Modern
bilim ve izlemiş olduğu gelişim çizgisi, zaman zaman değişik
kesimlerce, farklı nedenlerden dolayı eleştirilmiştir. Oldukça
iddialı bir başlangıç yapmış olan “fenomenoloji” ve
“varoluşçuluk” okullarında hakim bilimsel metot, genelde
“hermönetik”tir. Ancak
ne yazık ki bu çizgiye mensup düşünürler, diğer yaklaşımları
şiddetle tenkit etmekle beraber, kendileri ortaya etkin ve
kullanışlı alternatif bir bilim modeli ya da yöntemi
koyamamışlardır. Bu ekol mensuplarına ait tüm literatür;
“benzer yaklaşımları savunan düşünürlerin kimi zaman
birbirlerine, çoğunlukla da olgucu bilim anlayışına
yönelttikleri yoğun eleştiriler” ve “usûl üzerine sonu
gelmez tartışmalar” ile “sadece W.Dilthey, E. Cassirer, H.
Rickerd ve J. Habermas gibi sayılı birkaç üretken düşünürün-onlar
da ancak konuya giriş niteliğinde olan-bazı yazılarından
yapılmış alıntılardan” ibarettir. Bu gruptan J. Habermas’ın
en belirgin özelliği, hermönetik ve pozitivizmi uzlaştırarak,
aralarındaki çekişmenin ve rekabetin üstesinden gelme yönünde
sarf etmiş olduğu yoğun çabadır..
Ülkemizde
bu anlayışı savunanların önde gelenlerinden Prof. D. Özlem, E.
Ströker’in “Bilim Kuramına Giriş”16
adlı eserinin tercümesine yazdığı önsözde konuyla ilgili
görüşünü şöyle dile getirir: “Geçen
yüzyıldan bu yana bilim felsefesinde, birbirinden oldukça kopuk
iki gelenek var olmuştur. Birincisi, 1920’lerde içlerinde;
Carnap, Schlick ve diğer bazı filozofların yer aldığı Viyana
Çevresi’nden kaynaklanan ve “bilim” kavramını büyük ölçüde
“tabiat bilimi” örnek ve modeliyle sınırlayan bir “tabiat
bilimleri felsefesi” olarak gelişmiştir. İkincisi ise, ortaya
çıkışı ve gelişimi geçen yüzyılın son çeyreğine ve
özellikle Dilthey’a dayanan ve “sosyal bilimler”, “kültür
bilimleri”, “tin bilimleri” ve benzeri adlarla anılan bilimler
grubunu ele alan ve günümüzde önemli bir koluyla hermönetik
bilim felsefesini de içeren gelenektir. Ülkemizde Anglo-Amerikan
felsefesinin etkisindeki kişilerin çabalarıyla, bu geleneklerden
ilki yaygınlık kazanarak uzun bir süre sanki tek ve biricik bilim
felsefesi olarak kabul görmüştür. Ancak son yıllarda benim de
aralarında bulunduğum bir grup felsefecinin ve felsefeyle ilgilenen
bazı sosyal bilimcilerin gayretleriyle ikinci gelenek çerçevesinde
gerçekleştirilen çalışmaların arttığı görülmektedir.”
Hermönetikle
ilgili literatürün ve bu husus üzerindeki çalışmaların geçmişi
oldukça eskilere uzanır. Hermönetik teriminin, Yunanca’da bir
şeyi açık kılmak, bir mesajı bildirmek ya da yorumlamak
anlamlarına gelen “hermeneuein” fiilinden türetildiği
söylenir. Terimin etimolojik olarak, Yunan mitolojisindeki tanrılar
(?!) ile insanlar arasında elçilik yapan Hermes ile de bağlantısı
vardır. Çünkü bazı kültürlerde, Hermes’in Tanrı’dan
aldığı mesajı ilgili kişiye ulaştırırken, daha iyi kavraması
ve anlaması için onu yorumlayıp, açıkladığına inanılırdı.17
Daha
sonra Aristoteles, Organon’un ikinci kitabı olan “Peri
Hermenias”ta (Yorum Üzerine), anlamlara dayanarak önermeler
aracılığıyla çıkarım yapma biçimlerini ele alarak, bir bakıma
çağdaş “yorumbilim”e öncülük etmiştir. Daha sonra 17.
yüzyılda hermönetik ya da yorumbilim kelimesi; “Kitabı Mukaddes
metinlerinde bulunduğu varsayılan ‘örtü’nün, Tanrı
mesajının üzerinden kaldırılmasında kullanılan teknik”
anlamını kazanmıştır. Terimi günümüzdekine yakın bir
bilimsel yöntem manâsında kullananların başında F.
Schleiermacher (1768-1834) gelir. Schleiermacher’in bu yöntemle
ilgili önerileri, “hermönetik daire” adlı kavramın da
esaslarını oluşturmuştur.
Hermönetik,
bu alternatif bilimsel akımın en önde gelen ve en üretken
düşünürlerinden W. Dilthey tarafından yeni bir bilimsel
yaklaşımın araştırma ve çalışma yöntemi olarak
tanımlanmıştır.
Dilthey
1920’li yıllarda yayımlanan eserlerinde toplum ya da insanla
ilgili bilgi üretme tarzının, tabiat hakkında bilgi üretmekten
kesin ve açık bir şekilde farklı olması gerektiğini öne
sürmüştü. Çünkü ona göre, insan ile ilgili araştırmalarda
bilginin öznesi ile nesnesini birbirinden ayırmak mümkün
değildir. Bu noktadan hareketle Dilthey, tabiat hakkındaki bilgi
dağarcığımızı büyük bir hızla zenginleştirmekte olan
pozitivist yaklaşımın, insan ve toplum bilimlerinde işlevsiz
kalacağını iddia eder. Dilthey’a göre, insanlar kendileri ve
toplumla ilgili açıklamalarında, aslında sadece birtakım
yorumlar yapmaktadırlar. Böyle bir yorum da esas olarak onu yapan
kişinin içinde bulunduğu sosyal ortamın ve geçmişin etkisi
altındadır.17
Böylece
beşeri bilimleri hermönetik, yani yorumlayıcı bilimler olarak
niteleyen Dilthey, bu bilimlerde kullanılması gereken yöntemi de
tabiat bilimlerininkinden kesin bir şekilde ayırdı. Dilthey’a
göre insanın özünü anlamak, ancak onun, kültürel ve tarihsel
çevresi içinde değerlendirilmesiyle mümkündür. Çünkü
“kişisel yaşantı” ve “bunun dışa vurumu” ile bu ikisinin
“zihinsel olarak kavranışları” arasında, yoğun karşılıklı
etkileşimler söz konusudur. “İnsanın tarihsel çevresi”,
“tarihin de kültürel bir bakış açısı” ile
değerlendirilmesini öneren Dilthey’ın yaklaşımı,
psikolojiden edebiyat incelemelerine kadar değişen birçok alanda
taraftar bulmuştur. Ancak ne yazık ki, bu girişim de, Husserl’in
ilginç çıkışını hatırlatan bir akıbete uğramış ve ne
yazık ki “bilimci-teknolojik” anlayışın yerini alacak güçlü
bir alternatif bilimsel akımın ortaya çıkmasıyla
sonuçlanamamıştır. Ve böylece benzer şekilde, Dilthey’ın
birçok ilginç ve etkileyici unsur içeren önerilerinin,
kendisinden sonra, insanı ve eylemlerini konu alan bilimlerde yaygın
bir şekilde uygulandığını görmek de mümkün olamamıştır.
Hermönetik,
daha yakın zamanlarda, bilimci-teknolojik yaklaşımın en şiddetli
şekilde aleyhtarlığını yapan “postmodern akım”a mensup
düşünürlerce de benimsenmiştir.
G.
Şaylan, “Postmodernizm”i; bazı düşünür
ve yazarların “ortak noktaları, pozitivist
bilim
ve teknoloji ile onun ürünü olan çağdaş uygarlığı
eleştirmek” olan, ancak birçok
belirsizlikler,
zıtlıklar ve çelişkiler de
içeren
bir “söylemi” olarak tanımlar.18
Kendilerini
postmodern olarak niteleyen düşünürlere göre, tüm sosyal analiz
ve sentezler, hermönetik esaslar çerçevesinde
gerçekleştirilmelidir.
Postmodernizm,
günümüzde değişik çevreler tarafından farklı şekillerde
tanımlanan bir akım, daha doğrusu bir akımlar grubu görüntüsü
taşır. S. Darryl ve L. Jarvis’e göre postmodernizm; “bütünlük
arz etmeyen, heterojen bir irrasyonalist süreç” veya “bir
‘hiper-(ya da anti)- entelektüelizm’ akımı”dır. G. Şaylan’a
göre de postmodernizm, ne bir kuram ne de bir ilkeler bütünü
olmadığı gibi, bu akıma özgü bir metottan da söz edilemez.
Şaylan, “Postmodernizmin tanımı ya da alanı ile ilgili herhangi
bir çerçevenin çizilmesi kesin olarak imkânsız mıdır?”
sorusuna da şu karşılığı verir: “Postmodern
çözümleme ya da yaklaşımlar için en azından bir ortak noktadan
söz edilebilir:Postmodernizm, genel olarak modernizmin ve onun temel
felsefi kavramlarından biri olan rasyonalizm(pozitivizm)
ile bu anlayışa dayalı bilimsel yöntemin eleştirisi ve reddi
olarak görülebilir. C. Jencks’e ait olan bu tanımda da
belirtildiği gibi, postmodernizmin temel karakteristiği bir ‘karşı
çıkış’ ve hatta ‘genel bir olumsuzluk’tur.”
Bu durumun tabii bir sonucu olarak postmodern yaklaşım, bize
herhangi bir çözüm ya da alternatif sunmaksızın, günümüz
sosyokültürel şartlarının yoğun eleştirisiyle yetinir.
Modern
bilime ve teknolojiye daha yapıcı tenkitler yönelten ve bazı
çözümler öneren düşünürler de olmuştur. A. Carrel “İnsan
Denen Meçhul” adlı eserinde bu türden eleştirilerin oldukça
haklı ve ilginç görünen bazı örneklerine yer verir: “Durgun
madde bilimleriyle canlılar bilimi arasında tuhaf bir eşitsizlik
mevcuttur. Astronominin ve fiziğin temelinde, matematik diliyle özlü
ve hoş bir biçimde ifadeye elverişli kavramlar bulunur. Bunlar
evreni, âdeta eski Yunan anıtlarının uyumlu çizgileri gibi
tasvir etmekte ve gerçeği; düşüncenin alışılmış
biçimlerinin ötesinde, sadece sembol denklemlerinden meydana gelen,
kelimelerle ifadesi imkânsız soyutlamalara kadar izlenmesini
sağlamaktadırlar. Canlı varlıklarla ilgili bilimlerde durum çok
farklıdır. Hayatla ilgili olayları inceleyenler âdeta içinden
çıkılmaz bir tropikal ormanda, hatta içinde sayısız ağacın
durmadan yer ve biçim değiştirdiği büyülü bir korunun
ortasında yollarını yitirmiş gibidirler. Kelimelerle tasvir
edebildikleri, ancak cebirsel formüller aracılığıyla birbirine
bağlayıp, açıklayamadıkları bir yığın olgunun altında
ezildiklerini hissederler. Fiziksel dünyayı oluşturan şeylerin;
meselâ kayaların, suyun, yıldızların veya atomun ağırlık ve
mekandaki yerleşimleri gibi kimi özellikleri soyutlanabilmiştir.
Bilimsel akıl yürütmede ve çıkarımlarda kullanılan materyal,
somut nesneler değil, soyut kavramlardır. Nesne ve olayların
doğrudan gözlemiyle, bilimsel sürecin ancak alt düzeyini teşkil
eden tasvir ve genelleme işlemleri gerçekleştirilebilir. Oysa
değişen niteliklere rağmen değişmeyen ilişkiler, yani tabiat
kanunları, ancak soyutlama ve açıklama süreçleriyle ortaya
konabilir. Fizik ve kimya, soyut ve nicel kavramlar içerdiği için
böylesine büyük ve hızlı bir gelişme göstermişlerdir. Fizik
ve kimya yasaları, olguların “niçin”ini açıklamasa bile,
olayları önceden tahmin etmemizi ve uygun şartlar altında
tekrarlamamızı mümkün kılarlar. Fiziksel bilimler bu yolla bize
büyük bir güç sağlamış ve “kendimiz dışında” bizi,
yeryüzündeki her şeye hakim kılmıştır. Ne yazık ki bu arada,
genelde canlı varlıklar bilimi, özelde de insanı konu alan
bilimlerin gelişimi ancak “tasvir” düzeyine ulaşabilmiştir.
Öyle
anlaşılıyor ki, bu konulardaki bilgisizliğimiz, hem atalarımızın
yaşayış tarzına, hem de yaratılışımızın karmaşıklığına
veya ruhsal ve zihinsel yapımızın özelliklerine dayanıyor.
Geçmişte, insanoğlu “her şeyden önce, yaşamak zorunda” idi.
Beslenebilmesi, soğuktan korunabilmesi, vahşi hayvanlar ve diğer
insanlar ile mücadele etmesi gerekiyordu. Atalarımız uzunca bir
dönem “kendilerini incelemeye” ne vakit bulabilmişler, ne de
buna gerek duymuşlardı. Çünkü zihin ve beden güçlerini
öncelikle; çeşitli silahlar ve aletler yapmaya, pişirme ve ısınma
sistemleri geliştirmeye; sığır, at ve benzerlerini yetiştirmeye
harcamak zorundaydılar. Bu durum daha sonraki dönemlerde de devam
etti. Böylece, fizyolojinin hiç bilinmediği dönemlerde, astronomi
oldukça ileri düzeylere ulaştı. Galileo’nun dünyayı, güneşin
uydularından biri olarak tanıttığı yıllarda; beyin, karaciğer
ya da tiroid bezinin yapısı ve hele çalışması hakkında hemen
hiçbir geçerli bilgi mevcut değildi. Tabii yaşama şartları
altında insan vücudunun, çoğu zaman herhangi bir özel itina veya
bakım gerektirmeden oldukça iyi bir şekilde çalışabilme
özelliği de bilimin, daha çok insanın ihtiyaçları ve merakı
yönünde, yani dış dünyaya doğru gelişme sürecini hızlandırdı.
Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, bilim çevrelerinin en yetenekli
ve başarılı temsilcileri, fiziksel bilimler alanına yöneldi ve
çalışmalarını orada gerçekleştirdi.
Cansız
madde dünyasının yapısı yalındır. Bu nedenle bilim adamlarının
atakları karşısında hemen boyun eğerek kimi önemli yasalarını
onlara teslim ediverdi. Öğrenilen bu yasalar insanoğluna, maddi
alemi kendi yararına kullanma gücü sağladı. Bilimsel buluşların
endüstriyel uygulama alanına konması, bunu gerçekleştirenler
için önemli bir kazanç kaynağı olduğu gibi; yaşamayı
kolaylaştıran, konforu arttıran, ulaşımı ve haberleşmeyi
hızlandırıp yaygınlaştıran bu gibi uygulamalar toplumun da
beğenisini ve desteğini kazandı. Herkes, bedenimizin ve ruhumuzun
yapısındaki karmaşık mekanizmalardan çok, çalışma hayatının
ve gündelik yaşantının zorluklarını azaltan ve renklendiren
buluşlarla ilgilenmeyi tercih etti.
Ancak
bilimin ve teknolojinin esasen yararlı olan bu uygulamaları, zaman
içinde ne yazık ki iyice kontrolden çıkarak çevremizde ve yaşama
biçimimizde zararlı bazı etkiler doğurmaya başladı. Son
dönemlerde giderek artan oranlarda; insanın zevkleri, arzuları ve
konfor ihtiyacı gibi temelsiz kriterlerle şekillenmeye başlamış
olan uygarlığımız, sonunda bizzat kurucusu olan insana yabancı
ve uyumsuz bir hâl aldı. Bilimin ve teknolojinin gelişim çizgisi,
herhangi bir plânlamaya ve stratejiye dayanmadığı için, bu
gelişimin nihai yönü, artık tamamen kâr tutkusu ile basit çıkar
ve zevklere göre belirlenir olmuştu. Kısacası ‘kendimizi
yeterince tanımamamız’ nedeniyle; fizik, kimya ve benzeri
bilimler ile teknoloji, yaşayış tarzımızı ve çevremizi rast
gele değiştirecek güce erişti. İnsan her şeyin ölçüsü
olmalıydı, ancak insan, bugün kendi eliyle kurduğu yapay ortamın
yabancısı durumundadır. İnsanoğlu dünyayı kendi tabii özellik
ve ihtiyaçlarına göre düzenleyemedi, çünkü tabii nitelikleri
hakkında yeterli bilgiye sahip değildi. Sonuçta bize uygun olmayan
bir ortamda yaşamak zorunda kaldık ve bu yapay çevrede, son derece
mutsuzuz. İnsanlık; sağlık, etik ve zihinsel nitelik ve benzeri
hususlar bakımından her geçen gün biraz daha yozlaşıyor. Bu
durum özellikle endüstri uygarlığının en üst aşamasına
ulaşmış toplumları ve ulusları tehdit ediyor. Buralarda
yaşayanlar, bilim ve teknoloji aracılığıyla oluşturdukları son
derece olumsuz ortamda, tamamen savunmasız bir şekilde hayatlarını
sürdürmek zorundalar. Çağdaş insan, ‘insan bilimi’nin
‘cansız madde bilimi’yle kıyaslanamayacak derecede geri kalmış
durumda olmasının kurbanıdır.
Bu
sorunun tek geçerli çözümü, kendimizi çok daha kapsamlı ve
derin bir şekilde tanımamızdan geçer. Gerçekte ne veya kim
olduğumuzu öğrenir, âtıl duran güçlerimizi harekete
geçirirsek, eksiksiz ve mükemmel bir uygarlık kurmamız mümkün
olabilir. İnsanoğlunun yeniden ‘yükselebilmesi’ için önce,
geçmişte yitirdiği esenliğe tekrardan kavuşması gerekir.
Esenliğe giden yolda ise, birtakım engeller ve zorluklar olduğu
açıktır. İnsan, gerçek niteliğini ortaya çıkarabilmek için,
güç de olsa, mevcut sorunlu varlığını “yontarak, inceltip
saflaştıracak ve onu mükemmelleştirecek darbeleri
cesaretle-bizzat kendi elleriyle ve yine kendisine-yöneltmek”
zorundadır, çünkü şu anda o hem mermer, hem de heykeltıraş
konumundadır.
Düşünme
ve yaşama alışkanlıklarımızı değiştirmeden, kendimizi ve
çevremizi esenliğe kavuşturmamız imkânsızdır. Gerçekten de
modern toplum, ilk kuruluş günlerinden bu yana bir düşünce
hatasının acısını çekmektedir. Rönesans’tan bu yana hep aynı
yanlışı tekrarlayıp durduk. Teknolojiyi ve uygarlığı,
sağduyuya uygun bilimsel ilkelerin değil, aşırı soyut ve hatta
açıkça tutarsız bir anlayışın üzerine kurduk... Artık bu
yanlışlıktan kurtulmanın zamanı gelmiştir. “Varlıklar” ile
“onların özellikleri” arasına dikilen engelleri hemen ortadan
kaldırmak zorundayız. Bugün zararını gördüğümüz tutum ve
durum, Galileo’nun aslında dahice olan yaklaşımının, sonradan
yanlış yorumlanmasından kaynaklanmıştır. Galileo, pratik
amaçlarla ve geçici olarak; nesnelerin kesin bir şekilde ölçülmeye
elverişli primer özelliklerini, yani ebatları ile ağırlığını;
kolayca ölçülemeyen biçim, renk, koku ve diğer sekonder
özelliklerinden ayırmıştı. Fakat onu izleyenler, nicel olanın
nitel olandan ayrımını kalıcı ve genel bir alışkanlık, hatta
bir ilke hâline getirdiler. Böylece bilgi ile nesnesi, birbirinden
tamamen koparılmış oldu. Matematik diliyle tanımlanmaya ve
açıklanmaya elverişli nicelikler bilgisi, bilimi ve teknolojiyi
günümüzdeki durumuna getirdi. Tasviri ve açıklanması farklı
bir dil ve yöntem gerektiren niteliklere ait olguların önemsenmeyip
göz ardı edilmesi, bu bilim anlayışının önce bir kabulü,
sonra da değişmez bir kuralı oldu.
Şeylerin
pratik amaçlarla primer özelliklerinden geçici olarak
soyutlanması, yerinde ve uygun olmakla birlikte, sekonder
özelliklerin kalıcı bir şekilde ihmali gerekli ve doğru değildi.
Ve nitekim bu ihmalin bizler için çok ağır bir bedeli oldu. Çünkü
kilo ya da metre ile ölçülemeyen öyle özellikler vardır ki,
bunlar ölçülebilenlerden çok daha büyük bir önem ve değer
taşımaktadır. Düşünce ve duygularımız, kandaki tuz ve
minerallerden daha önemsiz değildir. Nitel olan ile nicel olan
arasındaki aşırı dengesizliğin altında, bir başka büyük
düşünürün yine yanlış anlaşılan fikirlerinin izleri de
vardır. Descartes’ın “ruh-zihin” ilişkilerine ait
düşüncelerinin, bu ikisi arasında mutlak bir ayrım olarak
anlaşılması, düşünce dünyamızın dengesizliğini iyice
arttırdı. O zamandan beri, zihin ya da bilinç ile ilgili birçok
fenomene anlaşılmaz şeylermiş gibi bakmak alışkanlık haline
geldi ve maddi olan, ruhsal olandan kesin bir çizgiyle ayrıldı.
Böylece organik yapılar ve mekanizmalar; iyilikten, güzellikten,
sevinçten, acıdan ve sorumluluktan daha önemli ve büyük
gerçekler olarak görülmeye başlandı. Bu yanlış tutum;
teknolojiyi zirveye, insanı da “aşağılara” götürdü.
İstikametimizi
düzeltmek için, hayalimizde Rönesans insanının gözlem ve deney
tutkusuyla dolu dünyalarına bir gezi tasarlamalıyız. Onların
takdire şayan meziyetleriyle gelişen bilim ve teknoloji, bugün
bizim de en değerli varlığımızdır. Ancak biz, onların
hatalarından kendimizi uzak tutup, tam ve eksiksiz bir bilim
anlayışıyla Rönesans insanını aşmalıyız. Çünkü sekonder
özellikler de en az primer olanlar kadar gerçektir. Duygulara ve
niteliklere de en az fiziksel ilkeler kadar değer ve önem vermek
zorundayız. Biz Descartes’ı doğru anlamalı ve zihin ile
bilincin madde dünyasıyla ilişkilerini sağlıklı bir şekilde
kurmasını sağlamalıyız.
Yeniden
tanımlayacağımız bu eksiksiz ve doğru bilim anlayışının
hedefi, insanı hem maddi hem de manevi yönleriyle geliştirip,
yüceltmektir. Bu yeni yaklaşımda gerçeklik tüm boyutlarıyla,
özellikle günümüz anlayışının ihmal ettiği cepheleriyle de
bilimin inceleme alanına dahil edilecektir. Nitel olanın
araştırılmasının daha zor olduğunu bilmekle beraber, ruhu asla
bedenden ayırmayacak, fizyolojik olgular kadar bilinç olgularını
da ele alacağız.
Üç
asırdan uzun bir süredir uygarlığımıza hakim olan kanaat ve
saplantılardan kurtulmak kolay olmayacaktır. Bu yeni bakış açısı;
pedagojiyi, genel tıbbı, hijyeni, psikolojiyi ve sosyolojiyi
temelinden sarsacaktır. Uygarlığımız bu atılımı
gerçekleştirmeyi başardığında; “maddi olan”, mutlak
üstünlüğünü kaybedecek, zihinsel ve duygusal süreçler de en
az organik süreçler kadar araştırılmaya başlanacaktır. Böylece
etik, estetik ve din gibi alanlar da hiç değilse, fizik ve
kimyadaki yoğunlukta çalışmalara sahne olacaktır. Ayrıca,
okullar eğitim ve öğretim programlarını değiştirecek, sağlık
koruma uzmanları, ağırlıklı olarak organik hastalıklarla
uğraşmaktan vazgeçip, sağlıklı bir ruhsal hayatın şartlarını
da öğretmeye başlayacaklardır. Bu çerçevede, ekonomistler
insanın hisseden, acı çekebilen bir varlık olduğunu anlayarak,
onlara sadece iş ve ekmek vermekle tüm ihtiyaçlarının giderilmiş
olmayacağını, insanoğlunun fizyolojik ihtiyaçları gibi birtakım
ruhsal ihtiyaçlarının da bulunduğunu göz önünde tutacaklardır.
Böylece bazı ekonomik bunalımların temelinde etik ve zihinsel
nedenlerin yattığı ortaya çıkmış olacaktır. Sonuçta büyük
şehirlerin barbar ekonomik ortamı, fabrika ve büro zulmü sona
erecek; ahlâkın ekonomik çıkara, zihinsel ve ruhsal gelişimin
paraya tercih etmek, çağdaş uygarlığın bir gereği olarak
görülmekten çıkacaktır.
Ancak
burada çok önemli bir noktaya da dikkat etmek zorunludur:
Pozitivist-materyalist yaklaşımı ortadan kaldırdıktan sonra onun
yerini spirutalist veya maneviyat simsarı bir gericiliğin almasına
asla izin vermemeliyiz. İnsanı sadece ruhsal yönden ele alarak
reel dünyaya arkasını dönen bir yaklaşım, en az materyalizm
kadar zararlı olacaktır. Gerçek esenlik ve kurtuluş ancak,
bütün spekülatif doktrinlerden vazgeçip; varlığı ve varoluşu
tüm yön ve boyutlarıyla, reel ve olgusal olarak esas alan bir
kavrayışa ulaşmakla mümkündür .”19
Aynı
konuyla ilgili olarak, S. H. Nasr da “İnsan ve Tabiat” adlı
kitabında şunları söyler: “Bu
kitap, Chicago Üniversitesi’nde her yıl düzenlenen dizi
konferanslarda sunulan dört tebliğin metinlerinden oluşmaktadır.
Bu konferansların amacı, modern bilimin çeşitli uygulamalarının
dünya barışı ve insan hayatı bakımından ortaya çıkardığı
sorunların tahlilidir. Kitapta sunulan tez kısaca şudur: Modern
bilim her ne kadar kendi içinde, tutarlı ve yararlı bir etkinlik
olarak görünse de, bilimi bütünleyecek daha yüksek düzeyli bir
organize edici bilgi sisteminden yoksun oluşumuz nedeniyle, bilimin
kimi fonksiyon ve uygulamaları bir süreden beri zararlı, hatta
tehlikeli bir hâl almaya başlamıştır. Böyle konferansların ve
benzeri etkinliklerin yaygınlaşması, bilim ve teknolojinin bu
yanlış uygulama biçiminin yol açtığı tehlikenin giderek
değişik çevrelerce farkına varılmaya ve daha iyi kavranmaya
başladığını göstermektedir.
Bugün
batı ülkelerindeki kent merkezlerinde yaşayan hemen herkes,
hayatında ‘bir şeylerin’ eksik olduğunu içten içe
sezinlemektedir. Bu durum, doğrudan doğruya insanın, kendi
çevresinde, onu tabiattan olabildiğince izole eden yapay bir ortam
oluşturmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Sonuçta tabiat anlamsız
bir hâle gelmiştir. ‘İnsani varoluş’un bu temel boyutunun
yitirilmesiyle ortaya çıkan bu eksiklik ve boşluk, insan hayatında
kimi zaman umutsuzluk ve korku, kimi zaman da şiddete başvurma gibi
sorunlara yol açmaktadır. Hatta artık bu ‘sorunlu varoluş’
bile, ‘tabiatın boyunduruğa vurulması’ etkinliğinin tehdidi
altına girmiştir. İnsanın tabiat üzerindeki egemenliğinin
artmasının daha büyük bir ilerleme ve daha mutlu bir gelecek
anlamına geldiği yönündeki yoğun reklam ve propagandalara rağmen
artık birçok kişi, bu şekilde kurulmuş olan şatoların, oynak
bir kum zemin üzerinde yükselmekte olduğunu; insanın tabiattan
kopuşunun doğurduğu sorunların, artık tabiat karşısında
bugüne kadar kazanılan başarıları bile tehdit etmeye başladığını
görebilmektedir. İnsanlık sonunda topyekûn bir yokoluşun eşiğine
gelmiştir.
Pek
çok kişinin yakındığı ‘nefes alacak bir boşluğun bile
kalmaması, kent yaşamındaki tıkanıklık ve pıhtılaşma, bir
çok tabii kaynağın tükenme noktasına gelmesi, tabii
güzelliklerin tahribi, bazı teknolojik ürün ve atıkların
çevreyi yaşanmaz hâle getirişi’ ve benzeri sorunlar, hep
‘tabiatı boyunduruk altına alma ve sınırsız bir güce sahip
olma tutkusunun’ olumsuz sonuçlarıdır. Bilimin ve teknolojinin
değerlerinin bizzat insanın kendisi tarafından belirlenmesi
gerekirken, ‘ürettiği şeyler’, insanın değerini belirleyen
yegâne ölçü olmuştur. Sorun hem bilimi hem de onun kavranışını,
yorumlanışını ve uygulanışını içermektedir; yani hem teorik
anlayış hem de pratik uygulama açısından büyük eksikler ve
yanlışlar söz konusudur.
Modern
bilimde bazı belirli bilgi türlerinin üretimi için son derece
gelişmiş yöntemler ve araçlar mevcut olmakla birlikte; bunların
yorumlanması ve bir araya getirilip kapsamlı sentezlere
ulaşılmasıyla ilgili büyük sorunlar ve yetersizlikler olduğu da
ortadadır. İnsan bilinci, ‘kozmik varoluş ilkesi’ ile olan tüm
bağlarını kopardıktan sonra artık, tabii düzenin dokusunu yakıp
yıkan bir ateş topu gibi ilerleyen uygulamalara kendini tamamen
kaptırmış bir durumdadır. Böylece yanlış uygulamalar, giderek
bizzat insanın kendi varlığını tehdit eden ölçülere
ulaşmıştır. En kısa zamanda, kozmik ilkeyi kavrayıp ona uygun
bir yaşama biçimi geliştirmesi gereken insanlık, tam aksine her
geçen gün evrensel varoluş ilkesine biraz daha yabancılaşmaktadır.
Bundan dolayı günümüz insanıyla tabiat arasındaki uyuşmazlık
ve dengesizlik artık günlük hayatın her anında ve kesiminde
aşikar bir şekilde görülebilmektedir. Bu tablonun ortaya
çıkmasında modern bilimin niceliği temel alan perspektifinin
büyük payı vardır. Çünkü bu yaklaşım, ‘esas olanın tali
olana indirgenmesi’ anlamına gelmektedir. Günümüzde büyük
şehirlerde yaşayan herkesin hissettiği, dengesiz ve plânsız
sanayileşme ve makineleşmeden kaynaklanan ‘gırtlağına kadar
maddeye batmışlık hâli’, bilimin katıksız materyalist ve
nicelci uygulama biçiminin tabii bir sonucudur. Uygarlığımızın
olumlu yönleri de temelde aynı dinamiklere dayanıyor olmakla
birlikte, modern bilimi içine alacak kuşatıcı bir metafizik dünya
görüşü mevcut bulunmadığı için, sonuçta ‘sayı ve
nicelik’, ne yazık ki ‘anlam ve değeri’ unutturmuştur.
Bilimde
bugün gerçekliğin çeşitli kategorileri tek bir fiziksel alana
indirgenmiştir. Bu, bir hastalık nedeniyle görme alanının
derinlik boyutunu yitirmiş birinin her şeyi iki boyutlu olarak
görmesine benzer bir durumdur. A. Eddington ‘balıklar konusunda
bir araştırma yapan bir bilim adamının denizden toplayabildiği
balık örneklerinin büyüklük ve türlerinin, onları yakalamakta
kullandığı ağın özellikleriyle sınırlanacağına’ dikkat
çekerek; modern bilimin pozitivist yorumunda, ‘dünyanın tüm
denizlerinde elde mevcut ağla tutulanlardan başka büyüklük ve
türde balık bulunmadığının’ iddia edilmekte olduğunu söyler.
Tabiat gerçekte, bilimde şu anda kullanılan gözlem ve deney
teknikleriyle sağlanan nicel verilerin çizdiği tablodan çok daha
zengin yapı ve işlev zenginliklerine sahiptir.
Aslında
pozitivistik yorum, bilimi baştan aşağıya ‘deontolize’ etme
girişiminden başka bir şey değildi. Bu yaklaşımı
eleştirenlerden J. Maritain’ın haklı olarak söylediği gibi
pozitivizm; nesnelerin empirist gözlemi ile ontolojik analizlerini
birbirine karıştırmakta ve modern fizik, nesnelerin ontolojik
anlamlarını göz ardı etmektedir. E. Meyerson başta olmak üzere
birçok bilim felsefecisi, bilimin daha yararlı ve etkin olabilmesi
için ona mutlaka ontolojik bir boyut eklenmesi gerektiği hususunu
ısrarla vurgulamaktadır. Yapılması gereken şey, bilimin
duvarlarında belirmeye başlamış olan çatlakların ‘dipten
gelen okkült-spirutalist hurafe çamuru’yla değil, ‘yukarıdan
gelen duru ve aydınlık metafizik bilgelik’ ile onarılmasıdır
ki; böylece bilimin geçerli bulguları bütünlenebilsin ve
bilinemeyen ya da kavranamayan olgular da gerçek anlamlarıyla bu
bütünlük içindeki yerlerini alabilsin.
‘Philosophia
perennis’
ya da geleneksel
hikmet ve kültür,
batı dünyasına, birkaç yüzyıldan beri unutmuş olduğu bazı
kozmik ilkeleri hatırlaması hususunda yardımcı olabilir.”20
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder