27 Mart 2015 Cuma

Bilimde Alternatif Arayışlar




Modern bilim ve izlemiş olduğu gelişim çizgisi, zaman zaman değişik kesimlerce, farklı nedenlerden dolayı eleştirilmiştir. Oldukça iddialı bir başlangıç yapmış olan “fenomenoloji” ve “varoluşçuluk” okullarında hakim bilimsel metot, genelde “hermönetik”tir. Ancak ne yazık ki bu çizgiye mensup düşünürler, diğer yaklaşımları şiddetle tenkit etmekle beraber, kendileri ortaya etkin ve kullanışlı alternatif bir bilim modeli ya da yöntemi koyamamışlardır. Bu ekol mensuplarına ait tüm literatür; “benzer yaklaşımları savunan düşünürlerin kimi zaman birbirlerine, çoğunlukla da olgucu bilim anlayışına yönelttikleri yoğun eleştiriler” ve “usûl üzerine sonu gelmez tartışmalar” ile “sadece W.Dilthey, E. Cassirer, H. Rickerd ve J. Habermas gibi sayılı birkaç üretken düşünürün-onlar da ancak konuya giriş niteliğinde olan-bazı yazılarından yapılmış alıntılardan” ibarettir. Bu gruptan J. Habermas’ın en belirgin özelliği, hermönetik ve pozitivizmi uzlaştırarak, aralarındaki çekişmenin ve rekabetin üstesinden gelme yönünde sarf etmiş olduğu yoğun çabadır..
Ülkemizde bu anlayışı savunanların önde gelenlerinden Prof. D. Özlem, E. Ströker’in “Bilim Kuramına Giriş”16 adlı eserinin tercümesine yazdığı önsözde konuyla ilgili görüşünü şöyle dile getirir: Geçen yüzyıldan bu yana bilim felsefesinde, birbirinden oldukça kopuk iki gelenek var olmuştur. Birincisi, 1920’lerde içlerinde; Carnap, Schlick ve diğer bazı filozofların yer aldığı Viyana Çevresi’nden kaynaklanan ve “bilim” kavramını büyük ölçüde “tabiat bilimi” örnek ve modeliyle sınırlayan bir “tabiat bilimleri felsefesi” olarak gelişmiştir. İkincisi ise, ortaya çıkışı ve gelişimi geçen yüzyılın son çeyreğine ve özellikle Dilthey’a dayanan ve “sosyal bilimler”, “kültür bilimleri”, “tin bilimleri” ve benzeri adlarla anılan bilimler grubunu ele alan ve günümüzde önemli bir koluyla hermönetik bilim felsefesini de içeren gelenektir. Ülkemizde Anglo-Amerikan felsefesinin etkisindeki kişilerin çabalarıyla, bu geleneklerden ilki yaygınlık kazanarak uzun bir süre sanki tek ve biricik bilim felsefesi olarak kabul görmüştür. Ancak son yıllarda benim de aralarında bulunduğum bir grup felsefecinin ve felsefeyle ilgilenen bazı sosyal bilimcilerin gayretleriyle ikinci gelenek çerçevesinde gerçekleştirilen çalışmaların arttığı görülmektedir.”
Hermönetikle ilgili literatürün ve bu husus üzerindeki çalışmaların geçmişi oldukça eskilere uzanır. Hermönetik teriminin, Yunanca’da bir şeyi açık kılmak, bir mesajı bildirmek ya da yorumlamak anlamlarına gelen “hermeneuein” fiilinden türetildiği söylenir. Terimin etimolojik olarak, Yunan mitolojisindeki tanrılar (?!) ile insanlar arasında elçilik yapan Hermes ile de bağlantısı vardır. Çünkü bazı kültürlerde, Hermes’in Tanrı’dan aldığı mesajı ilgili kişiye ulaştırırken, daha iyi kavraması ve anlaması için onu yorumlayıp, açıkladığına inanılırdı.17
Daha sonra Aristoteles, Organon’un ikinci kitabı olan “Peri Hermenias”ta (Yorum Üzerine), anlamlara dayanarak önermeler aracılığıyla çıkarım yapma biçimlerini ele alarak, bir bakıma çağdaş “yorumbilim”e öncülük etmiştir. Daha sonra 17. yüzyılda hermönetik ya da yorumbilim kelimesi; “Kitabı Mukaddes metinlerinde bulunduğu varsayılan ‘örtü’nün, Tanrı mesajının üzerinden kaldırılmasında kullanılan teknik” anlamını kazanmıştır. Terimi günümüzdekine yakın bir bilimsel yöntem manâsında kullananların başında F. Schleiermacher (1768-1834) gelir. Schleiermacher’in bu yöntemle ilgili önerileri, “hermönetik daire” adlı kavramın da esaslarını oluşturmuştur.
Hermönetik, bu alternatif bilimsel akımın en önde gelen ve en üretken düşünürlerinden W. Dilthey tarafından yeni bir bilimsel yaklaşımın araştırma ve çalışma yöntemi olarak tanımlanmıştır.
Dilthey 1920’li yıllarda yayımlanan eserlerinde toplum ya da insanla ilgili bilgi üretme tarzının, tabiat hakkında bilgi üretmekten kesin ve açık bir şekilde farklı olması gerektiğini öne sürmüştü. Çünkü ona göre, insan ile ilgili araştırmalarda bilginin öznesi ile nesnesini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu noktadan hareketle Dilthey, tabiat hakkındaki bilgi dağarcığımızı büyük bir hızla zenginleştirmekte olan pozitivist yaklaşımın, insan ve toplum bilimlerinde işlevsiz kalacağını iddia eder. Dilthey’a göre, insanlar kendileri ve toplumla ilgili açıklamalarında, aslında sadece birtakım yorumlar yapmaktadırlar. Böyle bir yorum da esas olarak onu yapan kişinin içinde bulunduğu sosyal ortamın ve geçmişin etkisi altındadır.17
Böylece beşeri bilimleri hermönetik, yani yorumlayıcı bilimler olarak niteleyen Dilthey, bu bilimlerde kullanılması gereken yöntemi de tabiat bilimlerininkinden kesin bir şekilde ayırdı. Dilthey’a göre insanın özünü anlamak, ancak onun, kültürel ve tarihsel çevresi içinde değerlendirilmesiyle mümkündür. Çünkü “kişisel yaşantı” ve “bunun dışa vurumu” ile bu ikisinin “zihinsel olarak kavranışları” arasında, yoğun karşılıklı etkileşimler söz konusudur. “İnsanın tarihsel çevresi”, “tarihin de kültürel bir bakış açısı” ile değerlendirilmesini öneren Dilthey’ın yaklaşımı, psikolojiden edebiyat incelemelerine kadar değişen birçok alanda taraftar bulmuştur. Ancak ne yazık ki, bu girişim de, Husserl’in ilginç çıkışını hatırlatan bir akıbete uğramış ve ne yazık ki “bilimci-teknolojik” anlayışın yerini alacak güçlü bir alternatif bilimsel akımın ortaya çıkmasıyla sonuçlanamamıştır. Ve böylece benzer şekilde, Dilthey’ın birçok ilginç ve etkileyici unsur içeren önerilerinin, kendisinden sonra, insanı ve eylemlerini konu alan bilimlerde yaygın bir şekilde uygulandığını görmek de mümkün olamamıştır.
Hermönetik, daha yakın zamanlarda, bilimci-teknolojik yaklaşımın en şiddetli şekilde aleyhtarlığını yapan “postmodern akım”a mensup düşünürlerce de benimsenmiştir.
G. Şaylan, “Postmodernizm”i; bazı düşünür ve yazarların “ortak noktaları, pozitivist bilim ve teknoloji ile onun ürünü olan çağdaş uygarlığı eleştirmek” olan, ancak birçok belirsizlikler, zıtlıklar ve çelişkiler de içeren bir “söylemi” olarak tanımlar.18 Kendilerini postmodern olarak niteleyen düşünürlere göre, tüm sosyal analiz ve sentezler, hermönetik esaslar çerçevesinde gerçekleştirilmelidir.
Postmodernizm, günümüzde değişik çevreler tarafından farklı şekillerde tanımlanan bir akım, daha doğrusu bir akımlar grubu görüntüsü taşır. S. Darryl ve L. Jarvis’e göre postmodernizm; “bütünlük arz etmeyen, heterojen bir irrasyonalist süreç” veya “bir ‘hiper-(ya da anti)- entelektüelizm’ akımı”dır. G. Şaylan’a göre de postmodernizm, ne bir kuram ne de bir ilkeler bütünü olmadığı gibi, bu akıma özgü bir metottan da söz edilemez. Şaylan, “Postmodernizmin tanımı ya da alanı ile ilgili herhangi bir çerçevenin çizilmesi kesin olarak imkânsız mıdır?” sorusuna da şu karşılığı verir: “Postmodern çözümleme ya da yaklaşımlar için en azından bir ortak noktadan söz edilebilir:Postmodernizm, genel olarak modernizmin ve onun temel felsefi kavramlarından biri olan rasyonalizm(pozitivizm) ile bu anlayışa dayalı bilimsel yöntemin eleştirisi ve reddi olarak görülebilir. C. Jencks’e ait olan bu tanımda da belirtildiği gibi, postmodernizmin temel karakteristiği bir ‘karşı çıkış’ ve hatta ‘genel bir olumsuzluk’tur.” Bu durumun tabii bir sonucu olarak postmodern yaklaşım, bize herhangi bir çözüm ya da alternatif sunmaksızın, günümüz sosyokültürel şartlarının yoğun eleştirisiyle yetinir.
Modern bilime ve teknolojiye daha yapıcı tenkitler yönelten ve bazı çözümler öneren düşünürler de olmuştur. A. Carrel “İnsan Denen Meçhul” adlı eserinde bu türden eleştirilerin oldukça haklı ve ilginç görünen bazı örneklerine yer verir: “Durgun madde bilimleriyle canlılar bilimi arasında tuhaf bir eşitsizlik mevcuttur. Astronominin ve fiziğin temelinde, matematik diliyle özlü ve hoş bir biçimde ifadeye elverişli kavramlar bulunur. Bunlar evreni, âdeta eski Yunan anıtlarının uyumlu çizgileri gibi tasvir etmekte ve gerçeği; düşüncenin alışılmış biçimlerinin ötesinde, sadece sembol denklemlerinden meydana gelen, kelimelerle ifadesi imkânsız soyutlamalara kadar izlenmesini sağlamaktadırlar. Canlı varlıklarla ilgili bilimlerde durum çok farklıdır. Hayatla ilgili olayları inceleyenler âdeta içinden çıkılmaz bir tropikal ormanda, hatta içinde sayısız ağacın durmadan yer ve biçim değiştirdiği büyülü bir korunun ortasında yollarını yitirmiş gibidirler. Kelimelerle tasvir edebildikleri, ancak cebirsel formüller aracılığıyla birbirine bağlayıp, açıklayamadıkları bir yığın olgunun altında ezildiklerini hissederler. Fiziksel dünyayı oluşturan şeylerin; meselâ kayaların, suyun, yıldızların veya atomun ağırlık ve mekandaki yerleşimleri gibi kimi özellikleri soyutlanabilmiştir. Bilimsel akıl yürütmede ve çıkarımlarda kullanılan materyal, somut nesneler değil, soyut kavramlardır. Nesne ve olayların doğrudan gözlemiyle, bilimsel sürecin ancak alt düzeyini teşkil eden tasvir ve genelleme işlemleri gerçekleştirilebilir. Oysa değişen niteliklere rağmen değişmeyen ilişkiler, yani tabiat kanunları, ancak soyutlama ve açıklama süreçleriyle ortaya konabilir. Fizik ve kimya, soyut ve nicel kavramlar içerdiği için böylesine büyük ve hızlı bir gelişme göstermişlerdir. Fizik ve kimya yasaları, olguların “niçin”ini açıklamasa bile, olayları önceden tahmin etmemizi ve uygun şartlar altında tekrarlamamızı mümkün kılarlar. Fiziksel bilimler bu yolla bize büyük bir güç sağlamış ve “kendimiz dışında” bizi, yeryüzündeki her şeye hakim kılmıştır. Ne yazık ki bu arada, genelde canlı varlıklar bilimi, özelde de insanı konu alan bilimlerin gelişimi ancak “tasvir” düzeyine ulaşabilmiştir.
Öyle anlaşılıyor ki, bu konulardaki bilgisizliğimiz, hem atalarımızın yaşayış tarzına, hem de yaratılışımızın karmaşıklığına veya ruhsal ve zihinsel yapımızın özelliklerine dayanıyor. Geçmişte, insanoğlu “her şeyden önce, yaşamak zorunda” idi. Beslenebilmesi, soğuktan korunabilmesi, vahşi hayvanlar ve diğer insanlar ile mücadele etmesi gerekiyordu. Atalarımız uzunca bir dönem “kendilerini incelemeye” ne vakit bulabilmişler, ne de buna gerek duymuşlardı. Çünkü zihin ve beden güçlerini öncelikle; çeşitli silahlar ve aletler yapmaya, pişirme ve ısınma sistemleri geliştirmeye; sığır, at ve benzerlerini yetiştirmeye harcamak zorundaydılar. Bu durum daha sonraki dönemlerde de devam etti. Böylece, fizyolojinin hiç bilinmediği dönemlerde, astronomi oldukça ileri düzeylere ulaştı. Galileo’nun dünyayı, güneşin uydularından biri olarak tanıttığı yıllarda; beyin, karaciğer ya da tiroid bezinin yapısı ve hele çalışması hakkında hemen hiçbir geçerli bilgi mevcut değildi. Tabii yaşama şartları altında insan vücudunun, çoğu zaman herhangi bir özel itina veya bakım gerektirmeden oldukça iyi bir şekilde çalışabilme özelliği de bilimin, daha çok insanın ihtiyaçları ve merakı yönünde, yani dış dünyaya doğru gelişme sürecini hızlandırdı. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, bilim çevrelerinin en yetenekli ve başarılı temsilcileri, fiziksel bilimler alanına yöneldi ve çalışmalarını orada gerçekleştirdi.
Cansız madde dünyasının yapısı yalındır. Bu nedenle bilim adamlarının atakları karşısında hemen boyun eğerek kimi önemli yasalarını onlara teslim ediverdi. Öğrenilen bu yasalar insanoğluna, maddi alemi kendi yararına kullanma gücü sağladı. Bilimsel buluşların endüstriyel uygulama alanına konması, bunu gerçekleştirenler için önemli bir kazanç kaynağı olduğu gibi; yaşamayı kolaylaştıran, konforu arttıran, ulaşımı ve haberleşmeyi hızlandırıp yaygınlaştıran bu gibi uygulamalar toplumun da beğenisini ve desteğini kazandı. Herkes, bedenimizin ve ruhumuzun yapısındaki karmaşık mekanizmalardan çok, çalışma hayatının ve gündelik yaşantının zorluklarını azaltan ve renklendiren buluşlarla ilgilenmeyi tercih etti.
Ancak bilimin ve teknolojinin esasen yararlı olan bu uygulamaları, zaman içinde ne yazık ki iyice kontrolden çıkarak çevremizde ve yaşama biçimimizde zararlı bazı etkiler doğurmaya başladı. Son dönemlerde giderek artan oranlarda; insanın zevkleri, arzuları ve konfor ihtiyacı gibi temelsiz kriterlerle şekillenmeye başlamış olan uygarlığımız, sonunda bizzat kurucusu olan insana yabancı ve uyumsuz bir hâl aldı. Bilimin ve teknolojinin gelişim çizgisi, herhangi bir plânlamaya ve stratejiye dayanmadığı için, bu gelişimin nihai yönü, artık tamamen kâr tutkusu ile basit çıkar ve zevklere göre belirlenir olmuştu. Kısacası ‘kendimizi yeterince tanımamamız’ nedeniyle; fizik, kimya ve benzeri bilimler ile teknoloji, yaşayış tarzımızı ve çevremizi rast gele değiştirecek güce erişti. İnsan her şeyin ölçüsü olmalıydı, ancak insan, bugün kendi eliyle kurduğu yapay ortamın yabancısı durumundadır. İnsanoğlu dünyayı kendi tabii özellik ve ihtiyaçlarına göre düzenleyemedi, çünkü tabii nitelikleri hakkında yeterli bilgiye sahip değildi. Sonuçta bize uygun olmayan bir ortamda yaşamak zorunda kaldık ve bu yapay çevrede, son derece mutsuzuz. İnsanlık; sağlık, etik ve zihinsel nitelik ve benzeri hususlar bakımından her geçen gün biraz daha yozlaşıyor. Bu durum özellikle endüstri uygarlığının en üst aşamasına ulaşmış toplumları ve ulusları tehdit ediyor. Buralarda yaşayanlar, bilim ve teknoloji aracılığıyla oluşturdukları son derece olumsuz ortamda, tamamen savunmasız bir şekilde hayatlarını sürdürmek zorundalar. Çağdaş insan, ‘insan bilimi’nin ‘cansız madde bilimi’yle kıyaslanamayacak derecede geri kalmış durumda olmasının kurbanıdır.
Bu sorunun tek geçerli çözümü, kendimizi çok daha kapsamlı ve derin bir şekilde tanımamızdan geçer. Gerçekte ne veya kim olduğumuzu öğrenir, âtıl duran güçlerimizi harekete geçirirsek, eksiksiz ve mükemmel bir uygarlık kurmamız mümkün olabilir. İnsanoğlunun yeniden ‘yükselebilmesi’ için önce, geçmişte yitirdiği esenliğe tekrardan kavuşması gerekir. Esenliğe giden yolda ise, birtakım engeller ve zorluklar olduğu açıktır. İnsan, gerçek niteliğini ortaya çıkarabilmek için, güç de olsa, mevcut sorunlu varlığını “yontarak, inceltip saflaştıracak ve onu mükemmelleştirecek darbeleri cesaretle-bizzat kendi elleriyle ve yine kendisine-yöneltmek” zorundadır, çünkü şu anda o hem mermer, hem de heykeltıraş konumundadır.
Düşünme ve yaşama alışkanlıklarımızı değiştirmeden, kendimizi ve çevremizi esenliğe kavuşturmamız imkânsızdır. Gerçekten de modern toplum, ilk kuruluş günlerinden bu yana bir düşünce hatasının acısını çekmektedir. Rönesans’tan bu yana hep aynı yanlışı tekrarlayıp durduk. Teknolojiyi ve uygarlığı, sağduyuya uygun bilimsel ilkelerin değil, aşırı soyut ve hatta açıkça tutarsız bir anlayışın üzerine kurduk... Artık bu yanlışlıktan kurtulmanın zamanı gelmiştir. “Varlıklar” ile “onların özellikleri” arasına dikilen engelleri hemen ortadan kaldırmak zorundayız. Bugün zararını gördüğümüz tutum ve durum, Galileo’nun aslında dahice olan yaklaşımının, sonradan yanlış yorumlanmasından kaynaklanmıştır. Galileo, pratik amaçlarla ve geçici olarak; nesnelerin kesin bir şekilde ölçülmeye elverişli primer özelliklerini, yani ebatları ile ağırlığını; kolayca ölçülemeyen biçim, renk, koku ve diğer sekonder özelliklerinden ayırmıştı. Fakat onu izleyenler, nicel olanın nitel olandan ayrımını kalıcı ve genel bir alışkanlık, hatta bir ilke hâline getirdiler. Böylece bilgi ile nesnesi, birbirinden tamamen koparılmış oldu. Matematik diliyle tanımlanmaya ve açıklanmaya elverişli nicelikler bilgisi, bilimi ve teknolojiyi günümüzdeki durumuna getirdi. Tasviri ve açıklanması farklı bir dil ve yöntem gerektiren niteliklere ait olguların önemsenmeyip göz ardı edilmesi, bu bilim anlayışının önce bir kabulü, sonra da değişmez bir kuralı oldu.
Şeylerin pratik amaçlarla primer özelliklerinden geçici olarak soyutlanması, yerinde ve uygun olmakla birlikte, sekonder özelliklerin kalıcı bir şekilde ihmali gerekli ve doğru değildi. Ve nitekim bu ihmalin bizler için çok ağır bir bedeli oldu. Çünkü kilo ya da metre ile ölçülemeyen öyle özellikler vardır ki, bunlar ölçülebilenlerden çok daha büyük bir önem ve değer taşımaktadır. Düşünce ve duygularımız, kandaki tuz ve minerallerden daha önemsiz değildir. Nitel olan ile nicel olan arasındaki aşırı dengesizliğin altında, bir başka büyük düşünürün yine yanlış anlaşılan fikirlerinin izleri de vardır. Descartes’ın “ruh-zihin” ilişkilerine ait düşüncelerinin, bu ikisi arasında mutlak bir ayrım olarak anlaşılması, düşünce dünyamızın dengesizliğini iyice arttırdı. O zamandan beri, zihin ya da bilinç ile ilgili birçok fenomene anlaşılmaz şeylermiş gibi bakmak alışkanlık haline geldi ve maddi olan, ruhsal olandan kesin bir çizgiyle ayrıldı. Böylece organik yapılar ve mekanizmalar; iyilikten, güzellikten, sevinçten, acıdan ve sorumluluktan daha önemli ve büyük gerçekler olarak görülmeye başlandı. Bu yanlış tutum; teknolojiyi zirveye, insanı da “aşağılara” götürdü.
İstikametimizi düzeltmek için, hayalimizde Rönesans insanının gözlem ve deney tutkusuyla dolu dünyalarına bir gezi tasarlamalıyız. Onların takdire şayan meziyetleriyle gelişen bilim ve teknoloji, bugün bizim de en değerli varlığımızdır. Ancak biz, onların hatalarından kendimizi uzak tutup, tam ve eksiksiz bir bilim anlayışıyla Rönesans insanını aşmalıyız. Çünkü sekonder özellikler de en az primer olanlar kadar gerçektir. Duygulara ve niteliklere de en az fiziksel ilkeler kadar değer ve önem vermek zorundayız. Biz Descartes’ı doğru anlamalı ve zihin ile bilincin madde dünyasıyla ilişkilerini sağlıklı bir şekilde kurmasını sağlamalıyız.
Yeniden tanımlayacağımız bu eksiksiz ve doğru bilim anlayışının hedefi, insanı hem maddi hem de manevi yönleriyle geliştirip, yüceltmektir. Bu yeni yaklaşımda gerçeklik tüm boyutlarıyla, özellikle günümüz anlayışının ihmal ettiği cepheleriyle de bilimin inceleme alanına dahil edilecektir. Nitel olanın araştırılmasının daha zor olduğunu bilmekle beraber, ruhu asla bedenden ayırmayacak, fizyolojik olgular kadar bilinç olgularını da ele alacağız.
Üç asırdan uzun bir süredir uygarlığımıza hakim olan kanaat ve saplantılardan kurtulmak kolay olmayacaktır. Bu yeni bakış açısı; pedagojiyi, genel tıbbı, hijyeni, psikolojiyi ve sosyolojiyi temelinden sarsacaktır. Uygarlığımız bu atılımı gerçekleştirmeyi başardığında; “maddi olan”, mutlak üstünlüğünü kaybedecek, zihinsel ve duygusal süreçler de en az organik süreçler kadar araştırılmaya başlanacaktır. Böylece etik, estetik ve din gibi alanlar da hiç değilse, fizik ve kimyadaki yoğunlukta çalışmalara sahne olacaktır. Ayrıca, okullar eğitim ve öğretim programlarını değiştirecek, sağlık koruma uzmanları, ağırlıklı olarak organik hastalıklarla uğraşmaktan vazgeçip, sağlıklı bir ruhsal hayatın şartlarını da öğretmeye başlayacaklardır. Bu çerçevede, ekonomistler insanın hisseden, acı çekebilen bir varlık olduğunu anlayarak, onlara sadece iş ve ekmek vermekle tüm ihtiyaçlarının giderilmiş olmayacağını, insanoğlunun fizyolojik ihtiyaçları gibi birtakım ruhsal ihtiyaçlarının da bulunduğunu göz önünde tutacaklardır. Böylece bazı ekonomik bunalımların temelinde etik ve zihinsel nedenlerin yattığı ortaya çıkmış olacaktır. Sonuçta büyük şehirlerin barbar ekonomik ortamı, fabrika ve büro zulmü sona erecek; ahlâkın ekonomik çıkara, zihinsel ve ruhsal gelişimin paraya tercih etmek, çağdaş uygarlığın bir gereği olarak görülmekten çıkacaktır.
Ancak burada çok önemli bir noktaya da dikkat etmek zorunludur: Pozitivist-materyalist yaklaşımı ortadan kaldırdıktan sonra onun yerini spirutalist veya maneviyat simsarı bir gericiliğin almasına asla izin vermemeliyiz. İnsanı sadece ruhsal yönden ele alarak reel dünyaya arkasını dönen bir yaklaşım, en az materyalizm kadar zararlı olacaktır. Gerçek esenlik ve kurtuluş ancak, bütün spekülatif doktrinlerden vazgeçip; varlığı ve varoluşu tüm yön ve boyutlarıyla, reel ve olgusal olarak esas alan bir kavrayışa ulaşmakla mümkündür .19
Aynı konuyla ilgili olarak, S. H. Nasr da “İnsan ve Tabiat” adlı kitabında şunları söyler: “Bu kitap, Chicago Üniversitesi’nde her yıl düzenlenen dizi konferanslarda sunulan dört tebliğin metinlerinden oluşmaktadır. Bu konferansların amacı, modern bilimin çeşitli uygulamalarının dünya barışı ve insan hayatı bakımından ortaya çıkardığı sorunların tahlilidir. Kitapta sunulan tez kısaca şudur: Modern bilim her ne kadar kendi içinde, tutarlı ve yararlı bir etkinlik olarak görünse de, bilimi bütünleyecek daha yüksek düzeyli bir organize edici bilgi sisteminden yoksun oluşumuz nedeniyle, bilimin kimi fonksiyon ve uygulamaları bir süreden beri zararlı, hatta tehlikeli bir hâl almaya başlamıştır. Böyle konferansların ve benzeri etkinliklerin yaygınlaşması, bilim ve teknolojinin bu yanlış uygulama biçiminin yol açtığı tehlikenin giderek değişik çevrelerce farkına varılmaya ve daha iyi kavranmaya başladığını göstermektedir.
Bugün batı ülkelerindeki kent merkezlerinde yaşayan hemen herkes, hayatında ‘bir şeylerin’ eksik olduğunu içten içe sezinlemektedir. Bu durum, doğrudan doğruya insanın, kendi çevresinde, onu tabiattan olabildiğince izole eden yapay bir ortam oluşturmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Sonuçta tabiat anlamsız bir hâle gelmiştir. ‘İnsani varoluş’un bu temel boyutunun yitirilmesiyle ortaya çıkan bu eksiklik ve boşluk, insan hayatında kimi zaman umutsuzluk ve korku, kimi zaman da şiddete başvurma gibi sorunlara yol açmaktadır. Hatta artık bu ‘sorunlu varoluş’ bile, ‘tabiatın boyunduruğa vurulması’ etkinliğinin tehdidi altına girmiştir. İnsanın tabiat üzerindeki egemenliğinin artmasının daha büyük bir ilerleme ve daha mutlu bir gelecek anlamına geldiği yönündeki yoğun reklam ve propagandalara rağmen artık birçok kişi, bu şekilde kurulmuş olan şatoların, oynak bir kum zemin üzerinde yükselmekte olduğunu; insanın tabiattan kopuşunun doğurduğu sorunların, artık tabiat karşısında bugüne kadar kazanılan başarıları bile tehdit etmeye başladığını görebilmektedir. İnsanlık sonunda topyekûn bir yokoluşun eşiğine gelmiştir.
Pek çok kişinin yakındığı ‘nefes alacak bir boşluğun bile kalmaması, kent yaşamındaki tıkanıklık ve pıhtılaşma, bir çok tabii kaynağın tükenme noktasına gelmesi, tabii güzelliklerin tahribi, bazı teknolojik ürün ve atıkların çevreyi yaşanmaz hâle getirişi’ ve benzeri sorunlar, hep ‘tabiatı boyunduruk altına alma ve sınırsız bir güce sahip olma tutkusunun’ olumsuz sonuçlarıdır. Bilimin ve teknolojinin değerlerinin bizzat insanın kendisi tarafından belirlenmesi gerekirken, ‘ürettiği şeyler’, insanın değerini belirleyen yegâne ölçü olmuştur. Sorun hem bilimi hem de onun kavranışını, yorumlanışını ve uygulanışını içermektedir; yani hem teorik anlayış hem de pratik uygulama açısından büyük eksikler ve yanlışlar söz konusudur.
Modern bilimde bazı belirli bilgi türlerinin üretimi için son derece gelişmiş yöntemler ve araçlar mevcut olmakla birlikte; bunların yorumlanması ve bir araya getirilip kapsamlı sentezlere ulaşılmasıyla ilgili büyük sorunlar ve yetersizlikler olduğu da ortadadır. İnsan bilinci, ‘kozmik varoluş ilkesi’ ile olan tüm bağlarını kopardıktan sonra artık, tabii düzenin dokusunu yakıp yıkan bir ateş topu gibi ilerleyen uygulamalara kendini tamamen kaptırmış bir durumdadır. Böylece yanlış uygulamalar, giderek bizzat insanın kendi varlığını tehdit eden ölçülere ulaşmıştır. En kısa zamanda, kozmik ilkeyi kavrayıp ona uygun bir yaşama biçimi geliştirmesi gereken insanlık, tam aksine her geçen gün evrensel varoluş ilkesine biraz daha yabancılaşmaktadır. Bundan dolayı günümüz insanıyla tabiat arasındaki uyuşmazlık ve dengesizlik artık günlük hayatın her anında ve kesiminde aşikar bir şekilde görülebilmektedir. Bu tablonun ortaya çıkmasında modern bilimin niceliği temel alan perspektifinin büyük payı vardır. Çünkü bu yaklaşım, ‘esas olanın tali olana indirgenmesi’ anlamına gelmektedir. Günümüzde büyük şehirlerde yaşayan herkesin hissettiği, dengesiz ve plânsız sanayileşme ve makineleşmeden kaynaklanan ‘gırtlağına kadar maddeye batmışlık hâli’, bilimin katıksız materyalist ve nicelci uygulama biçiminin tabii bir sonucudur. Uygarlığımızın olumlu yönleri de temelde aynı dinamiklere dayanıyor olmakla birlikte, modern bilimi içine alacak kuşatıcı bir metafizik dünya görüşü mevcut bulunmadığı için, sonuçta ‘sayı ve nicelik’, ne yazık ki ‘anlam ve değeri’ unutturmuştur.
Bilimde bugün gerçekliğin çeşitli kategorileri tek bir fiziksel alana indirgenmiştir. Bu, bir hastalık nedeniyle görme alanının derinlik boyutunu yitirmiş birinin her şeyi iki boyutlu olarak görmesine benzer bir durumdur. A. Eddington ‘balıklar konusunda bir araştırma yapan bir bilim adamının denizden toplayabildiği balık örneklerinin büyüklük ve türlerinin, onları yakalamakta kullandığı ağın özellikleriyle sınırlanacağına’ dikkat çekerek; modern bilimin pozitivist yorumunda, ‘dünyanın tüm denizlerinde elde mevcut ağla tutulanlardan başka büyüklük ve türde balık bulunmadığının’ iddia edilmekte olduğunu söyler. Tabiat gerçekte, bilimde şu anda kullanılan gözlem ve deney teknikleriyle sağlanan nicel verilerin çizdiği tablodan çok daha zengin yapı ve işlev zenginliklerine sahiptir.
Aslında pozitivistik yorum, bilimi baştan aşağıya ‘deontolize’ etme girişiminden başka bir şey değildi. Bu yaklaşımı eleştirenlerden J. Maritain’ın haklı olarak söylediği gibi pozitivizm; nesnelerin empirist gözlemi ile ontolojik analizlerini birbirine karıştırmakta ve modern fizik, nesnelerin ontolojik anlamlarını göz ardı etmektedir. E. Meyerson başta olmak üzere birçok bilim felsefecisi, bilimin daha yararlı ve etkin olabilmesi için ona mutlaka ontolojik bir boyut eklenmesi gerektiği hususunu ısrarla vurgulamaktadır. Yapılması gereken şey, bilimin duvarlarında belirmeye başlamış olan çatlakların ‘dipten gelen okkült-spirutalist hurafe çamuru’yla değil, ‘yukarıdan gelen duru ve aydınlık metafizik bilgelik’ ile onarılmasıdır ki; böylece bilimin geçerli bulguları bütünlenebilsin ve bilinemeyen ya da kavranamayan olgular da gerçek anlamlarıyla bu bütünlük içindeki yerlerini alabilsin. Philosophia perennis’ ya da geleneksel hikmet ve kültür, batı dünyasına, birkaç yüzyıldan beri unutmuş olduğu bazı kozmik ilkeleri hatırlaması hususunda yardımcı olabilir.”20


















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder