27 Mart 2015 Cuma

Bilimin Sağladıkları





Genelde net ve açık bir “lisana” ve terminolojiye sahip olan bilimde ilerleme, bilimsel metot denilen belirli ve standart birtakım araştırma ve düşünme tekniklerinin uzun yıllar boyunca çok sayıda bilim adamı tarafından müştereken benzer olgu gruplarına uygulanmasıyla mümkün olmaktadır. Ancak ve ancak bu yolla, Kepler'in ortaya koyduğu hareketle ilgili bağıntılar, Newton'un kütle çekim kanununun özel bir hâli olarak geçerliliğini sürdürebilmiş ve yine “çok geniş olmayan mekanlarda ve çok yüksek olmayan hızlarda” oldukça iyi sonuçlar veren Newton'un bu teorik ifadesi, çok sonraları Einstein tarafından ortaya konan ve “daha büyük hız ve mekanlarda” da geçerli olan rölativite teorisinin bir alt bağıntısı hâlinde kullanılabilirliğini sınırlı da olsa koruyabilmiştir. Yine bu ortak metot ve tekniklerin asırlar boyunca farklı ülkelerde yaşamış binlerce bilim adamı tarafından atom modeli gibi tek bir konuya tatbiki sonucu, günümüzde ortak olarak benimsenen son derece karmaşık ve yüksek teorik düzeyli atom teorisinin ve bununla ilgili sayısız teknolojik uygulamanın gelişimi mümkün olabilmiştir.
Her ne kadar; bilimin tarihsel gelişim süreci içinde, dönem dönem birbirlerine rakip hipotezlerin ortaya atıldığı olmuşsa da, özellikle teori ve kanunların, "tek, aynı ve bir" olan kâinattan ölçme, gözlem ve deneyle elde edilen verilere dayanmaları, doğruluklarının testinin de yine kâinata bakarak mümkün olması, kısacası bilimsel tartışmalarda her zaman “varlığın ve olayların” reel hakemliğine müracaat etme imkânının bulunması, felsefe ile bilim arasındaki en önemli farklılıklardan ikincisidir.
Mantık ve matematik gibi formel disiplinlerde de her zaman, üzerinde herkesin kolayca ve süratle mutabakata varabileceği ortak sonuçlara ulaşmak mümkündür. Her ne kadar bu disiplinler formel yani, tamamen biçimsel nitelikli oldukları için "ampirik muhtevaları” bulunmasa da, sistemin birimleri ile genel çatısını birbirine bağlayan iyi tanımlanmış işlemler vasıtasıyla herkesin, tartışma götürmez bir kesinlikle ortak sonuçlara ulaşmasının yolu daima açıktır.
Acaba "Hayat nedir?", "Yaşamamızın gayesi nedir?", "Kâinatın varoluş amacı nedir?"; "İyi nedir?" veya "En doğru ve mantıklı yaşama şekli nasıldır?" türünden bilimin ilgi alanı dışında tutulan ancak insanlık için önemi aşikar olan sorular için, geçerli ve yeterli bilgi sağlama potansiyeline-tanımı ve yapısı gereği- sahip olmadığı görülen felsefe dışında, güvenilir cevaplar bulacağımız bilgi kaynakları yok mudur? Aradığımız bu bilgi kaynağının geçerlilik ve yeterliliğinin, günümüzde genelde kabul gören bilgi edinme ve düşünme yöntemleri olan bilimin ve formel disiplinlerin kriterleriyle ilişkisi nasıl olmalıdır? Aslında bu tür soruların tamamının karşılıkları, "insanın ve kâinatın varoluş sebebi veya amacı nedir?" sualinin cevabıyla ilişkilidir. Eğer başarılabilirse, bu temel sualin cevabıyla belirlenecek "amaç" doğrultusunda, ilgili bütün diğer soruların karşılıklarının da ana çerçevesi ortaya konmuş olacaktır.
Gerçekte, bu soruları tamamen bilimin ilgi alanı dışında görmek doğru değildir. Fizik, astronomi, kimya ve biyoloji gibi bilim dallarının verileriyle şekillenen “varlık modeli”, insan ve kâinatın varoluş amaçlarına dair çok önemli veriler ihtiva etmektedir.
Özellikle "antropik kozmoloji prensibi" çerçevesinde ifadesini bulan kâinat modeli, yukarıda sözünü ettiğimiz temel sorunun cevabını açık bir şekilde ihtiva etmektedir. Antropik kozmoloji prensibinin dayandığı gerçeklerden birkaçını gözden geçirelim:
Büyük yaratılış patlaması ile genişlemeye başlayan kâinatın bünyesinde, atomaltı parçacıklar varedilmeye başlanmıştır. "Genişletici" kuvvet ile gravitasyonel "bir araya getirici" kuvvet arasında başlangıçtan itibaren çok hassas bir denge kurulmuştur. Kâinat; "çekim kuvveti değeri biraz daha yüksek olduğu için genişlemeden çöken model" ile "genişletici kuvvet değeri, bünyesindeki tüm materyali zerrelerine kadar birbirinden ayıracak kadar büyük olduğu için hiçbir zaman nebulaların ve yıldızların teşekkül etmediği model"in tam ortasında yer alan "kritik hızla genişleyen model"e uygun özelliklere sahip olarak yaratılmıştır. J. Scheppach, Bilim ve Teknik dergisinin 91. sayısında yayınlanan "Kâinatımızın Yedi Büyük Bilmecesi" başlıklı makalesinde bu husus şöyle dile getirilir: “Kâinatımız, nasıl ‘alabildiğine genişleme’ ile ‘içine çökme’ arasındaki kıldan ince denge üzerinde, bugünkü harikulâde yapısını kazanabildi? Düzensiz bir durumdan itibaren böyle hassas bir sonucun rast gele oluşma ihtimali bire karşı 10133 dür. Üslü sayıların yanıltıcı olabilen “küçük görünüşleri” sebebiyle bu değeri 1/1000....(133 adet)...000 şeklinde tahayyül etmeye çalışmak yararlıdır. Bu mucize, nasıl olur da tesadüflere havale edilebilir?”
Kâinatın genişleme hızının "kritik limit” içinde bulunması "gerekli" olmakla birlikte "yeterli" olmaktan uzaktır. Kritik hız limiti dahilinde de olsa, son derece büyük bir süratle genişleyen kâinatta mevcut atomların, mekan içinde homojen bir tarzda dağılmaları nebulalar halinde bir araya gelmelerinden çok daha “muhtemel” bir olaydı. Tıpkı bir odaya sıkılan sprey içindeki moleküllerin, odanın bir köşesinde toplanmaları gibi “beklenmedik” bir şekilde; genç kâinatı teşkil eden atomlar, sonuçta yıldızlar için birer dölyatağı fonksiyonu görecek olan dev gaz bulutları halinde bir araya gelip yoğunlaştılar.
NASA'dan astronom Prof. R. Justiow, kâinatın bu “antropik gayelilik” özelliği hakkında şunları söyler: "Temel fiziksel sabitler ve bağıntılar vasıtasıyla kâinatın genel yapısı, insan hayatının tezahürünü ve devamını mümkün kılacak çok dar limitler içinde biçimlendirilmiştir.” Meselâ bilinen dört temel kuvvetten "nükleer kuvvetin" tayin edilmiş değeri, eğer "elektromanyetik kuvvet"e göre biraz daha fazla olsa idi, "nötronsuz iki protonlu çekirdek" yapısı mümkün olurdu. Bu ise kâinatın temel yakıtı olan hidrojenin daha başlangıçta tükenmesine yol açardı. Eğer nükleer kuvvetin tayin edilmiş değeri, biraz daha noksan olsa idi, bu defa da kâinatta hidrojen atomu dışında hiçbir kimyasal yapı mümkün olamazdı.
Canlıların inorganik unsurları olan oksijen, karbon, azot, kükürt, demir ve kalsiyum gibi elementler; Big Bang’den sonra varedilen ve hidrojeni hem yakıt, hem de helyumla beraber ham madde olarak kullanan fırınlar şeklinde fonksiyon gören birinci nesil yıldızların bünyesinde imal edilmiştir. Dünyamız ve bizler de bu eski yıldızların küllerinden yaratıldık. Organik maddelerin yapısında bulunan atomlar içinde karbonun özel bir yeri vardır. Bu yüzden organik kimya terimi, "karbon kimyası" ile özdeştir. Kâinatın gayesiyle ilgili program içinde belki de bu nedenle karbon atomunun sentezine sanki hususi bir itina gösterilmiştir.
Bu türden birçok gözlem sonucu "Kâinat insan için yaratılmıştır." şeklinde ifade edilen "antropik prensip" günümüzde astronominin temel esaslarından biri olarak bilim adamlarınca yaygın bir şekilde benimsenmektedir. Artık "Antropik prensip geçerli midir?" yani "Kâinat, insan için mi yaratılmıştır?" sorusu daha fazla tahkike gerek duyulmayacak bir açıklıkla cevaplandırıldığı için, bundan sonraki merhalede, kâinatın insan için yaratıldığı gerçeğine dayanarak, henüz cevaplandırılamamış olan sorulara herkesçe benimsenebilecek karşılıklar aranmaktadır. Bu gelişme, “Kâinatın bir gayesi var mıdır?” sorusunu bilimin sahası dışında gören yanlış anlayışı da yıkmıştır.
Antropik prensibe dayanarak cevabı bulunan sorulara bir örnek olarak, insan hayatı için büyük öneme sahip bulunan karbon atomunun sentez mekanizmasının açıklığa kavuşturulması gösterilebilir. İki proton ve iki nötrondan müteşekkil helyum atomunun oldukça kararlı bir yapısı vardır. Helyum çekirdeğinin tam katı kadar nükleon ihtiva eden (karbon- 12 ve oksijen-16 gibi) elementler de kararlıdır Ancak bu kuralın berilyum-8 gibi çok önemli bir istisnası vardır. Eğer herhangi bir yolla iki proton ve iki nötrondan müteşekkil 2 alfa parçacığı birleşir de dört proton ve dört nötrondan müteşekkil bir berilyum-8 çekirdeği meydana getirirlerse, bu yapı 10-17 saniye gibi son derece kısa bir an içinde parçalanarak, dağılır. Oysa karbon-12 sentezi için, bu kararsız çekirdeğe bir alfa parçacığı daha eklenmelidir.
Acaba çevremizde çok bol bulunan karbon-12 atomu nasıl meydana gelmiş olabilir? Bu soru uzunca bir süre cevapsız kalmıştır. Bazı teorisyenler, çok özel şartlarda üç ayrı helyum parçacığının aynı anda birbirine çarparak karbon-12 çekirdekleri oluşturmuş olabileceklerini iddia ettiler. Ancak hesaplamalar, bu tür bir reaksiyonun ancak çok seyrek olarak meydana gelebilecek istisnai hâllerden sayılacağı için, kâinatta mevcut bütün karbon-12 atomlarının teşekkülünün bu yolla açıklanamayacağını gösterdi.
F. Hoyle, kuantum mekaniği esaslarına dayanarak karbonun, helyum ve berilyumdan "rezonans özelliği" sayesinde sentezlenmiş olabileceğine ilk defa dikkat çeken bilim adamı oldu. Kuantum mekaniğine göre her atom, önceden belirlenmiş muayyen enerji seviyelerine sahiptir. Bir atomik yapının en kararlı hâli, en düşük enerji seviyesindedir. Herhangi bir yolla dışarıdan enerji alması halinde sistem, daha yüksek enerji seviyelerine yükselebilir.
Helyum-4, berilyum-8 ve karbon-12 atomlarının enerji seviyeleri arasındaki "antropik uygunluk" veya rezonans özelliği, berilyum-8'in normalde 10-17 saniye olan çok kısa ömrüne rağmen, hızlandırılarak verimi artırılmış ardışık

4He+4He←→8Be

8Be+4He→12C+2γ

reaksiyonlarıyla, yeryüzünde hayatı mümkün kılacak kadar karbonun sentezine imkân sağlamıştır.
Bu probleme çözüm aranan o yıllarda, karbon-12'nin rezonans yoluyla bu reaksiyonu mümkün kılacak bir enerji seviyesine sahip olduğu henüz bilinmemekteydi. F. Hoyle, antropik prensibe dayanarak: "Madem ki yeryüzünde insan yaşayabilmektedir, o halde karbon atomunun 7.6 mega elektronvoltluk bir enerji seviyesi bulunmalıdır."15 şeklinde bir teorik çıkarımda bulundu. Bu tahmini test etmek üzere W. Fowler başkanlığındaki bir nükleer fizikçi grubu uzun ve yorucu lâboratuar deneylerine ve hesaplamalara giriştiler. Sonuçlar, Hoyle'dan başka bütün diğer bilim adamlarını şaşırttı.
Gerçekten karbonun, yıldızların bünyesinde "Helyum→Berilyum→Karbon" sentez zincirinin tahakkuku için "rezonans" temin eden 7.6 mega elektronvoltluk bir enerji seviyesine de sahip bulunduğu ortaya çıkmıştır. Bu önemli keşif, tamamen antropik prensip sayesinde gerçekleştirilmiştir.
Antropik prensibin geçerliliğini gösteren delillerin hepsi, böyle kâinatın uzak kısımlarından derlenmiş değildir. Güneş sistemimizin ve daha yakın çevremizin birçok fiziksel, kimyasal ve biyolojik özelliği de antropik kozmoloji kanununun evrenselliğini teyit eder. Bir önceki bölümün sonunda yer verilen Prof. C. Yıldırım’ın “geçerli mantıksal çıkarım kalıbı” örneğindeki öncülleri de kapsayan bilimsel bulgu veri ve bulguların bir kısmı burada tekrar gözden geçirilecektir: Dünya bir yandan kendi ekseni çevresinde saniyede yaklaşık 500 m hızla dönerken, diğer yandan da saniyede 30 km kadar bir hızla güneşin etrafında dolaşır. Neticede oluşan merkezkaç kuvvet vasıtasıyla dünya güneşten, hayat için en uygun mesafe olan 149 000 000 km uzaklıkta tutulur. Dönüş hızı daha az olsaydı dünya güneşe yaklaşır ve aşırı derecede ısınırdı. Gündüzler de uzayacağından bu etki daha da artardı. Aksi durumda ise dünya buz kitleleriyle tamamen kaplanacak kadar soğurdu.
Bütün gökcisimleri gibi dünya ve güneş de belirli miktarlarda elektrik yüküne sahiptir. Bu elektrik yükü, bugünkü değerinden sadece trilyonda bir oranında farklı olsaydı, dünya-güneş arası mesafe, aşırı ısınmaya ve yerkabuğunun tamamen ergimesine yol açacak kadar azalabilir, ya da mevcut suyun tamamının donmasına sebep olacak kadar artabilirdi.
Dünyanın güneşten belirli bir uzaklıkta tutulmasına vasıta olan merkezkaç kuvvetin etkisiyle, dünyanın kendi ekseni ile dönüş ekseni arasında ya "0" ya da "90" derecelik bir açı oluşması beklenirdi. Oysa, bu açının 23 derece olması sağlanmıştır. Böylelikle kutupların sürekli karanlıkta kalması sonucu okyanuslardan yükselecek buharların buralarda dev buz tabakaları oluşturmaları önlenerek dünyanın, kuzey ve güney yarıkürelerinde buzdan kıtalar, ekvator bölgesinde aşırı sıcak bir kuşak ve bunların ortalarında sürekli yağışlar ve sellerin tesiriyle oluşmuş derin vadilerden ve kayalıklardan müteşekkil, hayata elverişsiz bazı bölgelerden ibaret korkunç bir gezegene dönüşmesi engellenmiştir.
Ay da dünyadan en uygun mesafedeki bir yörüngeye yerleştirilmiştir. Dünya ay arası mesafe eğer 380 000 kilometreden az olsaydı, gel-git olayları şiddetlenebilir ve kıtalar ile üzerlerindeki dağların silinmesiyle bütün yeryüzü ortalama 25 km yüksekliğinde sularla kaplanabilirdi.
Jeolojik veriler, geçmişte bir dönem yerkürenin tamamen ergimiş cevherden ibaret ateşten bir küre halinde olduğunu göstermektedir. O dönemde, şimdi okyanusları teşkil eden sular, atmosfer içinde buhar hâlinde bulunmaktaydı. Zamanla soğuyan dünyanın atmosferindeki suyun bir kısmının yoğunlaşmasıyla yerkabuğu içindeki çukurluklarda okyanuslar oluştu. Eğer yerkabuğu ortalama birkaç metre daha kalın teşekkül etmiş olsa idi, atmosferin bitki ve hayvan hayatı için son derece önemli unsurlarının tamamına yakını; oksitler, karbonatlar ve nitratlar hâlinde absorbe edilirdi. İlk atmosferdeki su buharı miktarı da tam okyanus çukurlarını doldurarak "buharlaşma, bulut teşkili, yağış, akarsu" çevriminde yeterli miktarda suyun sirkülasyonunu sağlayacak, ayrıca da yeryüzü sıcaklığını belirli sınırlar içinde tutacak seviyede ayarlanmıştır.
Su buharının tamamına yakınının yoğunlaşarak okyanusları teşkil etmesinden sonra, atmosferde bırakılan gazların miktarı eğer daha az olsaydı, kozmik ışınlar ve şimdi her gün atmosferde yanıp, eriyen irili-ufaklı milyonlarca meteorun çarpmasıyla yeryüzü delik deşik edilirdi. Eğer bu gazlar daha fazla olsaydı, bu defa da yeryüzüne ve denizlere fotosentez için gereken miktarda güneş ışını ulaşamazdı. Uzayın vakumuna, en dıştaki iyonosfer tabakasını teşkil eden atomların elektriksel olarak birbirlerini itmelerine, milyarlarca yıldır yerkabuğu kırıklarından, volkanik faaliyetlerle yüz milyarlarca ton zehirli gaz çıkmış olmasına ve hayvanların solunum faaliyetiyle oluşmuş milyarlarca tonluk karbondioksite rağmen atmosferin kalınlığı ve bileşimi hayata en uygun sınırlar içinde sabit tutulmaktadır. İnsan vücudunda pek çok örneğini gördüğümüz sibernetik regülasyon mekanizmalarının birçok faklı biçimine yerkürenin atmosferinden, toprak tabakalarına; sularından bitki ve hayvan ekosistemlerine kadar, bozucu etkilere açık tüm unsurlarında da rastlanmaktadır.
Oksijenin hayat olaylarında özel bir yeri ve önemi vardır. Bu gazın atmosferde yaklaşık %21 oranında bulunması sağlanmıştır. Eğer bu oran daha yüksek olsaydı; yıldırım veya şimşek gibi etkenlerle yanabilir özellikteki her şey tutuşur, kül olurdu. Aksi durumda da oksidasyona bağlı solunum fonksiyonları, patlamalı motorların çalışması, maden cevherlerinin saflaştırılması, kaynatma, pişirme ve ısınma gibi faaliyetler kısmen ya da tamamen aksardı.
Bu şekilde hayata en uygun fiziksel şartlarla donatılan yeryüzü, daha sonra, iç içe geçmeli trilyonlarca canlı üniteden oluşan bir ekolojik kanaviçe ile bezenmiştir. Bu dinamik ekolojik yapı bünyesine; bitkiler, diğer bütün canlıların beslenmesi ve solunumu için gerekli gıdayı ve oksijeni imal eden üreticiler; otçullar, protein fabrikaları, etçiller; sistemin zoolojik ünitelerini nitelik ve nicelikçe belirli sınırlar içinde tutmakla mükellef kontrolörler olarak yerleştirilmiştir.
Bu ekopiramidal tahtın üzerinde de "insan" bulunur. İnsanın, bütün ekosistemler üzerinde tasarruf kabiliyeti mevcut iken; diğer canlıların türlerine has davranışları ile bunların sonuç ve etkileri, genellikle yaşamakta oldukları lokal ekosistemin içindeki belirli kalıpların ve sınırların dışına çıkamaz.
İnsanoğlunun biyolojik alemde böyle müstesna bir yere sahip oluşu, "antropik ekoloji prensibi"nin esasını teşkil eder. Bu prensip, "bütün canlılar bir yana, insan bir yana" ya da "bitki olsun hayvan olsun, her canlı türü neticede, yeryüzünde insanın yaşamasına en uygun biyolojik şartları sağlayacak tarzda fonksiyon gören eko-ünitelerdir" şeklinde ifade edilebilir.
Görüldüğü gibi, kâinatın, bilimin verileriyle apaçık bir tarzda ortaya çıkan bir "gayesi" vardır. Bu sonuca ulaştıktan sonra sıra, "insanın gayesine" gelir. Acaba insan, niçin yaratılmıştır?
Bu soruyu bir sanatçı lirik bir ifadeyle şöyle sorar: “Güneşi doğarken seyretmişsinizdir, günün safha safha canlanışını... Ufkun kan kırmızısından boncuk maviye dönüşünü... Gökyüzü gözbebeğimize düşer de, ufukları, onun üzerine çizer her sabah. Gün ışıkları her sabah taşı, toprağı ağaçları, dağları, çiçekleri ile bütün tabiatı gözbebeğimize taşır ve içimizde yepyeni bir dünya kurar. Güneş de aslında; bir dış aleme, bir de iç alemimize yani ruhlarımızın dünyasına doğar her sabah... Uzak ufuklarda olduğu gibi, göz kapaklarımızın gerisindeki yakın semanın ufkunda da tulû ederek; içimizi de dışımızı da aydınlatıp, renklendirir. Varlık aleminin ortasında, kristal bir küre, koskoca kâinatın her şeyi ile gelip yansıdığı bir ayna gibidir insanoğlu. Kâinat her an bütün varlığıyla bu aynaya doğru gelip akıyor gibidir; gökyüzüyle, güneşiyle, yağmuruyla, meyvesi ve deniziyle... Varlık alemi sanki bir okyanus, insan da sahili gibidir âdeta bu uçsuz bucaksız denizin. Her an coşan bu okyanustaki her şey, dalga dalga bu sahile gelir... Bir çiçek kokusuyla, meyve lezzetiyle, bulut yağmuruyla koşar, insana gelir... Neden acaba? Sahi acaba neden her şey bizim hizmetimize koşar?
Evren ve insanın varoluş amacının tahlilinde kullandığımız veri ve bulguların çoğu, başta fizik, kimya ve biyoloji olmak üzere çeşitli bilim dallarıyla ilgili kitaplarda ve dergilerde yer alan, artık klâsikleşmeye yüz tutmuş yerleşik bilgilerdir. Geriye kalanlar da göreceli olarak yakın tarihlerde bulunmuş ve bazı bilim dergilerinde yayımlanmış daha yeni olgulara aittir. Ancak, konuyla ilgili kaynakların hemen tamamında, tüm bu veri ve olgular; birbiriyle ilişkilendirilmeksizin, ayrı ayrı “nötür data parçaları” olarak ve herhangi bir şekilde yorumlanmaksızın yer alır. Bu hâliyle bilim, teknoloji ve endüstri alanlarına uygulamaya elverişli bilgiler üreten, ancak entelektüel hayatını düzene sokmakta ve bir yaşama tarzı belirlemesinde insana fazlaca bir katkı sağlamayan bir etkinlik durumuna düşmektedir. Ancak her ne kadar bazı yön ve boyutları bakımından eksikleri olsa da, felsefe ile kıyaslandığında bilimin yine de çok daha aktif, üretken ve verimli bir faaliyet olduğu açıktır. Bu eksikleri giderildiğinde bilim, en azından günlük hayatın somut ve pratik ihtiyaçlarının giderilmesinde olduğu kadar, hatta belki de ondan çok daha yaygın ve yoğun bir şekilde, soyut ve entelektüel hayatımızda da bulunması gereken konuma yükselecektir.
Bilim, esas olarak yararlı ve gereklidir. Bilimsel verilerin pratik uygulaması olan teknoloji de hayatımızın her anıyla ve her kesimiyle koparılması imkânsız bağlara sahiptir. Bilim ve teknoloji olmaksızın günümüz insanın hayatını sürdürmesi, artık mümkün görünmemektedir. Zararlı veya tehlikeli olan ne bizzat bilim ne de teknoloji olmayıp, onların gerçekleştirilme ve uygulamalarıyla ilgili bazı hususlardır.
Özellikle anlamlandırma ve yorumlama boyutundaki noksanlıklar nedeniyle, bilimsel ve teknolojik uygulamalar; çevrenin kirletilmenin de ötesinde âdeta çılgınca tahribi, nükleer silahlanma yarışında tüm insanlığı ve uygarlığı defalarca yok etmeye yetecek miktarda silahın üretimi veya insanın kendi eliyle oluşturduğu beton, demir ve plastik türünden yapay bir ortam içinde tabiattan ve tabii olan her şeyden giderek izole olması gibi ürkütücü sonuçlara yol açmıştır. Oysa, önde gelen bilim felsefecilerince “insanı ve evreni tanıma ve anlama etkinliği” olarak tanımlanan bilimin verilerinin çok daha güzel ve mutlu bir dünyanın oluşturulmasında kullanılması da pekâla mümkündü. Acaba bu niçin yapılamadı? Bu önemli ve zor sorunun cevabını birlikte araştıralım.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder