tarihçileri ve yorumcuları bu akımın en etkili ve önemli
kişisinin de Sartre değil, Heidegger olduğu görüşünü
benimserler. Heidegger bir felsefe öğretmeni olmadan önce
Husserl’in yanında eğitim görmüştü. 1927’de 38 yaşındayken
en ünlü kitabı ‘Varlık ve Zaman’ı yayımladı. Heidegger bu
kitabının basımından sonraki yaklaşık yarım asır boyunca
felsefe çalışmalarını sürdürdü. Bu dönemde de oldukça ilgi
çeken bazı kitapları yayımlandı. Ama bunların hiçbiri ‘Varlık
ve Zaman’ kadar etkili, mükemmel ve başarılı olmadı. Heidegger
‘Varlık ve Zaman’da ‘Varlık nedir?’ sorusundan yola
çıkarak, varoluşu genel çizgileriyle yorumlayıp açıklamaya
çalışır. Bu çerçevede insan da kendi özel varoluşuyla
doğrudan ele alınırken, bu olgu; dışarıdaki bir gözlemcinin
perspektifinden değil, bizzat varolanın bakış açısından
kavranmaya ve yorumlanmaya çalışılır. Bu varoluş, hayat ile
bağlantılıdır, yani hayat bu varoluşun içkin bir sürecidir. Bu
tahlil sürecinde insan hayatının iki aşamasıyla karşılaşılır:
‘günlük, sıradan hayat’ ve ‘kararlı, bilinçli hayat’.
Batının bilimi, teknolojisi, felsefesi ve batı toplumunun bizzat
kendisi son üç ya da dört asır boyunca gelişimini belirli bir
yönde ve biçimde sürdürmüştür. Bu dönemde batı insanının
ilk işi tabiatı ele geçirmek olmuştur. Bu ise batı düşünce
dünyasında tabiata yönelik belirli bir bakış açısının
yerleşmesiyle sonuçlanmıştır: Sanki o efendi, tabiat köle ve o
özne, tabiat nesnedir. Bu bakış açısı, batı dünyasının
gerçeklik anlayışında bir çatlağın oluşmasına yol açmış
ve bu çatlak, bilim ve felsefe başta olmak üzere bu dünyanın tüm
entelektüel ve kültürel hayatını etkilemiştir. Bu anlayışla
felsefede yapılan tüm çalışmalarda; pratiğe, yani teknolojiye
uygulanacak türden bilgi üretimi ve bilgi sorunu kaçınılmaz
olarak merkezi bir konum ala gelmiştir. Descartes’dan bu yana
bilgi, felsefi geleneğimizin ana sorunudur. Ama Heidegger, başlıca
bu konuyla uğraşmaz. O daha çok bilginin ne ve nasıl olduğunu
değil, varolmanın ne olduğu hususunu ele alarak, özellikle
‘varolmak ne demektir ve neyi gerektirir?’ ya da ‘kendimizi
içinde ve onunla birlikte bulduğumuz bu varoluş olgusu nedir?’
sorularına cevap arar.”
“-
Evet, durum ana hatlarıyla böyle.”
“-
Heidegger’in bu girişimi, birçok filozof tarafından çok tuhaf
bir girişim olarak görülür ve oldukça yadırganır. Çünkü
felsefe geleneğimizin ana konusu olan “bilgi”den çok farklı
bir sorundur bu.”
“-
Evet, alışılmadık bir sorun. Ama şu noktayı vurgulamak isterim:
Felsefede bilgi sorununun merkezi bir konum kazanması ancak
Descartes’dan bu yana olan bir şey. Her ne kadar daha önceki
filozoflar da bilgi konusunu ele almış olsalar da, onlar
epistemolojiyi Descartes gibi başlıca sorun olarak görmemişlerdir.
Bundan dolayı Heidegger kendisinin; antik Yunan felsefesine,
özellikle de Sokrates öncesi düşünce geleneğine dönmüş
olduğunu düşünür.”
“-
Heidegger’in içinde bulunduğumuz gerçekliğin bir tasvirini
yapmaya teşebbüs ettiğini söyledik. Bu, dünyadaki varlığımızın
felsefi bir analizi anlamına gelir. Meslekten olmayan biri “Bunun
ne önemi olabilir ki?” diye düşünüp, “Nasılsa varız, bir
varoluşa sahibiz, işte buradayız ve yaşamaktayız. Bir anlamda
bu, bizim zaten her şeyimiz. Her şeyden çok aşina olup,
tanıdığımız ve bildiğimiz bir şeyin analizi bize nasıl
yararlı bir sonuç sağlayabilir ki?” sorusunu sorabilir.”
“-
Hayatta gözümüzden kaçan önemli noktalar genellikle bildik ve
tanıdık şeylerle ilgili olur. Bazen burnumuzun ucundaki bir şeyin
önemini en son olarak fark ederiz. Heidegger’in tasvirlerini
yaparak işe başladığı insanın varoluşuna dair şeylerin bizler
tarafından genelde bilindiği doğrudur. Ama Heidegger’in
analizini sonuna kadar izlersek, bu olguyu, çoğumuz o ana kadar
farkına varmamış olduğumuz bir biçimde görmeye başlarız.”
“-
Heidegger’in yaptığı şeyin bilinenin, gündelik ve olağan
olanın tahlilinden ibaret olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?”
“-
Hareket noktası olarak evet. Ama, daha sonra sıra dışı ve
alışılmamış olanın, özellikle de o en müthiş realitenin
birden varoluş analizi içinde ortaya çıkmaya başladığı
görülür.”
“-
Neyi kastettiniz? Ölümü mü?”
“-
Ölüm bunlardan biri.”
“-
Başka neler var?”
“-
Kaygı, vicdan ve diğerleri. Heidegger’in tasvirlerini gündelik
gerçeklik zemini üzerinde izlemeyi sürdürürken bir bakarız ki
ayaklarımızı bastığımız plâtformda olağandışı birtakım
yarıklar açılmaya başlamıştır. ‘Heidegger’in tasvirleri
bize daha önceden bilmediğimiz bir şey öğretebilir mi?’ diye
sormuştunuz. Meselâ ölümü ele alalım. Heidegger’in ölümle
ilgili tasvir ve tespitleri alışılmış tasarımlarımızı alt
üst eder. Çünkü bu mutat yaklaşımda, ölüm gerçeğinden
köşe-bucak kaçmak esastır. Ölümü hep çevremizde ve bizim
dışımızda olup biten bir hadise gibi görmeye alışmışızdır.
O sanki daima başka insanların başına gelir ve bizim onunla tüm
etkileşimimiz de sadece ölüm ilânları ve benzeri yollarla olur.
Aslında tek tek her birimiz için de ölümün söz konusu olduğunu
biliriz, ama bu henüz gerçekleşmemiştir ve zamanı da belli
değildir. Zaten, ayrıca ölüm gelip, çattığında
yapabileceğimiz bir şey de yoktur. O hâlde ölümü, bir süre
daha sadece bizim dışımızda olan bir olay gibi görebiliriz. Oysa
Heidegger, her insanın dolayısıyla da filozofun öncelikle sorması
gereken sorunun ‘Eninde sonunda ölümüm söz konusu olacağına
göre, hayatın anlamı acaba ne olabilir?’ suali olduğunu
savunur. Bu soru tabii olarak tek tek herkesin ölümle kaçınılmaz
bir ilişkisi olduğu gerçeğiyle kişisel olarak yüz yüze gelmiş
olmanın tabii bir sonucu olarak sorulmuştur.”
“-
Buna tamamen katıldığımı belirtmeliyim. Çok farklı bir felsefe
geleneği içinde yetişmiş olmama rağmen bu söylediklerinizi çok
iyi anladım. Aslında gündelik hayatımızın hem çok yalın ve
çok alışılmış, ama aynı zamanda da çok gizemli ve enteresan
olduğunu, ömrümde belki de ilk defa bu kadar iyi bir şekilde
kavrayabilmekteyim. Gerçekten de ölümle yüz yüze gelmek, insanı
varoluşunda bir anlam aramaya yöneltiyor. Peki ama acaba bu
noktadan sonra Heidegger bu gibi temel soruları nasıl
cevaplandırmaya başlıyor?”
“-
Heidegger ‘Hayatın anlamı nedir?’ ve buna bağlı olarak ‘Nasıl
bir hayat yaşamalıyım?’ gibi sorulara net olarak tanımlanmış
kesin birer karşılık önermez. Çünkü, Heidegger bu hususlarda
verilecek kararların tamamen kişisel olması gerektiğine inanır
ve bu kişiselliğe veya mahremiyete müdahaleden titizlikle
sakınarak, sadece cevaba giden yolda okuyucusuna rehberlik etmekle
yetinir. Fakat temel varoluş sorunlarını öyle sıralar ve
tanımlar ki, doğru cevap,(doğru) kişinin zihninde kendiliğinden
ve hemen doğuverir.”
“-
Bunu sağlamak için özellikle yaşamın belirli bir özelliğine
yaptığı vurgu, ayrıca bahse değer sanırım: Biz hiçbir iradi
katkımız olmadan kendimizi dünyada buluveririz. Bu, zorunlu bir
yolculuk gibidir.”
“-
Evet, hiçbirimiz ana babamızı kendimiz arayıp bulmadık. Her
birimiz belirli bir tarihte, dünyanın belirli bir coğrafi
bölgesinde ve belirli bir genetik donanımla dünyaya gönderildik.
Hayatımızı ‘şimdi, burada ve bu şekilde’ sürdürmek ve
biçimlendirmek zorundayız.”
“-
Gözlerimizi açtığımızda kendimizi dünyada bulmakla kalmıyor,
tam buna alışınca bu defa da, bir süre sonra bu yolculuğun
bitivereceği gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz.”
“-
Heidegger, felsefenin esasının ölüm sorusuna geçerli bir cevap
arama etkinliği olduğunu açıkça kelimeler aracılığıyla
söylemese de, sonunda bize bunu net bir şekilde sezdirip kavratır.
Sokrates da her türlü felsefi girişimin özünün ölüm üzerine
tefekkürden ibaret olduğunu bildirmişti. Bu görüşü şöyle de
yorumlayabiliriz: İnsan ölümle yüz yüze gelmek zorunda
kalmasaydı, belki de hiçbir zaman sistemli ve ciddi bir şekilde
düşünmek ve felsefe yapmak gereği duymayacaktı. Bir bakıma
Parminedes’in izleyicisi olarak da görebileceğimiz Heidegger,
‘her şeyin kökeninin bir olduğu’ şeklindeki düşünceyi
coşkulu bir şekilde dile getiren ve varlığın bütünselliğini
en belirgin şekilde vurgulayan bu antik Yunan bilgesi hakkında
araştırmalar yapmış ve yazılar kaleme almıştı. Parmenides’le
ilgili bu yazıları okuduğumuzda; kendimizi, varlığın birliği
ve bütünlüğüyle sıkı bağlar içinde hissederiz. Heidegger’e
göre günümüz insanının en vahim problemlerinden biri, bu
‘geleneksel ve evrensel kültür kaynakları’ ile olan bağlarının
tamamen kopması sonucu, bütün ile olan ilişkilerini de kaybetmiş
olmasıdır.”
“-
Acaba Heidegger bunu niçin özellikle modern zamanların bir
patolojisi olarak gördü? Çünkü aslında, bu insanlığın zaman
zaman yaygınlaşan tarihsel bir zaafı değil midir?”
“-
Evet, insan gerçeği aramakta olduğunu düşündüğü bir sırada
bile ondan kaçabilen veya onu görmezlikten gelebilen ilginç bir
varlıktır. Parmenides de kendi çağdaşlarında müşahede ettiği
yabancılaşmayı eleştirmişti. Ama bu yabancılaşma olgusunun
özellikle modern kültürde ortaya çıkmasının nedeni, sanırım
bizim tamamen endüstriye dayalı çok daha yapay bir ortamda
yaşamamızdır. Eskiye oranla insan, günümüzde tabiattan çok
daha fazla izole bir durumda yaşamaktadır. Bu yapay ortam,
teknolojik gelişimin sonucudur, yani bizzat insanın kendi elleriyle
oluşturulmuştur. Heidegger’e göre günümüz insanının
teknoloji hakkındaki görüşleri çok yüzeysel ve basittir.
Çoğunluk teknolojiden yana bir tavra sahipken geriye kalanlar da
makineleşmeye karşı olduklarını söyler. Heidegger ise içinde
yaşadığımız dönemde basitçe teknolojiden yana ya da ona karşı
olmanın bir anlam taşımadığını belirtir. Şu anda dünyadaki
her şey gibi bizler de bütünüyle teknolojinin ellerindeyiz. Onu
ortadan kaldırırsak, uygarlığımız da tamamıyla çöker. Ancak
öte yandan atom bombası ve benzerlerinin ortaya koyduğu bir olgu
daha vardır: İnsanlık artık kendi kendini yok edebilecek bir
noktaya ulaşmıştır. Heidegger ‘Varlık ve Zaman’ı
yayımladıktan sonraki döneminde, tarihsel gelişim süreci içinde
insanın teknolojik varlığının bu duruma nasıl ulaştığını
araştırır.”
“-
Heidegger’in şiire olan ilgisi, teknolojiye karşı olan ilgisiyle
nasıl irtibatlandırılabilir? Acaba o bunları bir madalyonun iki
yüzü gibi mi görüyordu?”
“-
Evet günümüz felsefesinin hakim eğilimine göre dil,
denetlenebilen ve yönetilebilen bir biçimsel araç ve yapıdır. Bu
bakış açısı teknolojinin günlük hayatımızdaki ağırlığından
kaynaklanır. Heidegger burada, teknolojinin düşünce dünyamıza
kazıdığı alışkanlığın dil ve şiirdeki yansımalarına karşı
çıkar. Ona göre dil, hele şiir, asla irademizin boyunduruğu
altına girmemelidir. Şair iradi olarak ve plânlı bir şekilde
şiir yazamaz, çünkü şiir ‘kendiliğinden gelir’. Ve okuyucu
da şiire karşı tepkilerini isteyerek oluşturamaz. O, kendini
şiirin eline bırakmak ve tüm etkilerini özgürce oluşturmasını
beklemek zorundadır. Heidegger batı uygarlığının tehlikeli bir
hâl alan teknolojik tırmanışını, sonunda ‘mutlak güç’
talebine dönüşecek olan Faustçu bir iradeyle ilişkilendirir. F.
Bacon’un şu sözü bu olayda anahtar konumdadır: ‘Tabiatı
öylesine sıkıştıralım ki, sadece sorularımızı cevaplamak
zorunda kalsın!’ Oysa insan, düşünmekten vazgeçse ve tabiata
çılgınca saldırsa bile, ondan gelen diğer mesajları da
‘dinlemek’ zorundadır.”
“-
Bu, bana çıkış noktamızı, yani Heidegger’in batı felsefe
geleneğinden kopuşunu çağrıştırıyor. Marksizm gibi bu
geleneğin içinde kalan devrimci yaklaşımlar bile, tabiatı ele
geçirip, onun mutlak hakimi ve sahibi olmanın, insan soyunun sürüp
giden bir uğraşı olduğunu varsayarak, bu tavrı onaylarlar. Oysa
Heidegger’in temel felsefesi buna kökten bir karşı çıkıştır.
Heidegger’in bu husustaki düşüncesi şudur: Eğer samimi olarak
durumumuzu bilmek ve anlamak istiyorsak, yani gerçeği öğrenmek
istiyorsak; kendimizi zorla varlığa ve onun realitesine kabul
ettirmek yerine, gerektiği zaman, ona boyun eğmeyi de öğrenmemiz
gerekir. Bu yaklaşım sizce de ciddi bir şekilde Doğu bilgeliğiyle
ilişkilendirilebilir mi?”
“-
Sanırım evet. Heidegger’in sonraki dönemine ait yazılarında,
Taoizm’e ve Zen Budizm’e yaptığı göndermelerde bunun açık
belirtilerini görürüz. Heidegger batı uygarlığının bir
sınavdan geçmekte olduğunu sezmiştir. Onu bu sonuca vardıran şey
atom bombasının yol açabileceği yıkım gibi tehlikelerdir.
Sürekli olarak egemenlik ve güç peşinde koşan bir toplumun
sonunda çılgınca bir saldırganlık içine girmesi mümkündür.
Bu nedenle kendimizi devamlı olarak onaylamaktan vazgeçip yeri
geldiğinde yumuşak başlılıkla beklemeyi ve boyun eğmeyi de
öğrenmeliyiz. Burada Doğu’lu ruh hâline benzer bir duyuşun söz
konusu olduğu söylenebilir.”
“-
Heidegger’de birlikte katıldığımız ve onayladığımız o
kadar büyük bir kavrayış zenginliği ve derinliğiyle karşılaştık
ki, ‘R. Carnap, K. Popper, A. J. Ayer ve benzeri’ birçok
filozofun, nasıl olup da Heidegger’i ve görüşlerini hor görüp,
hafife aldığını anlamakta gerçekten çok büyük bir zorluk
çekiyorum. Bu düşünürler sadece yaptıkları konuşmalarda
değil, kaleme aldıkları yazılarında da Heidegger’in eserlerini
birtakım boş lâfazanlıklar ve hatta saçma sapan sözler olarak
nitelemişlerdir. Oysa ‘Varlık ve Zaman’ın değerini ve
derinliğini kavramak için sadece giriş bölümünü okumak bile
yeterli görünüyor. Durum böyleyken acaba bunca yetenekli kişinin
Heidegger’i hor görerek bir kenara itmeleri nasıl mümkün
olabiliyor?”
“-
Felsefeyi ve filozofları kötüleyici bir tutum içine girmek
istemem, ama burada mesleki bir çarpıtma söz konusu. Birisi belli
bir görüşe sahip olunca, başka düşüncelere karşı sanki
körmüş gibi davranıyor. Carnap’tan söz ettiniz. Carnap
yıllarca benim öğretmenliğimi yaptı ve benim Heidegger’e karşı
olan ilgim de aslında, kendisine karşı yıllardır koparılan bu
gibi yaygaralardan kaynaklandı. Ben, sadece Heidegger’in
söylendiği kadar kötü olup olmadığını anlamak için onu
inceleme ve tanıma ihtiyacı hissettim.”
“-
Heidegger’i keşfinizi gerçekten Carnap’ın karalamalarına ve
kötülemelerine mi borçlusunuz?”
“-
Evet.”
“-
Ve şimdi onun Carnap’tan daha büyük bir düşünür olduğunu
kabul ediyorsunuz. Bütün bu söylediklerimize rağmen, Heidegger’de
bir öğreti eksikliği bulunduğu da bir gerçek olarak ortada
duruyor. Her ne kadar bu, bizzat felsefenin genelde sınırlı bir
etkinlik oluşuyla ilgili bir durum olsa da, böyle bir eksiklik
gerçekten de söz konusu. Şimdi, Heidegger’in felsefesiyle
ulaştığımız düzey ve bilinç, hiçbir aktif eyleme dönüşmeden
böylece atıl mı kalacaktır? Biz ulaştığımız bu yeni
perspektif çerçevesinde eskisinden farklı hiçbir yeni davranışta
bulunamayacak mıyız? Eğer
Heidegger kendisinden etkilenen teologların ve batı insanının
genelde düşündüğü gibi dünyanın son açıklamada bir Tanrı
tarafından yaratılmış olduğunu ve bu Tanrı’nın da hem
dünyayı hem de bizi yaratırken bazı amaçlar gözettiğini; doğru
olan yaşama şeklinin de bu amaçlar doğrultusunda belirlenmesi
gerektiğini söyleseydi ve Tanrı’nın gözetmiş olduğu amaçları
bize bildirmeye koyulsaydı durum çok farklı olurdu.
Ama Heidegger bunu yapmaz ve hayatta yolumuzu bulma hususunda bizi
kendi başımıza bırakmayı tercih eder. Din, batı insanına hem
bir evren açıklaması, hem de buna uygun bir değerler sistemi
sunar, dolayısıyla hedef ve yol da gösterir. Tanrı inancının
yitirilmesi, birçok insandan tüm bunları alıp götürmüştür.
Şimdi bir çoğumuz anlamdan, amaçtan ve değerden yoksun bir
dünyada yaşamakta olduğumuz duygusunu taşıyoruz. Bu durumdaki
birinin varoluşçu felsefeye varoluşunda bir anlam aramak için
ilgi göstermesi, olağandır. Ama bence bu felsefe kendisinden
bekleneni vermiyor.”
“-
Evet, Heidegger cevabını aradığınız bu soruların karşılığını
vermez. Ama doğrusunu söylemek gerekirse sizin istediğiniz şey de
çok fazla! Hangisi olursa olsun hiçbir filozofun, bu suallerin
hepsine cevap verebileceğini sanmıyorum. Bir süreden beri akademik
çevrelerinde, felsefe yoluyla ortaya tutarlı bir önermeler
sisteminden oluşan olgusal bir öğreti konulup, konulamayacağı
tartışılmaktadır. Birçok düşünür felsefenin sadece bir
aydınlatma etkinliği olduğunu vurgular. Wittgenstein’ın çok
yalın ama çok da etkili olan bir ifadesini hatırlayalım: Felsefe
dünyayı olduğu
gibi
bırakır.
Çünkü felsefe bize dünyayla ilgili yeni bir bilgi ya da kuram
sağlamaz. Felsefeden insanlığa dinsel inanç canlılığında bir
şey sağlamasını bekleyemeyiz. Heidegger bu hususların iyice
anlaşıldığı bir dönemde yaşadığı için, felsefenin
sınırlarının bilincindeydi. O bunu şöyle dile getirir: Felsefe
bir kez daha yetersiz gereçleriyle yetinmeyi öğrenmelidir! “
“ – Ben
genel anlamda dindar biri sayılmam, ama Heidegger’i irdeledikten
sonra da bana nihai sorunlar halen çözülmemiş gibi görünüyor.
Onun bıraktığı yerden bir adım daha ileri gitmek gerekir. Acaba
bu noktadan sonra nereye ulaşabiliriz? Heidegger’in felsefesi
nihai bir hedef gibi görünmez bana, o bizzat bir felsefe olmaktan
çok, sanki başka türden bir felsefeye açılan bir “kapı”
gibidir.”
“-
Evet, bu felsefe entelektüel bir hazırlık programı gibidir.
Heidegger’in ortaya koyduğu yaklaşımla yolunu açtığını
söylediği bu öğreti, şimdiki felsefelerden öylesine farklı
olacaktır ki, onu felsefe terimi tam olarak tanımlayamaz. Orijinal
bir düşünme yolu açma çabasının başlangıçta bir tür deneme
tarzında olması ve el yordamıyla ilerlemesi kaçınılmazdı.
Heidegger kendisinden “yolcu” ya da “öncü bir düşünür”
olarak söz edilmesinden hoşlanırdı. Kendisi amacının ne
olduğunu açıkça dile getirmez, çünkü o henüz hedefe ulaşmamış
olup, sadece bir ‘yolcu ve öncü’dür. Kuşkusuz bu yolda ‘el
yordamıyla ilerleme zorunluluğu’, büyük ve yepyeni bir sistemle
karşılaşmayı veya dine dönüşü bekleyenlerin çok sabırlı
olmalarını gerektirmektedir. Ama, başka ne yapabiliriz ki?”
“-
Son çözümlemede varoluşçuluk, bana dindarlık öncesi bir görüş
gibi geliyor. Yani bu felsefeyi baştan sona incelediğimiz zaman,
varoluşçuluğun bizi getirip bıraktığı yer ‘dinin eşiği’dir.
Veya belki de şöyle dememiz daha uygun olur: Varoluşçuluk insanı
bir tercih ile karşı karşıya bırakır ve bu, dini bir
tercihtir.”
“-
Evet, nihai tutum ile uğraşan felsefe, insanı varoluşun dinsel
alanına yöneltir. Bu alanda insanın alacağı konum ise tamamen
kendine kalmış bir şeydir.” 12
Aslında
bu sohbette çizilen tablo ilginç olmakla beraber, önemli bir
hatası vardır: Bir
kilise görevlisinin oğlu olarak dünyaya gelen Heidegger, küçük
yaşından itibaren dine ve felsefeye büyük bir ilgi gösterir.
Liseyi bitirir bitirmez, rahip adayı olarak din eğitimi almaya
başlayan Heidegger, üniversitede de Katolik İlahiyatı ve Ortaçağ
felsefesi bölümünü tercih eder.
Heidegger,
kişisel gözlemleri ve araştırmaları sonunda; insanlığın yoğun
bir bunalım yaşamakta olduğu kanaatine ulaşır. Ona göre bu
problemin sebebi, insanoğluna temel özelliklerini unutturan tek
yanlı ve dengesiz teknolojik yabancılaşmadır (Entfremdung). “Son
derece aykırılaşmış olan bu varoluş biçimi”nin
sonucu olarak Batı kültürü, genel bir düşüş hali içine
girmiştir. Bu vahim durumdan kurtulabilmenin yegâne yolu, tek tek
her bireyin derin bir tefekkür çabasıyla “varoluş”u
inceleyerek tekrar “Varlığa” yakınlaşmasından geçer.
Heidegger’in
özel terminolojisinde (gerçek) “Varlık” terimi, “Tanrı”
anlamı da taşır.
Aslında
günlük yaşantısında herkes zaman zaman “voroluşunun manâsını”
kendi kendine sorar. Fakat günlük meşgaleler veya rutin işler
çoğu zaman bize bu soruyu ve onun özel önemini unutturur. Hatta
bilimsel araştırmaların da gerisinde, bu soruya cevap bulma gayesi
yatar.
Heidegger
bu tespitlerinin sonucunda; kendine başlıca “varoluş gayesi”
olarak, “tek tek her insana-en ideal şartlar içinde bu
temel soruyu sordurma
ve en uygun karşılığı buldurma-hususunda rehber olmayı”
belirlediğini ve tüm insanlığa varoluşun ne anlama geldiğini
açıklamak ve ona kurtuluş yolunu göstermek için de “Varlık ve
Zaman”ı kaleme aldığını söyler. Diğer tüm eserleri ve
konferansları da hep bu amacı teyit içindir.
Heidegger,
akademik hayatının en başından itibaren, kendisi için nasıl
böyle kesin ve açık bir “dini misyon” belirlemiş olduğunu
şöyle anlatır: “Akademik
çalışmalarıma, 1909-1910 kış döneminde, Freiburg
Üniversitesi’nde ilahiyat alanında başladım. Dört sömestreden
sonra, felsefe dalına geçmeye karar verdim. Fakat dinbilim
alanındaki tartışmalara olan özel ilgim nedeniyle katılmaya
devam ettiğim teoloji konulu konferanslar beni çok etkiledi.
Özellikle Carl Braig’ın ‘Dini Dogmaların Sistematik Analizi’
konulu konuşması bana, dini konuların sistematize edilmesinde
Scheling ve Hegel’in felsefelerinin ne kadar değerli olduğunu
kavrattı. Böylece benim ideal ve temel çalışma alanım ortaya
çıkmış oldu: Metafiziksel ontoloji ve
teoloji...”
Ve Heidegger ömrü boyunca bu hedefe doğru ilerlemeye devam eder ve
sonunda ona ulaşır.
Evet,
gerçekte Heidegger, Kierkegaard’ın “çözüme
yönelik olan 3üncü basamağını”
aşırı derece özgün bir yöntem ve çok özel bir dil ile
bütünüyle orijinal bir tarzda ifade eder. Ve felsefeyi dine veya
teolojiye son derece yaklaştırıp, bu iki alanı adeta
özdeşleştirir. Akademik kariyerini de, “felsefenin
artık, yerini ‘dine’ bırakarak entelektüel yaşamdan
çekilmesi
gerektiğini”
söyleyerek noktalar. Ancak, “batı dünyası sanki bu durumun
farkında değilmiş” gibidir.
Gelelim
bu durumun sebeplerine: Heidegger’in Naziler ile, ikinci dünya
savaşından hemen önceki dönemde ve savaş yıllarında
gerçekleştirdiği bazı ilişkiler; belirli çevrelerde, onu
“dışlayan” bir tutumun doğmasına yol açmıştır. Daha
sonraları, onun kesin olarak suç sayılabilecek bir eylemde
bulunmadığı kanaati ağır basmış olmasına rağmen, yine de
eser ve konferansları; bu çevreler tarafından göz ardı
ettirilmeye, unutturulmaya veya ikinci plâna itilmeye çalışılmıştır.
Bu tutumun Heidegger üzerinde bazı olumsuz sonuçları da olmuştur.
Batılı aydınlarca yeterince tanınmamak ve bilinmemek, bunlardan
biridir. Ve meselâ bu çerçevede, genelde Heidegger’in,
Kierkegaard’dan farklı olarak, varoluş ve ölüm gerçekliği
karşısında bireyin takınması gereken tavırdan ve çözüm
önerilerinden söz etmeyip, bunları ferdin kendi kişisel tercihine
ve kararına bıraktığına inanılır. Bu hatalı kanaatlerin bir
de teknik nedeni vardır: Heidegger’in mecazlar, söz sanatları ve
son derece özel sembollerle bezeli ve sadece kendine has olan
üslûbu, hatta lisanı....
Bu
olguda bir yere kadar, belki hocası Husserl’in aşırı “soyut
eğretilemeci” üslubunun tesiri bulunabilir. Fakat Heidegger,
diğerlerinde olduğu gibi bu konuda da ondan çok “farklı ve
özgün”dür. O kadar ki, göstergebilim, linguistik, yorumbilim ve
retorik gibi teknikler ve yöntemlerle dizayn edilmiş, son derece
özel ve zengin bir eğretileme ve sembol sistemine sahip metinlerin
yazarı olan Heidegger; bunlarla da yetinmeyerek, adeta kendine has
bir Almanca ve sadece ona özgü bir Yunanca için “yepyeni bir
vokabüler sistem” üretmiştir. “Heideggerce” veya “Heidegger
lisanı” diyebileceğimiz bu dilde, meselâ sadece “olmak”
ile biten 100 yeni kelime mevcuttur. Bu durumda, görmek ve göstermek
istemeyenler bir yana; onun yazılarını sıradan felsefi metinler
gibi okuyup geçenlerin-isteseler bile “göremeyecekleri”-pek
çok şey olması tabiidir.. Okuyucu; bu eserleri okurken, özellikle
anahtar kavramları anlayabilmek için “Almanca-Yunanca-Heidegger
lisanından” oluşan üçlü bir dilin gramer ve sentaksıyla
birlikte, onun özgün retoriğini de hesaba katarak; dinamik bir
hermönetik bir çerçevede “düşünmek, hissetmek, yorumlamak ve
anlamak” zorundadır. Heidegger, yine pek bilinmeyen bu yönü
nedeniyle de dünyadan, ardında tamamen yeni bir bakış açısı
ve teknikle en baştan itibaren tekrar tekrar okunup incelenmesi
gereken bütünüyle orijinal ve zengin bir “metin mirası”
bırakarak ayrılmıştır. Fakat bu olgu; batı felsefe
literatüründe pek yaygın olarak yer almaz.
Heidegger,
açık bir dini terminolojiyle felsefe yapmayışının sebebini
şöyle açıklar: “Hıristiyanca bir felsefe teşebbüsü,
demir gibi sertleşmiş, esnekliğini bütünüyle yitirmiş olan
tahtadan bir malzemeyle oymacılık yapmaya
benzer.......Karşı cephenin sorularına cevap arayanlar,
Hıristiyanlıkta kendilerine hiçbir sığınacak yer bulamazlar.
Oysa; Kant, Hegel, ve Schellig, hatta Tanrı öldü sözüyle bilinen
Nietzche bile bu amaç için çok büyük imkânlar sağlamışlardır.
Meselâ, sadece mevcut Yahudi-Hıristiyan geleneğindeki dejenere
inancın ölümünden bahsetmek isteyen ve son derece yanlış
anlaşılan Nietzche; ‘...-Ölen, sadece ahlâk
Tanrısı’dır!’ derken, aslında ideal Tanrı’nın
varlığına inanan ve bu Tanrı’yı tutkuyla arayan son
Alman düşünürü olmuştu.”
13
Hıristiyan
teolojisinde aradığını bulamayan Heidegger; henüz tasarlamakta
olduğu felsefi sistem için gerekli kavramsal altyapının İslâm’da,
özellikle de “Vahdet-i Vücud” yaklaşımında var olduğunu
müşahede etmiştir. T. İzutsu, “İslâm’da Varlık Düşüncesi”
adlı eserinde bu tespiti ayrıntılı olarak ele alarak, tatmin
edici bir şekilde belgelemiştir.
Ülkemizde
pek yaygın olarak bilinmeyen bu hususu, takdire şayan bir tarzda
belirleyen genç düşünürlerimizden Hakan Yalman’ın “Kuantum
Dilinde Kâinatın Hecesi”
adlı eseri, bu konu için ilginç bir örnek teşkil eder. H.
Yalman, bu kitabında en komplike ve soyut akaid esaslarını izah
için; bilimin en son veri ve bulgularını, “Kur’an nasları”
ile müşterek bir felsefi plâtform ve potada senteze tâbi
tutarken, zaman zaman Heidegger’in görüşlerini referans olarak
vermekte ve onlardan da yararlanmaktadır. Buradan anlaşılan,
Heidegger “Vahdet-i Vücud” yaklaşımını basitçe iktibas
etmeyip; onu, zamanının ihtiyaç ve anlayışına göre yorumlayıp,
uyarlayarak yeniden sistemleştirmiştir. 14
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder