Genelde
net ve açık bir “lisana” ve terminolojiye sahip olan bilimde
ilerleme, bilimsel metot denilen belirli ve standart birtakım
araştırma ve düşünme tekniklerinin uzun yıllar boyunca çok
sayıda bilim adamı tarafından müştereken benzer olgu
gruplarına uygulanmasıyla mümkün olmaktadır. Ancak ve ancak bu
yolla, Kepler'in ortaya koyduğu hareketle ilgili bağıntılar,
Newton'un kütle çekim kanununun özel bir hâli olarak
geçerliliğini sürdürebilmiş ve yine “çok geniş olmayan
mekanlarda ve çok yüksek olmayan hızlarda” oldukça iyi
sonuçlar veren Newton'un bu teorik ifadesi, çok sonraları
Einstein tarafından ortaya konan ve “daha büyük hız ve
mekanlarda” da geçerli olan rölativite teorisinin bir alt
bağıntısı hâlinde kullanılabilirliğini sınırlı da olsa
koruyabilmiştir. Yine bu ortak metot ve tekniklerin asırlar boyunca
farklı ülkelerde yaşamış binlerce bilim adamı tarafından
atom modeli gibi tek bir konuya tatbiki sonucu, günümüzde
ortak olarak benimsenen son derece karmaşık ve yüksek teorik
düzeyli atom teorisinin ve bununla ilgili sayısız teknolojik
uygulamanın gelişimi mümkün olabilmiştir.
Her
ne kadar; bilimin tarihsel gelişim süreci içinde, dönem dönem
birbirlerine rakip hipotezlerin ortaya atıldığı olmuşsa da,
özellikle teori ve kanunların, "tek, aynı ve bir" olan
kâinattan ölçme, gözlem ve deneyle elde edilen verilere
dayanmaları, doğruluklarının testinin de yine kâinata bakarak
mümkün olması, kısacası bilimsel tartışmalarda her zaman
“varlığın ve olayların” reel hakemliğine müracaat etme
imkânının bulunması, felsefe ile bilim arasındaki en önemli
farklılıklardan ikincisidir.
Mantık
ve matematik gibi formel disiplinlerde de her zaman, üzerinde
herkesin kolayca ve süratle mutabakata varabileceği ortak
sonuçlara ulaşmak mümkündür. Her ne kadar bu disiplinler formel
yani, tamamen biçimsel nitelikli oldukları için "ampirik
muhtevaları” bulunmasa da, sistemin birimleri ile genel
çatısını birbirine bağlayan iyi tanımlanmış işlemler
vasıtasıyla herkesin, tartışma götürmez bir kesinlikle ortak
sonuçlara ulaşmasının yolu daima açıktır.
Acaba
"Hayat nedir?", "Yaşamamızın gayesi nedir?",
"Kâinatın varoluş amacı nedir?"; "İyi nedir?"
veya "En doğru ve mantıklı yaşama şekli
nasıldır?" türünden bilimin
ilgi alanı dışında tutulan
ancak insanlık için önemi aşikar olan sorular için, geçerli
ve yeterli bilgi sağlama potansiyeline-tanımı ve yapısı
gereği- sahip olmadığı görülen felsefe dışında, güvenilir
cevaplar bulacağımız bilgi kaynakları yok mudur? Aradığımız
bu bilgi kaynağının geçerlilik ve yeterliliğinin, günümüzde
genelde kabul gören bilgi edinme ve düşünme yöntemleri olan
bilimin ve formel disiplinlerin kriterleriyle ilişkisi nasıl
olmalıdır? Aslında bu tür soruların tamamının
karşılıkları, "insanın ve kâinatın varoluş sebebi
veya amacı nedir?" sualinin cevabıyla ilişkilidir. Eğer
başarılabilirse, bu temel sualin cevabıyla belirlenecek "amaç"
doğrultusunda, ilgili bütün diğer soruların karşılıklarının
da ana çerçevesi ortaya konmuş olacaktır.
Gerçekte,
bu soruları tamamen bilimin ilgi alanı dışında görmek
doğru değildir. Fizik, astronomi, kimya ve biyoloji gibi bilim
dallarının verileriyle şekillenen “varlık modeli”, insan
ve kâinatın varoluş amaçlarına dair çok önemli veriler
ihtiva etmektedir.
Özellikle
"antropik kozmoloji prensibi" çerçevesinde ifadesini
bulan kâinat modeli, yukarıda sözünü ettiğimiz temel sorunun
cevabını açık bir şekilde ihtiva etmektedir. Antropik kozmoloji
prensibinin dayandığı gerçeklerden birkaçını gözden
geçirelim:
Büyük
yaratılış patlaması ile genişlemeye başlayan kâinatın
bünyesinde, atomaltı parçacıklar varedilmeye başlanmıştır.
"Genişletici" kuvvet ile gravitasyonel "bir araya
getirici" kuvvet arasında başlangıçtan itibaren çok hassas
bir denge kurulmuştur. Kâinat; "çekim kuvveti değeri biraz
daha yüksek olduğu için genişlemeden çöken model" ile
"genişletici kuvvet değeri, bünyesindeki tüm materyali
zerrelerine kadar birbirinden ayıracak kadar büyük olduğu
için hiçbir zaman nebulaların ve yıldızların teşekkül
etmediği model"in tam ortasında yer alan "kritik
hızla genişleyen model"e uygun özelliklere sahip olarak
yaratılmıştır. J. Scheppach, Bilim ve Teknik dergisinin 91.
sayısında yayınlanan "Kâinatımızın Yedi Büyük
Bilmecesi" başlıklı makalesinde bu husus şöyle dile
getirilir: “Kâinatımız, nasıl ‘alabildiğine genişleme’
ile ‘içine çökme’ arasındaki kıldan ince denge
üzerinde, bugünkü harikulâde yapısını kazanabildi?
Düzensiz bir durumdan itibaren böyle hassas bir sonucun rast
gele oluşma ihtimali bire karşı 10133
dür.
Üslü sayıların yanıltıcı olabilen “küçük görünüşleri”
sebebiyle bu değeri 1/1000....(133 adet)...000 şeklinde
tahayyül etmeye çalışmak yararlıdır. Bu mucize, nasıl olur
da tesadüflere havale edilebilir?”
Kâinatın
genişleme hızının "kritik limit” içinde bulunması
"gerekli" olmakla birlikte "yeterli" olmaktan
uzaktır. Kritik hız limiti dahilinde de olsa, son derece büyük
bir süratle genişleyen kâinatta mevcut atomların, mekan içinde
homojen bir tarzda dağılmaları nebulalar halinde bir araya
gelmelerinden çok daha “muhtemel” bir olaydı. Tıpkı bir
odaya sıkılan sprey içindeki moleküllerin, odanın bir
köşesinde toplanmaları gibi “beklenmedik” bir şekilde; genç
kâinatı teşkil eden atomlar, sonuçta yıldızlar için birer
dölyatağı fonksiyonu görecek olan dev gaz bulutları halinde bir
araya gelip yoğunlaştılar.
NASA'dan
astronom Prof. R. Justiow, kâinatın bu “antropik gayelilik”
özelliği hakkında şunları söyler: "Temel fiziksel
sabitler ve bağıntılar vasıtasıyla kâinatın genel yapısı,
insan hayatının tezahürünü ve devamını mümkün kılacak
çok dar limitler içinde biçimlendirilmiştir.” Meselâ bilinen
dört temel kuvvetten "nükleer kuvvetin" tayin edilmiş
değeri, eğer "elektromanyetik kuvvet"e göre biraz daha
fazla olsa idi, "nötronsuz iki protonlu çekirdek" yapısı
mümkün olurdu. Bu ise kâinatın temel yakıtı olan hidrojenin
daha başlangıçta tükenmesine yol açardı. Eğer nükleer
kuvvetin tayin edilmiş değeri, biraz daha noksan olsa idi, bu
defa da kâinatta hidrojen atomu dışında hiçbir kimyasal
yapı mümkün olamazdı.
Canlıların
inorganik unsurları olan oksijen, karbon, azot, kükürt, demir ve
kalsiyum gibi elementler; Big Bang’den sonra varedilen ve hidrojeni
hem yakıt, hem de helyumla beraber ham madde olarak kullanan
fırınlar şeklinde fonksiyon gören birinci nesil yıldızların
bünyesinde imal edilmiştir. Dünyamız ve bizler de bu eski
yıldızların küllerinden yaratıldık. Organik maddelerin
yapısında bulunan atomlar içinde karbonun özel bir yeri vardır.
Bu yüzden organik kimya terimi, "karbon kimyası" ile
özdeştir. Kâinatın gayesiyle ilgili program içinde belki de
bu nedenle karbon atomunun sentezine sanki hususi bir itina
gösterilmiştir.
Bu
türden birçok gözlem sonucu "Kâinat insan için
yaratılmıştır." şeklinde ifade edilen "antropik
prensip" günümüzde astronominin temel esaslarından biri
olarak bilim adamlarınca yaygın bir şekilde benimsenmektedir.
Artık "Antropik prensip geçerli midir?" yani "Kâinat,
insan için mi yaratılmıştır?" sorusu daha fazla tahkike
gerek duyulmayacak bir açıklıkla cevaplandırıldığı için,
bundan sonraki merhalede, kâinatın insan için yaratıldığı
gerçeğine dayanarak, henüz cevaplandırılamamış olan sorulara
herkesçe benimsenebilecek karşılıklar aranmaktadır. Bu gelişme,
“Kâinatın bir gayesi var mıdır?” sorusunu bilimin sahası
dışında gören yanlış anlayışı da yıkmıştır.
Antropik
prensibe dayanarak cevabı bulunan sorulara bir örnek olarak,
insan hayatı için büyük öneme sahip bulunan karbon atomunun
sentez mekanizmasının açıklığa kavuşturulması
gösterilebilir. İki proton ve iki nötrondan müteşekkil helyum
atomunun oldukça kararlı bir yapısı vardır. Helyum
çekirdeğinin tam katı kadar nükleon ihtiva eden (karbon- 12 ve
oksijen-16 gibi) elementler de kararlıdır Ancak bu kuralın
berilyum-8 gibi çok önemli bir istisnası vardır. Eğer herhangi
bir yolla iki proton ve iki nötrondan müteşekkil 2 alfa
parçacığı birleşir de dört proton ve dört nötrondan
müteşekkil bir berilyum-8 çekirdeği meydana getirirlerse, bu
yapı 10-17
saniye gibi son derece kısa bir an içinde parçalanarak,
dağılır. Oysa karbon-12 sentezi için, bu kararsız çekirdeğe
bir alfa parçacığı daha eklenmelidir.
Acaba
çevremizde çok bol bulunan karbon-12 atomu nasıl meydana
gelmiş olabilir? Bu soru uzunca bir süre cevapsız kalmıştır.
Bazı teorisyenler, çok özel şartlarda üç ayrı helyum
parçacığının aynı anda birbirine çarparak karbon-12
çekirdekleri oluşturmuş olabileceklerini iddia ettiler.
Ancak hesaplamalar, bu tür bir reaksiyonun ancak çok seyrek
olarak meydana gelebilecek istisnai hâllerden sayılacağı için,
kâinatta mevcut bütün karbon-12 atomlarının teşekkülünün
bu yolla açıklanamayacağını gösterdi.
F.
Hoyle, kuantum mekaniği esaslarına dayanarak karbonun, helyum ve
berilyumdan "rezonans özelliği" sayesinde sentezlenmiş
olabileceğine ilk defa dikkat çeken bilim adamı oldu. Kuantum
mekaniğine göre her atom, önceden belirlenmiş muayyen enerji
seviyelerine sahiptir. Bir atomik yapının en kararlı hâli, en
düşük enerji seviyesindedir. Herhangi bir yolla dışarıdan
enerji alması halinde sistem, daha yüksek enerji seviyelerine
yükselebilir.
Helyum-4,
berilyum-8 ve karbon-12 atomlarının enerji seviyeleri
arasındaki "antropik uygunluk" veya rezonans özelliği,
berilyum-8'in normalde 10-17
saniye olan çok kısa ömrüne rağmen, hızlandırılarak verimi
artırılmış ardışık
4He+4He←→8Be
8Be+4He→12C+2γ
reaksiyonlarıyla,
yeryüzünde hayatı mümkün kılacak kadar karbonun sentezine imkân
sağlamıştır.
Bu
probleme çözüm aranan o yıllarda, karbon-12'nin rezonans yoluyla
bu reaksiyonu mümkün kılacak bir enerji seviyesine sahip olduğu
henüz bilinmemekteydi. F. Hoyle, antropik prensibe dayanarak:
"Madem ki yeryüzünde insan yaşayabilmektedir, o halde
karbon atomunun 7.6 mega elektronvoltluk bir enerji seviyesi
bulunmalıdır."15
şeklinde bir teorik çıkarımda bulundu. Bu tahmini test etmek
üzere W. Fowler başkanlığındaki bir nükleer fizikçi
grubu uzun ve yorucu lâboratuar deneylerine ve hesaplamalara
giriştiler. Sonuçlar, Hoyle'dan başka bütün diğer bilim
adamlarını şaşırttı.
Gerçekten
karbonun, yıldızların bünyesinde "Helyum→Berilyum→Karbon"
sentez zincirinin tahakkuku için "rezonans" temin
eden 7.6 mega elektronvoltluk bir enerji seviyesine de sahip
bulunduğu ortaya çıkmıştır. Bu önemli keşif, tamamen antropik
prensip sayesinde gerçekleştirilmiştir.
Antropik
prensibin geçerliliğini gösteren delillerin hepsi, böyle
kâinatın uzak kısımlarından derlenmiş değildir. Güneş
sistemimizin ve daha yakın çevremizin birçok fiziksel, kimyasal ve
biyolojik özelliği de antropik kozmoloji kanununun evrenselliğini
teyit eder. Bir önceki bölümün sonunda yer verilen Prof. C.
Yıldırım’ın “geçerli mantıksal çıkarım kalıbı”
örneğindeki öncülleri de kapsayan bilimsel bulgu veri ve
bulguların bir kısmı burada tekrar gözden geçirilecektir: Dünya
bir yandan kendi ekseni çevresinde saniyede yaklaşık 500 m
hızla dönerken, diğer yandan da saniyede 30 km kadar bir hızla
güneşin etrafında dolaşır. Neticede oluşan merkezkaç kuvvet
vasıtasıyla dünya güneşten, hayat için en uygun mesafe olan
149 000 000 km uzaklıkta tutulur. Dönüş hızı daha az
olsaydı dünya güneşe yaklaşır ve aşırı derecede
ısınırdı. Gündüzler de uzayacağından bu etki daha da
artardı. Aksi durumda ise dünya buz kitleleriyle tamamen
kaplanacak kadar soğurdu.
Bütün
gökcisimleri gibi dünya ve güneş de belirli miktarlarda
elektrik yüküne sahiptir. Bu elektrik yükü, bugünkü değerinden
sadece trilyonda bir oranında farklı olsaydı, dünya-güneş
arası mesafe, aşırı ısınmaya ve yerkabuğunun tamamen
ergimesine yol açacak kadar azalabilir, ya da mevcut suyun
tamamının donmasına sebep olacak kadar artabilirdi.
Dünyanın
güneşten belirli bir uzaklıkta tutulmasına vasıta olan
merkezkaç kuvvetin etkisiyle, dünyanın kendi ekseni ile dönüş
ekseni arasında ya "0" ya da "90" derecelik
bir açı oluşması beklenirdi. Oysa, bu açının 23 derece
olması sağlanmıştır. Böylelikle kutupların sürekli
karanlıkta kalması sonucu okyanuslardan yükselecek buharların
buralarda dev buz tabakaları oluşturmaları önlenerek dünyanın,
kuzey ve güney yarıkürelerinde buzdan kıtalar, ekvator bölgesinde
aşırı sıcak bir kuşak ve bunların ortalarında sürekli
yağışlar ve sellerin tesiriyle oluşmuş derin vadilerden ve
kayalıklardan müteşekkil, hayata elverişsiz bazı bölgelerden
ibaret korkunç bir gezegene dönüşmesi engellenmiştir.
Ay
da dünyadan en uygun mesafedeki bir yörüngeye
yerleştirilmiştir. Dünya ay arası mesafe eğer 380 000
kilometreden az olsaydı, gel-git olayları şiddetlenebilir ve
kıtalar ile üzerlerindeki dağların silinmesiyle bütün
yeryüzü ortalama 25 km yüksekliğinde sularla kaplanabilirdi.
Jeolojik
veriler, geçmişte bir dönem yerkürenin tamamen ergimiş cevherden
ibaret ateşten bir küre halinde olduğunu göstermektedir. O
dönemde, şimdi okyanusları teşkil eden sular, atmosfer içinde
buhar hâlinde bulunmaktaydı. Zamanla soğuyan dünyanın
atmosferindeki suyun bir kısmının yoğunlaşmasıyla yerkabuğu
içindeki çukurluklarda okyanuslar oluştu. Eğer yerkabuğu
ortalama birkaç metre daha kalın teşekkül etmiş olsa idi,
atmosferin bitki ve hayvan hayatı için son derece önemli
unsurlarının tamamına yakını; oksitler, karbonatlar ve
nitratlar hâlinde absorbe edilirdi. İlk atmosferdeki su buharı
miktarı da tam okyanus çukurlarını doldurarak "buharlaşma,
bulut teşkili, yağış, akarsu" çevriminde yeterli miktarda
suyun sirkülasyonunu sağlayacak, ayrıca da yeryüzü sıcaklığını
belirli sınırlar içinde tutacak seviyede ayarlanmıştır.
Su
buharının tamamına yakınının yoğunlaşarak okyanusları
teşkil etmesinden sonra, atmosferde bırakılan gazların
miktarı eğer daha az olsaydı, kozmik ışınlar ve şimdi
her gün atmosferde yanıp, eriyen irili-ufaklı milyonlarca
meteorun çarpmasıyla yeryüzü delik deşik edilirdi. Eğer bu
gazlar daha fazla olsaydı, bu defa da yeryüzüne ve denizlere
fotosentez için gereken miktarda güneş ışını ulaşamazdı.
Uzayın vakumuna, en dıştaki iyonosfer tabakasını teşkil
eden atomların elektriksel olarak birbirlerini itmelerine,
milyarlarca yıldır yerkabuğu kırıklarından, volkanik
faaliyetlerle yüz milyarlarca ton zehirli gaz çıkmış olmasına
ve hayvanların solunum faaliyetiyle oluşmuş milyarlarca tonluk
karbondioksite rağmen atmosferin kalınlığı ve bileşimi
hayata en uygun sınırlar içinde sabit tutulmaktadır. İnsan
vücudunda pek çok örneğini gördüğümüz sibernetik regülasyon
mekanizmalarının birçok faklı biçimine yerkürenin
atmosferinden, toprak tabakalarına; sularından bitki ve hayvan
ekosistemlerine kadar, bozucu etkilere açık tüm unsurlarında da
rastlanmaktadır.
Oksijenin
hayat olaylarında özel bir yeri ve önemi vardır. Bu gazın
atmosferde yaklaşık %21 oranında bulunması sağlanmıştır. Eğer
bu oran daha yüksek olsaydı; yıldırım veya şimşek gibi
etkenlerle yanabilir özellikteki her şey tutuşur, kül olurdu.
Aksi durumda da oksidasyona bağlı solunum fonksiyonları,
patlamalı motorların çalışması, maden cevherlerinin
saflaştırılması, kaynatma, pişirme ve ısınma gibi
faaliyetler kısmen ya da tamamen aksardı.
Bu
şekilde hayata en uygun fiziksel şartlarla donatılan yeryüzü,
daha sonra, iç içe geçmeli trilyonlarca canlı üniteden
oluşan bir ekolojik kanaviçe ile bezenmiştir. Bu dinamik
ekolojik yapı bünyesine; bitkiler, diğer bütün canlıların
beslenmesi ve solunumu için gerekli gıdayı ve oksijeni imal
eden üreticiler; otçullar, protein fabrikaları, etçiller;
sistemin zoolojik ünitelerini nitelik ve nicelikçe belirli
sınırlar içinde tutmakla mükellef kontrolörler olarak
yerleştirilmiştir.
Bu
ekopiramidal tahtın üzerinde de "insan" bulunur.
İnsanın, bütün ekosistemler üzerinde tasarruf kabiliyeti
mevcut iken; diğer canlıların türlerine has davranışları ile
bunların sonuç ve etkileri, genellikle yaşamakta oldukları
lokal ekosistemin içindeki belirli kalıpların ve sınırların
dışına çıkamaz.
İnsanoğlunun
biyolojik alemde böyle müstesna bir yere sahip oluşu,
"antropik ekoloji prensibi"nin esasını teşkil eder.
Bu prensip, "bütün canlılar bir yana, insan bir yana"
ya da "bitki olsun hayvan olsun, her canlı türü neticede,
yeryüzünde insanın yaşamasına en uygun biyolojik şartları
sağlayacak tarzda fonksiyon gören eko-ünitelerdir"
şeklinde ifade edilebilir.
Görüldüğü
gibi, kâinatın, bilimin verileriyle apaçık bir tarzda
ortaya çıkan bir "gayesi" vardır. Bu sonuca
ulaştıktan sonra sıra, "insanın gayesine" gelir.
Acaba insan, niçin yaratılmıştır?
Bu
soruyu bir sanatçı lirik bir ifadeyle şöyle sorar: “Güneşi
doğarken seyretmişsinizdir, günün safha safha canlanışını...
Ufkun kan kırmızısından boncuk maviye dönüşünü... Gökyüzü
gözbebeğimize düşer de, ufukları, onun üzerine çizer her
sabah. Gün ışıkları her sabah taşı, toprağı ağaçları,
dağları, çiçekleri ile bütün tabiatı gözbebeğimize taşır
ve içimizde yepyeni bir dünya kurar. Güneş de aslında; bir
dış aleme, bir de iç alemimize yani ruhlarımızın dünyasına
doğar her sabah... Uzak ufuklarda olduğu gibi, göz kapaklarımızın
gerisindeki yakın semanın ufkunda da tulû ederek; içimizi de
dışımızı da aydınlatıp, renklendirir. Varlık aleminin
ortasında, kristal bir küre, koskoca kâinatın her şeyi ile
gelip yansıdığı bir ayna gibidir insanoğlu. Kâinat her an
bütün varlığıyla bu aynaya doğru gelip akıyor gibidir;
gökyüzüyle, güneşiyle, yağmuruyla, meyvesi ve deniziyle...
Varlık alemi sanki bir okyanus, insan da sahili gibidir âdeta bu
uçsuz bucaksız denizin. Her an coşan bu okyanustaki her şey,
dalga dalga bu sahile gelir... Bir çiçek kokusuyla, meyve
lezzetiyle, bulut yağmuruyla koşar, insana gelir... Neden
acaba? Sahi acaba neden her şey bizim hizmetimize koşar? ”
Evren
ve insanın varoluş amacının tahlilinde kullandığımız veri ve
bulguların çoğu, başta fizik, kimya ve biyoloji olmak üzere
çeşitli bilim dallarıyla ilgili kitaplarda ve dergilerde yer alan,
artık klâsikleşmeye yüz tutmuş yerleşik bilgilerdir. Geriye
kalanlar da göreceli olarak yakın tarihlerde bulunmuş ve bazı
bilim dergilerinde yayımlanmış daha yeni olgulara aittir. Ancak,
konuyla ilgili kaynakların hemen tamamında, tüm bu veri ve
olgular; birbiriyle ilişkilendirilmeksizin, ayrı ayrı “nötür
data parçaları” olarak ve herhangi bir şekilde yorumlanmaksızın
yer alır. Bu hâliyle bilim, teknoloji ve endüstri alanlarına
uygulamaya elverişli bilgiler üreten, ancak entelektüel hayatını
düzene sokmakta ve bir yaşama tarzı belirlemesinde insana fazlaca
bir katkı sağlamayan bir etkinlik durumuna düşmektedir. Ancak her
ne kadar bazı yön ve boyutları bakımından eksikleri olsa da,
felsefe ile kıyaslandığında bilimin yine de çok daha aktif,
üretken ve verimli bir faaliyet olduğu açıktır. Bu eksikleri
giderildiğinde bilim, en azından günlük hayatın somut ve pratik
ihtiyaçlarının giderilmesinde olduğu kadar, hatta belki de ondan
çok daha yaygın ve yoğun bir şekilde, soyut ve entelektüel
hayatımızda da bulunması gereken konuma yükselecektir.
Bilim,
esas olarak yararlı ve gereklidir. Bilimsel verilerin pratik
uygulaması olan teknoloji de hayatımızın her anıyla ve her
kesimiyle koparılması imkânsız bağlara sahiptir. Bilim ve
teknoloji olmaksızın günümüz insanın hayatını sürdürmesi,
artık mümkün görünmemektedir. Zararlı veya tehlikeli olan ne
bizzat bilim ne de teknoloji olmayıp, onların gerçekleştirilme ve
uygulamalarıyla ilgili bazı hususlardır.
Özellikle
anlamlandırma ve yorumlama boyutundaki noksanlıklar nedeniyle,
bilimsel ve teknolojik uygulamalar; çevrenin kirletilmenin de
ötesinde âdeta çılgınca tahribi, nükleer silahlanma yarışında
tüm insanlığı ve uygarlığı defalarca yok etmeye yetecek
miktarda silahın üretimi veya insanın kendi eliyle oluşturduğu
beton, demir ve plastik türünden yapay bir ortam içinde tabiattan
ve tabii olan her şeyden giderek izole olması gibi ürkütücü
sonuçlara yol açmıştır. Oysa, önde gelen bilim
felsefecilerince “insanı ve evreni tanıma ve anlama etkinliği”
olarak tanımlanan bilimin verilerinin çok daha güzel ve mutlu bir
dünyanın oluşturulmasında kullanılması da pekâla mümkündü.
Acaba bu niçin yapılamadı? Bu önemli ve zor sorunun cevabını
birlikte araştıralım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder