Düşünce
Tarihi ve Philosophia Perennis
Yakın zamanlara kadar,
batılı düşünce tarihçilerinin önemli bir kısmı, modern
felsefenin başlatıcılarının antik Yunan filozofları olduğu
kanaatine sahiptiler. Onlara göre; Yunan felsefesinden önceki
dönemlerde,
sistemsiz ve esasen dini bir niteliğe sahip bazı görüş ve
inançlardan ibaret olan insanlığın ortak bilgi dağarcığı,
özellikle İyonyalı düşünürlerin başlattığı ve Platon ile
Aristoteles’in zirveye ulaştırdığı entelektüel çabalarla,
günümüz felsefesinin temellerini oluşturmuştu.
Ancak,
“Düşünce Tarihi” adlı müteakip kısımda çeşitli
örneklerle ele alınacağı gibi, bazı yeni bulgular, ana
hatlarıyla doğru olan bu tabloda iki önemli eksik veya hatanın
mevcut bulunduğunu göstermektedir. Bu bulguların ilk grubu, Sümer,
Mısır, Hint ve Çin uygarlıkları ile bu uygarlıkların düşünce
hayatının, İyonya ve antik Yunanistan’ın diğer
bölgelerindekinden hiç de aşağı kalmayacak bir mükemmellikte
olması hususuyla ilgilidir. Bunların ikincisini ise, hem İyonya
fizikçilerinin hem de Platon ve Aristoteles’in yararlandığı
materyalin büyük ölçüde dini kaynaklardan sağlanmış olduğunu
gösteren bulgular oluşturur. Bu gelişmeler, günümüz
düşünce yapı ve sistemlerinin temellerinde, daha önceleri
sanıldığının aksine, dini bilgi ve kavramların çok öncelikli
ve önemli bir düzeyde yer aldığını ortaya
çıkarmıştır. Bazı düşünürler tarafından
‘philosophia perennis’
olarak adlandırılan bu anlayışa göre; felsefe, bilim ve tekniğin
temelleri; yeryüzünde ilk insanın yaşamaya başlaması ile
atılmış ve insanlığın bu ortak mirası, zaman içinde birikip,
zenginleşerek günümüzdeki durumuna ulaşmıştır.
“Düşünce Tarihi” içinde yapacağımız gezinin doğuracağı
intiba, bakalım zihin ve kalbinizde bu görüşü ne oranda
destekleyecek...
Düşünce
Tarihi: Felsefenin ve Bilimin Doğuşu
Tarih, belgelere dayanarak geçmişte
gerçekleşmiş olan olayların, zaman, yer ve sebep gibi
özellikleriyle ele alındığı bilim dalıdır. Bu alanda çalışan
araştırmacılar, eldeki kaynak materyalin eleştirel tetkiklerine
dayanarak, özellikle belli başlı tarihsel olayları kronolojik
tutarlılık ölçüleri içinde irdeleyerek bunların nedenlerini ve
önemli sonuçlarını ortaya koymayı hedeflerler. Tabiat
bilimlerindeki gibi doğrudan gözleme dayanmak yerine, tarihte; çoğu
defa eksik ve kusurlu belgesel kayıtlardan veya ifadelerden
hareketle; akıl yürütme ve çıkarım yoluyla, “geçmişte”
olanlar ortaya konulup, yeniden kurgulanmaya çalışılır.
Tarihçi,
önce kaynaklarını bir dizi ön incelemeden geçirir. Bu işlemlerin
ilk safhasında, kaynakların belirlenen amaç açısından uygun ve
yeterli olup, olmadığının tespitine yönelik bir “dış
eleştiri” gerçekleştirilir. Tarihçi, kaynaklarını bu şekilde
seçtikten sonra, bir “iç eleştiri” işlemi yoluyla bunları
özümlemeye girişir. Bu merhalenin başarıyla tamamlanabilmesi
için, tarihçinin elindeki belgenin diline bütün incelikleriyle
hakim olması; eğer varsa, metinde sonradan oluşmuş tahrifat veya
tahribatı tespit ederek orijinal yapıyı tahmine çalışması,
ayrıca kayıtçıyı, zamanının şartları çerçevesinde
tanımaya ve düşünce yapısını kavramaya çalışması gerekir.
Bütün bu eleştirel işlemler,
aslında sadece bir başlangıçtır. Ve tarihçinin asıl işi ise,
elindeki malzemeden bir sentez oluşturmaktır. Artık tarihçi için,
bir teknik elemanınkinden ziyade bir sanatçının veya mucidinkine
benzer bir entelektüel faaliyet safhası başlamıştır. O, bu
süreçte, incelediği döneme ve kişilere olabildiğince
yakınlaşabilmeli, onların duygu ve düşüncelerini kendi çağ ve
şartlarının bağlamı içinde anlayıp, kavrayabilmelidir.
Tarih, gerçekte, oldukça “yeni”
veya “genç” bir bilim dalıdır. Kronolojik olarak günümüzden
geçmişe doğru bakıldığında, belirli bir noktadan sonra, tarihi
belge ve bulguların çeşit ve miktar bakımından son derece
azaldığı görülmektedir. Ayrıca henüz ulaşamadığımız
birçok kalıntı, yerin ve denizlerin derinliklerinde keşfedilmeyi
beklemektedir.
Bunlardan başka, bulunmuş olan
yetersiz materyalden bir toplumun, bir uygarlığın veya bir
kültürün tam olarak anlaşılıp, kavranabilmesi de gerçekten çok
zordur. Tarihçinin zihninde birçok kurgu ve çıkarım işleminden
sonra şekillenen hipotetik model; tam, kesin ve mutlak olmaktan
genellikle uzaktır. Çoğu defa aynı bulgulardan; farklı
tarihçiler, ortaya farklı modeller koyabilmektedir. Bundan dolayı,
bu bölümde, mümkün olduğunca üzerinde fikir birliğine varılmış
olan tarihi gerçekler ve kabuller esas alınmaya çalışılmıştır.
“İnsanlık
tarihinin ilk büyük dönüm noktasına, çok miktarda yiyecek
üretimine geçiş ile ulaşıldığı” hususu, bu türden bir
kabuldür.21
Böylelikle belirli bir bölgede yaşayabilen insanların sayısında
büyük artışlar mümkün olmuş ve üzerinde bir uygarlığın
yükselebileceği sosyoekonomik temeller atılmıştır.
Çiftçilik ve çobanlığın
yaygınlaşarak gelişmesine dair en eski ve en önemli örneklerden
birisi, Ortadoğu’da M.Ö. 8500-7000 yılları dolaylarında
gerçekleşmiştir. Tahıl tarımı ancak çok az bir kısmının
belgelerle ortaya konduğu göçler yoluyla, buradan Avrupa’ya,
Hindistan’a, Çin’e ve Afrika’ya yayılmış olmalıdır.
İnsanlık
tarihinin ikinci büyük dönüm noktasına “uygar toplumlar”
olarak adlandırılan, çeşitli beceri ve zenginliklere sahip
kompleks yapılı toplulukların ortaya çıkışıyla ulaşılmıştır.
Elde mevcut belgelere göre, en eski uygar toplumlar, Dicle ve Fırat
ırmaklarının aşağı kıvrımları boyunca Basra Körfezi’ne
kadar uzanan düz alüvyon ovası üzerinde yer alan Sümer ülkesinde
doğdu.22
Ancak,
H. Frankfort; tarih biliminin yeniliği, gelişmişlik derecesinin
azlığı ve elde mevcut tarihi belgelerin yetersizliği gibi
hususlara dikkat çektikten sonra, “Uygarlığın Doğuşu:
Mezopotamya ve Mısır” adlı kitabında şunları belirtir:
“Konumuz uygarlığın Yakındoğu’da doğuşu. Dolayısıyla,
soyut olarak uygarlığı mümkün kılan şartların neler olduğu
sorusuna cevap aramakla meşgul olmayacağız. Bence, zaten böyle
bir cevap bulunsa bile bu, tarihi değil, felsefi bir cevap
olacaktır.” H.
Frankfort, konuyla ilgili görüşlerini anlatmayı şöyle sürdürür:
“Bununla birlikte, günümüz uygarlığının Mezopotamya ve
Mısır’da doğduğu hususunda, tarihçiler arasında çok yaygın
olan bir uzlaşma olduğu için, burada ele alıp inceleyeceğimiz
materyalin bize böyle bir cevabın genel çerçevesini
çizilebileceği söylenebilir. Uygarlığın doğuşu olgusunun, çok
merkezli ve birden fazla defa vuku bulmuş bir olgu olduğu şeklinde
kanaatler de mevcuttur. Ama bunun, çoğu yerde gerçek ve orijinal
bir doğuş olmayıp; daha gelişmiş toplumlarla temasın bir
sonucu olarak başlayan veya en azından böyle bir ilişkiyle
hızlanan bir süreç olduğu kesindir.
Şimdilik, uygarlığın doğuşunun
bir dış etkiyle değil, kendi iç dinamikleriyle gerçekleştiği
intibaının veren sadece üç yer bilinmektedir: Bunlar; Eski Çağ
yakındoğusu (Mezopotamya ve Mısır), Çin ve orta-güney
Amerika’dır. Ne var ki; Maya ve İnka uygarlıklarının oluşum
süreci hakkında henüz yeterince bilgimiz bulunmağı gibi,
Çin’deki uygarlığın da batıdan gelen bazı etkilerin sonucunda
gelişmiş olma ihtimali oldukça güçlüdür.
Buna karşılık, Mezopotamya ve
Mısır’ın genelde tüm yeryüzüne hakim “ortalama” yaşama
şartlarının oldukça üzerine çıkılabildiği ilk ülkeler
olduklarına dair bir çok belge ve materyal mevcuttur. Bu
topraklarda uygarlığın ortaya çıkışında; herhangi bir diğer
toplumun etkisinin olduğuna dair de hiçbir delil yoktur.”23
Evet, şu anki bilgilerimiz ışığında,
belirli teknikler ve araçlarla geniş ölçüde tarım ve
hayvancılık yapabilen; büyük, düzenli ve plânlı şehirler
kuran; bilim sanat, teknik ve felsefede belirli düzeye ulaşmış
olan ve bütün bu faaliyetlerinden geriye-henüz yeterli miktarlara
ulaşmamış da olsa-birtakım belge, yazı ve materyal kalmış olan
en eski uygarlığın Mezopotamya’da doğduğunu söyleyebiliriz.
Sümerler, mevcut tarihi belgelere
göre, dünyanın bu en eski uygarlığının kurucularıdır.
Sınırlarını Fırat ve Dicle ırmaklarının çizdiği
Mezopotamya’nın en güney kesimini içine alan ve daha sonraları
“Babil” olarak adlandırılan bölgede yaşayan Sümerler;
bataklıkları kurutarak tarıma elverişli hale getirmiş;
dokumacılık, dericilik, metal işleme, mimari, seramik gibi teknik
ve sanatları geliştirmiş, ayrıca ilk ticaret merkez ve
yollarını da açmışlardır.
M.Ö. 3000 yılı dolaylarında bölgede
en az 12 kent devleti bulunuyordu. Bu devletlerin her biri, surlarla
çevrili birer şehir ile, onun etrafında yer alan köylerden ve
arazilerden oluşmaktaydı. Bu şehirler, tıpkı günümüzdekine
benzer şekilde, siyasi iktidarın halkın elinde bulunduğu en ileri
yönetim şekli olan demokrasiyle yönetilmekteydi. Ancak zamanla
şehirler arası rekabet ve mücadele şiddetlenince, demokrasi
yerini krallık yönetimine bıraktı. Ve 12 şehir devletinden biri
olan Kiş’in hükümdarı Etana, 2800 yıllarında tüm kent
devletlerini yönetimi altında topladı.
Sümerce,
bilinen ilk yazı dilidir. Dilbilimsel çalışmalarda; bu dille daha
eski, herhangi bir başka dil arasında henüz akrabalık
kurulamamıştır. Zamanla, tüm çevre topraklarda da konuşulmaya
başlanan Sümer dili; gelişim süreci bakımından “Arkaik, Eski
(veya klâsik),
Yeni, ve Sümer Sonrası” olmak üzere dört farklı döneme
ayrılabilmektedir.
M.Ö. 3100-2500 yılları arasına
tarihlendirilen Arkaik Sümer dili; ticaret, yönetim, felsefe ve
eğitimle ilgili metinler halinde günümüze ulaşmış, ancak henüz
çok küçük bir bölümü çözülüp, anlaşılabilmiştir. M.Ö.
2500-2300 yılları arasına tarihlendirilen Eski veya Klâsik Sümer
dili ise Lagaş krallarına ait metinlerin dilidir. Bu döneme ait
tabletlerde ticari antlaşmalar, hukuki ve idari esaslar, felsefi
yazılar, mektuplar ve dini metinler yer almaktadır. Sümer dilinin
bu biçimi, bir öncekinden daha iyi çözülmüştür.
Yeni Sümerce döneminde, bir Sami
halkı olan Akadlar Babil’i ele geçirdikten Akad dili, Sümer
dilini gölgede bıraktı. Eski Babil dönemi olarak da bilinen bu
devir M.Ö. 2000’de sona erdi. M.Ö. 2000’den sonra Sümerler
siyasi kimliklerini kaybedince, konuşma dili olarak Sümerce; yerini
Akad diline bıraktı, ama çivi yazısı kullanıldığı müddetçe,
yazı dili olarak varlığını devam ettirdi.
Sümer
dilinin; felsefe, destan, ilahi, ayin ve dua metinleri, atasözü
gibi çok çeşitli türlerde, oldukça gelişmiş ve zengin bir
edebiyat birikimi vardır. Bu metinlerin çoğu, Sümerce’nin
konuşma dili olarak önemini kaybetmesinden asırlar sonra, ilk defa
Eski Babil döneminde yazıya geçirilmiş ve eğitim kurumlarında
okutulmuştur. Helenistik dönemden kalma bazı çiviyazısı
tabletlerde ise, Yunan harfiyle yazılmış Sümerce kelimelere
rastlanmaktadır.
Sümerce, bitişimli bir dildir. Gramer
ilişkileri, köklere getirilen eklerle belirtilirdi. Aynı kökten
türeyen fiiller ve isimler de; sözdizimi kuralları ve eklerle
ayırt edilirdi. Dört ünlü ve on altı ünsüzden oluşan dilin
yalın bir ses sistemi vardı. İsimler, sayı ve duruma göre
çekilir; çoğul sayılar, son eklerle veya ikileme yoluyla ifade
edilirdi. Oldukça kompleks, ancak çok iyi tanımlanmış kurallara
tâbi olan fiil çekimleri; ön ek, son ek ve iç ekler kullanılarak
yapılırdı.
19. yüzyılda çözülmeye başlayan
Sümer lehçelerinin en önemlileri, resmi lehçe “emegir” ile
genellikle dini ve felsefi metinlerde kullanılan “eme-sal”dır.
Sümerce’nin standart sözlüğü 1976’da Pennsylvania
Üniversitesinden bir grup uzmanca hazırlanmaya başlanmış, ve
ilk cildi 1984’te yayımlanmıştır.
H. J.
Störig “İlkçağ Felsefesi” adlı eserinde şöyle der:
“Felsefeyi varoluşun; yani hem dış dünyanın, hem de insanın
iç dünyasının sırlarını, düşünme ve akıl yürütme yoluyla
çözme çabası olarak tanımlarsak, bu etkinliğin elde mevcut tüm
yazılı belgelerden çok daha eski bir tarihte başlamış olduğunu
kabul etmemiz gerekir. Düşünme ve konuşma kabiliyetleri
birbirlerine kopmaz bağlarla bağlıdır. Hali hazırda, her
çocuğun büyüme ve gelişmesinde tekrar tekrar gözleyebildiğimiz
bu ilişki, “insanlığın düşünce tarihi” boyunca da geçerli
olagelmiştir. Düşünmenin araçları olan kavramları bize dil
sağlar. Konuşmaya çalışan çocuğun öğrendiği ve
söyleyebildiği her yeni şey; çevresinde mevcut ‘bilinmezler
okyanusunun’ bir bölümünü sanki sihirli bir değnekle
dokunulmuşçasına anlaşılmazlık ve bilinmezlik kılıfından
çıkararak, manâlı hale getirir. Düşüncelerimizin ayrılmaz
aracısı olan ve belki de onu bir şekilde sınırlayan dil,
felsefenin her zaman en önemli konularından birini teşkil
etmiştir. Ulaşıp, inceleyebildiğimiz en eski başlangıç
noktalarında, dilleri hep son derece gelişmiş ve olgunlaşmış
durumda bulmaktayız. Dillerde daha sonra görülen değişmelerin,
yeniden şekillenme ve yapılanmaların; genellikle bu esas formun
yanında tali haller olduğu görülmektedir. Elimizdeki belge ve
materyalin yetersizliğinden dolayı, şu anda ulaşabildiğimiz
tarihi başlangıç noktalarından daha önce geçen–süresini tam
olarak bilmediğimiz, ama mevcut ip uçlarına dayanarak en azından
birkaç on bin yıl sürmüş olduğunu düşündüğümüz çok uzun
bir dönemi kapsayan-insanlığın en eski düşünce tarihi hakkında
neredeyse hiç bilgimiz yok. Şu anda “Tarih öncesi çağlar”
olarak adlandırılan o bilinmeyen dönemlerde uzun gelişme
süreçlerinin yaşandığı anlaşılmaktaysa da, eldeki materyale
dayanarak ancak son 6000 yıldan, günümüze kadar gerçekleştirilmiş
“anlama ve düşünme” girişimlerini incelemekle yetinmek
durumundayız. Ancak Mısır çölleri (ile Mezopotamya ve
çevresinde) ve Hindistan’ın balta girmemiş ormanlarında yapılan
her yeni kazıda, yerin derinliklerinden gün ışığına çıkarılan
her yeni uygarlık, “düşünen, üreten, sanatla uğraşan uygar
insanın, bazı tarihçilerin varsaydıklarından çok daha eski
zamanlardan beri yaşamakta olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu
kitabın eksiksiz olmak veya en yeni gelişmeleri ve yorumları
yansıtmak gibi bir iddiası yoktur. Burada yapılan, felsefe
tarihini eski Yunan’dan başlatan anlayışın dar kalıplarının
aşılması ve meselâ eski
Hintlilerin ve Çinlilerin; birçok yönüyle bizimkilerden hiç de
aşağı kalmayan ve çok
yönlü etkileri, günümüzde bile hâlâ hissedilebilen çarpıcı
düşünce gelenekleriyle
okuyucunun tanışmasını sağlamaktır.”24
A.
Arslan “Felsefenin Başlangıçları ve İyonya” adlı
makalesinde bu konuyla ilgili olarak şunları anlatır: “Antik
İyonya bölgesi, felsefenin
başlangıcı sorunu
bakımından özel bir önem taşır. Çünkü (bir gurup felsefe
tarihçisince) geleneksel olarak felsefenin (M.Ö. VI. yüzyılın
başlarında) bu bölgede başladığı kabul edilir. Ayrıca, bu
başlangıçla ilgili olarak (ilk filozoflar olarak kabul ettikleri)
Thales, Anaksimander ve Anaksimenes’in mensup oldukları Miletos
okulunun da adından sıkça söz edilir.
Çok eski dönemlerden beri felsefenin
başlangıcıyla ilgili bu görüşe itiraz edenler olmuştur.
Meselâ, ilkçağ sonlarındaki İskenderiye döneminde Mısır’da
yaşayan ve içlerinde ünlü filozof Philon’un da bulunduğu bir
grup düşünür, felsefenin başlangıcını eski Mısır ve
Mezopotamya’ya götürür. Bu yaklaşım, zirvesine Yeni
Pythagoras’çı Numenius’ta ulaşır: O Platon’un “Yunanca
konuşan bir Musa (Bir İsrailoğlu Peygamberi) olup, olmadığını
sorar. İlk Hıristiyan filozoflarından Klemens ve Eusebios da
Numenius’u desteklerler. Rönesans’ta da bir çok düşünür bu
tezi savunmuştur. Geçen yüzyılda ise bu görüşü
destekleyenlerin başında Röth ve Gladisch gibi düşünürler
gelir.
Felsefenin
İyonya öncesi veya eski Yunan dışı orijiniyle ilgili bu
görüşler; dayanılan deliller, bakış açıları ve hareket
noktaları bakımından çok çeşitlidir. Meselâ, İskenderiye
döneminde felsefenin ağırlıklı olarak mistik unsurlar içeren
bir terim olarak yeniden tanımlanmış olması, bunlardan biridir.
Gladisch’in Yunan teolojisiyle
doğu teolojisi arasındaki
benzerlikleri ortaya koyması da bu görüşü doğrulamıştır.
Buna göre, Yunan teolojisi erken
bir tarihte Doğu’nun etkisine uğramış ve bu süreçte, Yunan
felsefesinin bünyesine Doğu’dan bir çok unsur katılmıştır.
Günümüzde Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları üzerine yapılan
araştırmalarda elde edilen veriler de bu görüşü
desteklemektedir. Tarih biliminin sağladığı bu yeni belgelere
göre Sümerler, sadece
dinleri, mitolojileri ve kozmogonileriyle
değil; genel olarak tüm hayat felsefeleri, dünya görüşleri ve
bunların özündeki temel
değerler ve kavramlar aracılığıyla da eski Yunan düşünce
sistemini etkilemiş ve bu suretle, günümüz uygarlığının
esaslarının belirlenmesinde önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Bu
olguyu ortaya koyanlardan Speiser şunları belirtir: “Sümerlerde
birey, toplum ve kâinat kavramları bir bütünlük ve uyum
içindedir. Bu nedenle devletin yöneticisi de dahil olmak üzere her
insan, toplum ve kâinat karşısında -temel haklar ve görevler
bakımından- eşit durumdadır. Bu anlayış, demokrasi kavramının
da temelini teşkil etmiştir. Böyle bir toplumun tüm bireyleri hep
birlikte aynı mukadderatı ve benzer umutları paylaşırlar. Güzel
bir gelecek ancak fertlerin doğru ve adaletli davranmaları ve
yaşamalarıyla mümkün görülür. Bunun ise ancak Tanrı’nın,
kâinatın ve toplumun yapısına koyduğu kurallara uymakla
sağlanabileceği var sayılır. Bu kurallar, “hukuk prensipleri”
halinde toplumun tüm bireylerine tebliğ edilmiştir. Bu kanunlar,
hem yöneticilere kılavuzluk etmekte, hem de fertleri ve haklarını
koruyup, teminat altına almaktadır. Bu hayat felsefesinin esasını,
“kâinatı ve toplumu bir bütün halinde ve uyum içinde tutan
şeyin; adalet, kanun ve düzenlilik olduğu” hususu teşkil eder.
Bu hukuk anlayışı; birbirini destekleyen ve bütünleyen birer
“toplum” ve “kâinat” felsefesinin bileşiminden oluşur ve
mükemmel bir demokrasi uygulamasının da çekirdeğini oluşturur.
Sümerlerde görülen bu kısmen kolektif dünya görüşü,
“bireysel unsurlar da taşır ve oldukça rasyonel, derin,
eleştirel, holistik ve tutarlı”dır.25 Bu
dünya görüşü, “düzeyli” bir felsefenin de temel çerçevesini
oluşturur.
Ünlü
Yunan filozofları Platon ve Aristoteles’e ait yazılarda da,
felsefenin Yunanlılardan önce başlamış olduğuna dair işaretler
bulmak mümkündür: Platon geçmiş uygarlıkların felsefi
birikimleri karşısında duyduğu hayranlığı “-Siz Yunanlılar
(onların karşısında) çocuklar gibisiniz!” diyerek ifade
ederken, Aristoteles de bu konuda şunları söyler: “..Bilim
ve felsefe ancak, toplumların maddi ihtiyaçlarını belirli bir
düzeyde karşılamaya başlamalarından ve böylece entelektüel
faaliyetler için yeterli imkân ve zaman bulabilmelerinden sonra
başlamış olabilir. Bu ortam, ilkin Mısır ve çevresinde ortaya
çıkmış olabilir. Özellikle Mısırlı din adamları böyle uygun
bir toplumsal hayatta; matematik, astronomi ve benzeri entelektüel
faaliyetlerle uğraşabilme fırsatı bulabilmişlerdir...” 26
18.
yüzyılın başlarında yaşamış olan Berlin Bilimler Akademisi
üyelerinden J. Brucker, “Felsefenin Eleştirel Tarihi” adlı
eserinde felsefenin
doğuşunun, Mısır ve
Mezopotamya
uygarlıklarının da öncesine uzandığını
belirtir. “Felsefe, ilk insanla başlamış olmalıdır!” diyen
Brucker; son derece geniş hacimli olan eserinin ilk bölümüne bu
nedenle, “Tufan Öncesi Felsefe” adını vermiştir.
Sümerlerde Düşünce Hayatı
Prof. C. Yıldırım, “Bilim Tarihi”
adlı kitabında Sümer uygarlığı hakkında şunları söyler:
“İlk uygarlıklar arasında, M.Ö. 3000 yıllarında, Sümer
uygarlığının parlak bir düzeye eriştiğini görüyoruz.
Sümerler, hayvancılık ve tarımın yanı sıra, teknolojide de
oldukça ileri gitmişlerdi. Meselâ, ısıtarak bazı mineralleri
saflaştırıp, metal elde etmekte, bu metallere çeşitli şekiller
vermekte ve onlardan alaşımlar yapabilmekteydiler.
Üretilen malzemenin ve ürünlerin bir
araya toplanması ve dağıtımı ile ticareti de belirli bir sisteme
bağlanmıştı. Yöneticiler ve din adamları, ürünün toplama ve
dağıtım işini tapınaklarda düzenliyor, alınıp verilen
miktarları da yazarak kayıtlara geçiriyorlardı. Ayrıca değişik
alanlardaki bilgi birikimi de yazıya geçirilip, konularına göre
derlenip, sınıflandırılmaktaydı. Böylece, belirli bir gelişim
süreci içinde matematik, astronomi, tıp, tarih, mitoloji ve din
ile ilgili geniş bir literatür ortaya kondu.
Aritmetik
işlemlerde Sümerler oldukça yüksek bir düzeye ulaşmışlardı.
M.Ö. 2500’e gelmeden Sümerler çarpım tablosu kullanmaya
başlamışlardı. Alan ve hacim hesapları yapıyor, daire alanı
ile silindir hacmini bulmada ’ye
3.125’i değerini veriyorlardı. M.Ö. 2000 yılı civarında Sümer
devleti ortadan kalktıktan sonra bile dilleri ve yazıları bilimsel
çalışmalarda –Orta Çağ Latincesi gibi- etkisini sürdürmeye
devam etmiştir.
Sümerlerin yerini alan Babilliler,
Hamurabi yönetimi sırasında yönetici yetiştirmek için tapınak
okulları kurdular. Babilliler özellikle matematik ve astronomide
büyük ilerleme kaydettiler. Aritmetik işlemlere ait bilgiler
dışında, temel bazı geometrik kavramlara da ulaştılar.
Sümerlerin tam sayılar için geliştirdikleri sistemi kesirlere
uyguladılar. Karekök, küpkök alma ve ayrıca ikinci ve üçüncü
dereceden denklemler içeren problemleri çözme amacıyla tablolar
geliştirdiler.
Babil aritmetiği gibi geometrisi de
belirgin bir cebir özelliği taşıyordu. Bir yarım daire içine
çizilen tüm üçgenlerin dik açılı olduğunu ve dik açılı
üçgenlerle ilgili (sonraları Pythagoras’ın adıyla anılan)
teoremi biliyorlardı. Kullandıkları işlem ve metotlardan, genel
cebirsel kurallara da vakıf oldukları anlaşılmaktadır. Dairenin
360 dereceye, bir saatin 60 dakikaya ve bir dakikanın 60 saniyeye
bölündüğü sistemleri Babillilere borçluyuz.
Bu
dönemde, matematikle birlikte astronomi ve diğer bazı ampirik
gözlem ve bilim alanlarında da büyük ilerlemelerin kaydedildiğini
görüyoruz. Mezopotamya’nın açık ve parlak gökyüzü,
bakışları gökcisimlerinin hareketlerine yöneltmişti.
Astronominin ilk gelişen bilim oluşunun nedeni açıktır. Bu
alanda incelemeye konu olan cisimler ve olgular yalın ve düzenli
olup, sürekli gözleme elverişli bir periyodiklik özelliği
taşırlar hareketler. Uzun ve sürekli gözlemlerle elde edilen
bilgilere dayanarak toprağı işleme, ekim ve hasat gibi mevsime
bağlı işler için bir takvim de geliştiren Babilliler zaman
ölçümünde hayret edilecek bir hassasiyet ve dakikliğe
ulaşmışlardı. Örneğin, yılın uzunluğunu sadece 4,5 dakika
gibi küçük bir hata payı ile hesaplayabiliyorlar, her 18 yılda
bir meydana gelen tutulmaları da önceden kestirebiliyorlardı.”27
Prof.
C. Saraç da, “Bilim Tarihi” isimli kitabında bu hususa şunları
ekler: “Sümerler, kullanışlı ve gelişmiş sayı sistemlerine
sahipti. Başlıca ‘onluk’ ve ‘altmışlık’ olmak üzere iki
farklı sayı sistemleri mevcuttu. Günlük hayata ait metinlerde
onluk sisteme daha büyük yer ayrılmıştı. Ancak matematik ve
astronomi gibi bilimsel metinlerde halkın fazla kullanmadığı,
daha çok uzmanların aşina olduğu altmış tabanlı sistem göze
çarpar. Bu sistemde birinci basamak birimleri kendi esas
değerleriyle, ikinci sıradakiler 60 ile, üçüncü sıradakiler
ise 602
ile çarpılmış olarak yer alır. Buna göre altmışlık
sistemdeki 7-2-3 rakamı, onluk sistemde (7+(2x60)+(3x602))=10,927’e
tekabül eder.
Bu
sistemin kendine has toplama, çıkartma ve bölme metotları vardır.
Ayrıca kolaylık sağlamak amacıyla özel çarpım tabloları ile
kare ve küpkök tabloları hazırlanmıştır. Bazı tabletlere ise
üslü bağıntılar, logaritma işlemleri ve geometri formülleri
kaydedilmiştir. Meselâ, birinci Babil devrine ait bir tablette
(sonradan Pythagoras bağıntısı olarak adlandırılan) a2+b2=c2
ifadesi, Sümer alfabesine ait üç harfin üç sütun üzerine
sıralanması suretiyle, a ve b’ye muhtelif değerler verilmek
suretiyle bir tablo halinde düzenlenmişti.
Mezopotamyalıların
kullandıkları ölçü birimlerinin katları ve askatları arasında
altmışlık sisteme uygun bir ilişki vardı. Günlük hayatta 50
cm’ye ve 6 m’ye tekabül eden iki pratik uzunluk birimi ile 505
g’a tekabül eden bir ağırlık birimi kullanılırken, astronomi
araştırma ve gözlemlerinde ise (kilometre mertebesinde) büyük
uzunluk birimlerinden faydalanılmıştır. Mezopotamyalı
astronomlar gezegenlerin ve yıldız kümelerinin gökyüzündeki
pozisyonlarını, belirli yıldızların güneşe göre
yerleşimlerini, güneş ile ay tutulmasını konu alan gözlemler
yapmışlar, bu amaçla kullanmak üzere çeşitli araçlar ile
teknikler geliştirmişler ve gözlem sonuçlarını düzenli olarak
kaydetmişlerdir. Tutulma kuşağını 12 yıldız gurubuna ve 360
dereceye bölen Mezopotamyalı gözlemciler, her yıldız için birer
enlem ve boylam koordinatı vererek, yıldızların konumlarını,
güneşin ekliptik dairesi üzerinde orijin olarak alınan bir
noktaya göre hesaplamışlardır. Ayrıca, ekliptik dairesinin
ekvator dairesiyle kesiştiği noktaları da büyük bir
yaklaşıklıkla belirlemişler ve bu iki noktanın yıl içindeki
değişimleriyle ilgili düzenli kayıtlar tutmuşlardır.
Güneş
ve ay tutulmasıyla ilgili olarak geniş bir malûmata sahip olan
Mezopotamyalı araştırmacılar, astronomi alanındaki gözlemleri
sayesinde bir yılın 12 aya bölündüğü bir takvim sistemi
geliştirmişler ve ay takvimindeki değişkenliği, bazı ortalama
değerleri ay uzunluğu olarak kabul etmek suretiyle gidermişlerdi.
Yılın 12 ayına Mezopotamyalılarca verilen isimlerin (meselâ
Nisanu ‘Nisan’, Tammuz ‘Temmuz’, Elul ‘Eylül’, Sebet
‘Şubat’) günümüz Türkçe’sindeki karşılıklarına
benzerliği oldukça ilginçtir.
Mezopotamyalılar,
günü, her biri iki saat süreli 12 eşit aralığa bölmüş, bu
parçaların her birini de altmış eşit bölüme ayırmışlardı.
Bu zaman sistemi, onlardan eski Yunanlılara ve sonra da Romalılara
geçerek günümüze kadar ulaşmıştır.”28
Prof.
C. Yıldırım “Matematiksel Düşünce” adlı eserinde
Mezopotamya uygarlığından günümüze kalan matematikle ilgili
belgelerin başlıca iki ana gruba ayrılabileceğini ifade eder:
“Bunların ilki, matematik prensip ve işlemleriyle ilgili
bilgileri, tabloları ve formülleri kapsamaktadır. Diğer gurup ise
matematik problemlerini ihtiva eder ve bunlarda cebir ve geometriyle
ilgili çeşitli problem örnekleri yer alır. Bazen, tek bir tablet
üzerinde, kolaydan zora doğru sıralanmış 200 kadar sayısal
probleme yer verildiği görülmektedir. Bu tür düzenlemelerin
matematik öğretimine yönelik olduğu açıktır. Sayıları 500
000’i aşan tabletlerden şu ana kadar ancak birkaç yüz tanesi
okunabilmiştir. Geriye kalanlar üzerindeki çalışmalara, dünyanın
çeşitli ülkelerinde devam edilmektedir.”29
Prof.
Y. Aksoy da “Bilim Tarihi ve Felsefesi” adlı kitabında
konuyu şöyle özetler: “...... Bilinen en eski uygarlık, Sümer
uygarlığıdır. Sümer uygarlığı; M.Ö. 5000’li yıllarda
aşağı Mezopotamya’da kurulmuş ve Helenistik devire kadar
varlığını sürdürmüştür. Sümerlerin üstün bir yönetim
anlayışına ve sistemine ulaşmış olduklarını gösteren
belgeler vardır. İngiliz Sümeroloğu F. Galphin’in Sümerlere
ait geniş bir literatür birikimini konu alan birçok eseri
mevcuttur. Bu zengin ve enteresan Sümer literatüründe; harflerin
yanı sıra, rakamlar ve müzik notaları da yaygın bir şekilde
kullanılmıştır. Ancak; kil tabletler, kitabeler, duvar yazıları,
süslemeler ve çeşitli sanat eserlerinde kullanılan bu yazı,
rakam ve notalar henüz tam anlamıyla çözülüp
anlaşılamamıştır.
Sümer uygarlığı, aynı çağda ve
daha sonra doğup, gelişen birçok uygarlığı da etkileyerek onlar
için üstün bir örnek ve ilham kaynağı olmuştur. Bunların
başında Mısır, Babil, Asur, Finike ve İbrani uygarlıkları
gelir.
Sümerler; bilgi, kültür ve sanat
birikimleri kadar, devlet yönetim sistemleri ve kurumları
bakımından da hayret ve hayranlık verici seviyelere ulaşmışlardı.
Sümerlerin yaşadıkları çağa ve sonraki yüzyıllara damgalarını
vurmalarını sağlayan başlıca buluş ve uygulamaları şöyle
özetlenebilir:
1-) Yazının yaygın bir şekilde kullanımı.
2-) Devletin ve toplumun kültür, ekonomi,
hukuk, eğitim, felsefe, bilim, teknik ve benzeri alanlardaki
faaliyetleriyle ilgili gelişmiş bir kayıt sisteminin kurulup,
işletilmesi.
3-) Eğitimin sistemleştirilerek; okul,
kütüphane ve benzeri eğitim kurumlarının tesisi ve
yaygınlaştırılması.
4-) Matematik, astronomi, tıp, mimari,
coğrafya, haritacılık, tarih, felsefe konularında düzeyli
araştırma ve eğitim faaliyetlerinin başlatılarak, bunlarla
ilgili geniş bir literatür ve materyal birikiminin sağlanması.
5-) Hassas zaman ölçüm tekniklerinin
geliştirilmesi.
6-) İleri düzeyde bir hukuk sisteminin ve
adalet anlayışının yaygınlaştırılarak, bunlarla ilgili
mahkeme ve noterlik gibi kurumların tesisi.
7-) Hürriyet ve demokrasi anlayışına dayalı
bir yönetim şeklinin geliştirilmesi.
8-) Resim, heykel, edebiyat, şiir ve müzik
alanlarında orijinal eserlerin vücuda getirilmesi.
9-) Mimari,
seramik, çömlekçilik, mobilyacılık ve süsleme sanatlarında
yeni ve düzeyli uygulama örneklerinin ve eserlerin ortaya konması.
10-) Posta ve
haberleşme sistemlerinin kurulması, mektup ve zarf kullanımının
yaygınlaştırılması.
11-) Ulaşım araç ve sistemlerinin
geliştirilmesi.
12-) Toplum bireylerinin müzik, satranç ve
benzeri yollarla düzeyli ve sistemli bir şekilde istirahat ve
eğlenmelerinin temini.
13-)
Hayvancılık, tarım, seramik, metal eşya ve benzeri alanlarda
verimli ve müessir üretim tekniklerinin uygulamaya konması ve mal
değişimi yerine, para kullanılarak yapılan ticaret şeklinin
yaygınlaştırılması.
Müzikte
ilk defa nota kavramını bulanların ve bunların sembollerle
gösterenlerin eski Yunanlılar olduğu iddiası yakın zamanlara
kadar süregelmişti. Ancak Sümer uyarlığı hakkında
bilgilerimizin artmasıyla bunun doğru olmadığı anlaşılmıştır.
Aşağı Mezopotamya’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan
birçok tablette müzik eserlerinin yer aldığı görülmüştür.
Ashur’da bulunan bazı tabletlerin üzerindeki işaretler ikişer
sütun halinde düzenlenmiştir. Her iki yüzüne de kayıt yapılan
bu tabletlerdeki ilk sütuna eserin notaları (bestesi), ikinci
sütuna da sözleri (güftesi) yazılmıştır.”30
Mısırda
Entelektüel Hayat: Mezopotamya ve Mısır’ın Kültürel
İlişkileri
Mısır
medeniyetinin, “büyük ölçüde Mezopotamya uygarlığının
etkisiyle doğup, geliştiğine” ve “esas olarak Sümer
medeniyetinin birçok özelliğini taşıyan tali bir uygarlık
olduğuna” işaret eden birçok belgeler mevcuttur.
Meselâ, H. Frankfort bu hususla ilgili
olarak şu örnekleri verir: “Şimdi ele alacağımız sorun, son
elli yıldır tartışıla gelmektedir. Ne var ki, eski tartışmalarda
tarihi belgelerin çok yetersiz olduğu dönemlerden kaynaklanan bazı
kanaat ve hükümlerin azımsanamayacak bir rol oynadığını
görüyoruz. Bu tartışmalarda, ayrıca bir dış tesirin bir
toplumu etkilemiş olmasını kabul etmenin o toplum için küçültücü
bir husus olduğu inancı ağır basmış; mekanik bir kopyacılık
ile, yapıcı ve sentezci bir tarzda fikir ve ilham alma arasındaki
veya yabancı örneklerin özümsenmeden iktibası ile, uygun
materyalin özgürce seçimi arasındaki büyük farklılıklar
tümüyle gözden kaçırılmıştır. Bulguların yansız, objektif
bir biçimde değerlendirilmesini engelleyen faktörlerden bir diğeri
de eski Yakındoğu hakkındaki bilgilerimizin bölük pörçük
olduğu yıllarda ortaya çıkan ve bu bölge toplumlarında görülen
değişmeleri, bilinmeyen farazi bir bölgeden kaynaklanan bazı
göçlerin etkileriyle açıklama alışkanlığıydı. Ama daha
sonra gerçekleştirilen birçok geniş çaplı kazı çalışması,
bu tür açıklamaların geçersizliğini gösterdi. Böylece,
Mezopotamya ile Mısır’ın, orijinal kültürel niteliklere sahip
olan ve yabancı etkilere olağanüstü direnç göstermekle
kalmayıp, dış unsurları zaman içinde etkileyerek onları da
kendilerine benzetme yeteneğine sahip bulunan ülkeler oldukları
anlaşıldı. Artık sıra Mısır ve Mezopotamya ilişkilerinin
ortaya konmasına gelmişti.
Bu
hususta en değerli bulgular ilk olarak, Mısır’da
gerçekleştirilen bir dizi kazıda, Mezopotamya kültürünün
‘Okuryazarlığa Geçiş Dönemi’nden kaldıkları anlaşılan
bazı eserlerin ve materyalin bulunmasıyla sağlandı. Benzeri
birçok bulgu, Sümer uygarlığının Mısır uygarlığı için
temel bir kaynak teşkil ettiğini açıkça göstermiştir.
Ancak
bu tür materyalin ayrıntılı bir analizi Mısırlıların,
Mezopotamyalıların keşif ve uygulamalarını asla kişiliksizce
kopya etmeyip, onları kendi ihtiyaçlarına uygun bir şekle
soktuktan sonra benimsediklerini ortaya koymaktadır. Başka
kazılardan sağlanan belge ve eserler de uygarlıklarının
biçimlenme döneminde Mısırlıların; yazı, edebiyat, güzel
sanatlar, teknik ve mimari başta olmak üzere, Mezopotamya buluş
ve uygulamalarını oldukça yakından tanıdıklarını ve çoğunu
benimsediklerini, ancak bir süre sonra bunlardan kendi bünyelerine
uymayanları terk ettiklerini ortaya koymuştur.”31
Prof.
C. Yıldırım, “Bilim Tarihi” adlı kitabında Mezopotamya-Mısır
ilişkileri ve bu iki uygarlığın mukayesesi hususlarında şunları
söyler : “Mısır, tıp
dışında bilimin hiçbir alanında Mezopotamya’da ulaşılan
düzeye çıkamamıştır. Mısır matematiğinin tarihi ünü,
sağlam bir temele dayanmamaktadır. Bu ün, Yunanlıların
matematiği Mısırlılardan öğrenmiş oldukları rivayetinden
kaynaklanmış olmalıdır. Aslında Mısırlıların matematik
alanındaki faaliyetleri büyük ölçüde ampirik olup, esas olarak
pratik problem çözüm teknikleriyle sınırlıdır. Ayrıca, Mısır
sayı sistemi, Mezopotamyalılarınkinden daha kullanışsız, hesap
işlemleri de daha karmaşık ve zaman alıcıydı. Aynı şekilde
Mezopotamya’da ulaşılan astronomi düzeyini Mısır’da
görememekteyiz. Mısır hekimlikte
yapabildiğini matematik
ve astronomide yapamamış, başlangıçta sağladığı gelişimi
sürdürememiştir. Ancak, tıp konusunda Mısırlılar oldukça
ileri seviyelere ulaşmışlardır. Elimizde bu durumu gösteren çok
miktarda belge vardır.
Bunlardan ‘Edwin Smith Papirüsü’
diye anılan ve M.Ö. 1700 yıllarından kalan tıbbi bir metinde baş
ve göğüs yaralanmalarının tedavisi konusunda ilginç bilgiler
mevcuttur. Mısır’da hekimlik uygulamalarının oldukça
sistematik bir yöntemle gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır:
Papirüste, önce hastanın dikkatle muayene edilerek, bulgulara göre
teşhisin konup, tedavi şemasının belirlendiği ve daha sonra da
bu şemanın titizlikle uygulanmaya başladığı anlatılır. Tedavi
süresince çeşitli ilaçların tatbikinin yanı sıra, ayrıca
yaralı organ sarılarak hareketsiz kalması sağlanmakta; duruma
göre sürekli veya aralıklı bir şekilde bakımı yapılmaktadır.
Mısır tıbbında hastalık
süreçlerinin oluşum mekanizması ‘vehedu’ adı verilen teorik
ve dini bir kavramla açıklanırdı. Çeşitli hastalıkların
tedavisi için bazı standart reçeteler geliştirilmişti.
Mezopotamya’da tarım, sulama
sorunuyla karşı karşıyaydı ve zamanına göre oldukça ileri bir
sulama tekniğinin uygulanmasını zorunlu kılmaktaydı. Mısır’da
ise tarım daha basit usûllerle gerçekleştirilebilmekteydi:
Çiftçiler, Nil’in taşıp, iki yakasındaki düzlüklerin sularla
kaplamasını bekler ve sular çekildikten sonra ekime başlarlardı.
Sulama problemi yoktu. Açlık sorunu, toplum için genellikle bir
tehdit oluşturmamaktaydı. Kültür ve refah düzeyi yüksekti.
Mısır’da da, Babil’deki gibi teokratik bir sistem bulunduğundan
bilim faaliyetleri her iki kültürde de din adamlarının eliyle
yürütülürdü.
Günümüze
kadar ulaşan ve dünyanın yedi harikası arasında sayılan
piramitlerin, karmaşık ve ileri bir teknoloji kadar, geniş bir iş
gücü potansiyeline de dayandığı açıktır. Eserlerin büyüklüğü
ve yapılarındaki incelik bir ustalık, bugün hâlâ göz
kamaştırıcı bir nitelik taşımaktadır. Mısırlıların
gelecekte tekrar dirilecekleri inancıyla ölülere duydukları
saygı, aşırı ölçülere ulaşmış olmalıydı.”32
Prof.
C. Saraç da “Bilim Tarihi” adlı kitabında Mısır uygarlığını
şöyle tasvir eder. “Nil
sayesinde Mısır’da tarım uygulamaları çok düzenli bir
şekilde gerçekleştirilebiliyordu. Mevsimlere göre alınacak
ürünün türünü ve miktarını önceden belirlemek de mümkün
oluyordu. Nil’in sağlayacağı su miktarı bile isabetle tahmin
ediliyor, ama yine de yıl boyunca yapılan düzenli ölçümler ve
kayıtlarla bu tahminler kontrol ediliyordu.
Hayatın temel düzen unsuru olan bu
akarsuyun taşmalarının gözlenip, suların kapladığı yerlerin
ölçümü ve hesabı; kanallar açma ve bentler kurma ihtiyacı,
eski Mısır’da bilim ve teknolojinin itici gücünü teşkil
etmişti. Bilim tarihçileri, Nil sularının taşmasıyla sınırları
kaybolan tarlaların ölçüm ve hesaplama işlemlerinin, geometrinin
gelişiminde önemli bir etken olduğunu kabul ederler.
Mısırlılar,
yüzölçümü birimi olarak, kenarı bir kude (50
cm) olan karenin alanını; hacim birimi olarak bir kude küp’ü,
ağırlık birimi olarak da bu hacimdeki suyun ağırlığını
kullanmışlardı. Bu kadar eski bir dönemde; geometrik birimler
arasında böylesine rasyonel ilişkiler kurulup, neredeyse metrik
sistem kavramına ulaşılmış olması, çok ilgi çekicidir.
Piramit
inşâ plânlarında Mısırlılar tabanı ve yüksekliği belirli
olan bir yapının hacmini, alt taban kenarını (a), üst taban
kenarı (b) ve yükseklik (h) olacak şekilde “h/3(a2+ab+b2)”
bağıntısını kullanarak hesaplıyorlardı.
Eski
Mısırlılar teknolojide gerçekten çok ileri bir düzeye
ulaşmışlar; özellikle tarım, hayvancılık, akarsu rejimi
kontrolü, kanalcılık, mühendislik, eczacılık, madencilik ve
mimaride üstün başarılar göstermişlerdi. Ayrıca Mısır bir
“akarsu-delta-kıyı” ülkesi olduğu için, gemi yapımcılığında
da çok ileri gitmişlerdi.
Parlak
dönemlerinin üzerinden çok uzun bir zaman geçtikten sonra bile
tarih boyunca tüm toplumların, özellikle başta İyonyalılar
olmak üzere eski Yunan düşünce ve bilim adamlarının (Thales,
Pythagoras, Heredot, Platon, Aristoteles ve diğerleri) Mısır’a
karşı duydukları hayranlığı dile getiren beyanları ve
eserleri, Mısır uygarlığının şöhretinin günümüze dek
ulaşmasını sağlamıştır.”33
Hint
Uygarlığı
Eski Hint Düşünce
Hayatına Genel Bakış
Hindistan, hem coğrafyası, hem de
kültürüyle sanki başlı başına bir dünya gibidir. Kuzeyde
Himalaya’ların adeta “zaman üstü” nitelikteki buzullarından,
büyük ırmakların suladığı verimli ovalara ve güneydeki aşırı
sıcak tropik bölgelere kadar, her türlü iklimin görüldüğü; 1
milyar civarında insanın yaşadığı, 723 farklı dilin ve
lehçenin konuşulduğu, pek çok değişik kültürün ve dinin
beşiği olan bu dev ülke, arkeolojik bulgulara göre 5000 yıl
kadar öncelere uzanan tarihiyle; hem en eski uygarlıklardan birinin
kalıntılarını, hem de felsefenin en eski başlangıç izlerini
barındıran bir yerdir.
Arkeolojik
çalışmaların ileride ne gibi yeni bulgular sağlayacağı şu
anda bilinemese de içinde bulunduğumuz asrın başlarında
Mohenjo-Daro uygarlığının kalıntıları gün ışığına
çıkarıldığında, tarih biliminde yeni bir sayfanın açılmış
olduğu kesin olarak söylenebilir. Sağlam yapılı ve çok katlı
evlerden, çeşitli alışveriş mekanlarından, geniş caddelerden
oluşan ve tabaka, tabaka birbiri üzerine yerleşmiş durumdaki
bölge kentleri, M.Ö. 3000-4000 yıllarına tarihlendirilmiştir.
Burada bulunan ev eşyaları, seramikler, çömlekler, silahlar ve
takılar; sanat değeri açısından eski Mısır, Babil ve
Avrupa’daki benzerlerinden hiç de aşağı değildir.34
M.Ö.
2000 yılının ortalarına doğru, kuzeyden gelen ve kendilerini
“Aryalar” olarak adlandıran bir topluluk, Hindistan’ı yavaş
yavaş işgale başladı. Dilbilimciler
19. yüzyılın
başlarında, Arya
dilinin Batı dillerine olan yakınlığını fark ettiler.
Ve kısa sürede; en önemli temsilcisi Hititçe
olan Eski Anadolu dilleri, Sanskrit ve Avesta dilleriyle modern
Hintçe ve Farsça’yı kapsayan Hint-İran dilleri; Yunanca;
Latince; ve ondan türeyen Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve
Portekizce gibi çağdaş Roman dillerini içeren İtalık diller,
Got dili, çağdaş İngilizce, Almanca Felemenkçe ve İskandinav
dillerini kapsayan Germen dilleri; Ermenice, İrlanda dili ve
Galce’yi içeren Kelt dilleri, Arnavutça; günümüzde
konuşulmayan Eski Prusya dilini de içeren Baltık dilleri; eski
kilise Slavcası (eski Bulgarca), Rusça, Çekçe, Lehçe ve
Sırp-Hırvat dilini içeren Slav dillerinin tamamını kapsayan dil
ailesine “Aryan” veya İndo-Germen (veya Hint-Avrupa) dilleri adı
verildi. Sonuçta, bu
dillerdeki benzerliklere dayanılarak Aryaların, bu dilleri konuşan
halkların bir kısmıyla birlikte çok eski bir Hint-Germen
topluluğu olduğu öne sürüldü.
Hindistan’ın üç ayrı bölgesinin
Aryalar tarafından fethi, her biri birkaç asır süren üç ayrı
safhada tamamlandı. Yaklaşık M.Ö. 1000 yılına kadar süren ilk
dönemde, kuzeybatı Hindistan’ın İndus ırmağı boylarındaki
Pencap bölgesi işgal edildi.
Beş asır kadar süren ikinci safhada,
birbirleriyle ve yerlilerle yaptıkları savaşlar sonunda Aryalar
doğuya, Ganj’ın suladığı bölgeye doğru ilerlediler. M.Ö.
500 yıllarına kadar süren üçüncü devirde ise, Hindistan’ın
güneyine, Dekkan yaylasına yavaş yavaş yayılan Arya
kültürü, kısa sürede buraları da etkisi altına aldı.
Eski Hint felsefesi, Hint Arya’larının
düşünce ürünleriyle başlar. Aryalar öncesi topluluklardan-
özellikle Dravid kültürüne ait- bazı izler ve metinler
bulunmuşsa da, henüz onların düşünce sistemleri ve felsefeleri
hakkındaki bilgilerimiz çok yetersizdir.
Vedalar Çağı
Hint felsefe tarihini kesin çizgilerle
belirli dönemlere ayırmak çok güçtür. Konuyla ilgili tüm
incelemelerde karşılaşılan bu zorluğun nedeni, Hint düşünce
sistemlerinin hemen tamamının “sonsuzluğa” yönelmiş olması
nedeniyle, ilgili literatürde somut tarihlerin tespit ve kaydına
önem verilmemiş olunmasıdır. Hindistan’da yapılan
araştırmalarda–meselâ eski Mısır’da olduğu gibi–önemli
olayların tarihlerini kesin olarak bildirilen belgelere pek
rastlanamamaktadır; çünkü, uzak geçmişte bu tür kayıtlar
nadiren yapılmıştır.
Hint felsefe sistemi engin bir okyanusa
benzer ve bu okyanusa açılanlar, kolay kolay yönlerini
belirleyemezler. Hint felsefesine ait eserlerin çoğunun hangi
yüzyıla ait olduğunun tespiti bile güçtür. Birçok başka
toplumda, felsefeye damgasını vuran düşünürlerinin kişilik
özellikleri ve hikayeleri genel olarak bilinirken, Hintli
düşünürler, daima eserlerinin ve fikirlerinin ardına gizlenmeyi
tercih etmişlerdir.
Ayrıca, Hint düşünce tarihiyle
ilgili araştırmalar ve bu konuyla ilgili eserlerin tercüme
faaliyetleri de henüz tamamlanamamıştır. Bütün bunlara rağmen,
mevcut bilgiler çerçevesinde, Hint felsefe tarihini birkaç döneme
ayırarak incelemek mümkündür.
Yaklaşık olarak M.Ö. 1500 ila 500
yılları arasındaki döneme “Vedalar Çağı” denir. Bu isim,
bu çağa ait bilgilerimizin kaynağı olan ve tamamına “Vedalar”
adı verilen metinlerden köken alır. “Vedalar” terimi, tek bir
kitapta toplanmış bir metin koleksiyonunu değil, yaygın ve geniş
bir literatür öbeğini ifade eder. Bu büyük hacimli literatür,
değişik zamanlarda, kimlikleri meçhul pek çok yazar ve şâirin
katkısıyla oluşturulmuştur. Bu metinler, aynı zamanda, Hindu
dininin de temel kaynağını teşkil eder.
K.
Demirci “Vedalar” isimli kitabında konuyla ilgili olarak şunları
anlatır: “Uzun bir
tarihi geçmişe sahip
olan Hint uygarlığının Vedaların teşekkülünden önceki
dönemine ait, Harappa ve Modencodaro’da yapılan kazılarda
bulunan materyal, bir tür resim yazısı ile yazılmıştır.
Orijini M.Ö. 4000 yıllarına kadar uzanan bu kil tabletler henüz
okunamadığı için, Vedalar öncesine ait kültürel yapı, henüz
anlaşılamamıştır.
Başlangıcı, sözlü anlatım
geleneğine dayanan Vedalar, esas olarak M.Ö. 1500 ila 1000 yılları
arasında ortaya çıkmış olan bir dizi kitaptan meydana gelir.
Bunlar; “Rig, Sama, Yacur ve Atharva”dır. Bu kitaplar, farklı
dönemlerde oluşturulmuşlardır. İlk kitap M.Ö. 1500 civarına
ait Rig Veda, sonuncusu da M.Ö. 1000 dolaylarına tarihlenen Atharva
Veda’dır.
Vedalar ile ilgili herhangi bir
çalışmada yapılması en zor olan iki şeyden biri “başlangıç”,
diğeri de “sonuç” bölümünün yazılışıdır. Çünkü,
henüz Veda araştırmalarında kesin olarak anlaşılabilmiş olan
hususlar çok azdır. Her şeyden önce, Vedaların ortaya çıkış
tarihi bile halen güvenilir belgelerle ortaya konabilmiş değildir.
Vedalarla
ilgili bir diğer problemde bu metinlerin muhtevasının ne kadarının
otantik olup, ne kadarının da yerli Hint halk kültüründen
iktibas edildiği meselesidir. Hindu kaynaklarına ve geleneklerine
göre, Vedalar, esas olarak vahye dayanır. Bu
görüş günümüzde birçok bilim adamı ve araştırmacı
tarafından da desteklenmektedir.
Vedalar’da, tabiat güçleri,
sembolik bir anlatımla birer “manevi varlık” olarak tasvir
edilmişlerdir. Ancak bu sembolizasyon, Müller’in natüralizminden
oldukça farklıdır. Bu sembolik sistem, aynı zamanda,
animist bir anlayıştan da farklıdır. Animizm’de her sembol,
münferit bir tabiat gücünün yine münferit bir niteliğini
yansıttığından, bu bağımsız güçler arasında bir
koordinasyon bulunmaz. Oysa, Vedalar’daki sembolik sistemde, tabii
güçlerin tamamı, belirli özelliklerine göre cinsler halinde
sınıflandırılmış ve benzer cinsler belirli bir tarzda
birbirleriyle, ilişkili oldukları diğer gruplarla ve merkezi bir
otoriteyle irtibatlandırılmıştır. Bu nedenle Vedalarda
sembollerin tümelleri temsil ettiği söylenebilir. Animizmde ise
sadece tekil veya münferit semboller söz konusudur.
Vedalar
ile ilgili bir araştırmada belki de en zor iş; “sonuç”
kısmının tasarlanmasıdır. Çünkü, bu konuda doyurucu sonuçlara
ulaşmakta kullanılabilecek yeterli materyal henüz bulunamamıştır.
Bu gerçeği aslında Hint kültürünün diğer alanlarıyla ilgili
çalışmalarda da görmek mümkündür. Hint kültürüyle ilgili
incelemeler, çoğu defa bazı temel kavramların çevresinde dönüp,
durmaktadır. Hint düşünce dünyasında, tetkiki ve tahlili
gereken o kadar çok kavram vardır ki, sadece bunların
belirlenmesine yönelik bir ön hazırlık çalışması bile başlı
başına bir araştırma konusu teşkil edecek kadar çaplı bir
iştir.”35
H.
J. Störig, bu müşkül konuyu bir parça anlaşılabilir kılmak
için şu tavsiyelerde bulunur: “Daha
sonraki gelişmeleri kavrayabilmek için Hindistan’a yeni
yerleşmeye başlamış olan Arya’ların yaşama şekillerini
gözlerimizin önünde canlandırmaya çalışalım: Vedaların ilki
ve aynı zamanda en eski ve kapsamlı yazılı bilgi ve öğüt
kaynaklarından biri olan Rig Veda kitabı bize, Hindistan’ın
kuzey batısına henüz yeni yeni yayılmaya başlamış olan Aryalar
hakkında bazı fikirler verebilir. Aryalar o sıralarda henüz şehir
kurma tecrübesine sahip olmayan, denizcilikten de anlamayan savaşçı
ve göçebe çobanlardı. Ancak demircilik, çömlekçilik,
marangozluk ve dokumacılık gibi el sanatlarını bilmekteydiler.
Aryalar’ın bu dönemine ait tabiat felsefelerinde “canlı-cansız,
insan-kâinat, madde-ruh” ayrımlarının pek belirgin olmadığını
görmekteyiz. Diğer eski toplumların hemen tamamında olduğu gibi
Arya kültüründe de gökyüzü, ateş, ışık, rüzgar, su,
yeryüzü ve benzerlerinin, insanlar gibi yaşayan, kendileriyle
iletişim kurabilen, ayrı ve bağımsız varlıklar olduğu kabul
edilmekteydi.
Rig Veda kitabının “kozmogoni”
bölümünde şunlar söylenir:
“Başlangıçta, ne varlık vardı,
ne de yokluk.
Her yeri dolduran her yerde olan,
Hava da yoktu yukarıda göklerde!
Nerede derin uçurumlar,
denizler...
Başta ne ölümsüzlük vardı ne
ölüm...
Gece de olmazdı, gündüz de,
Başka şey yokken “O” bir
başına,
Sonsuzlukta uçardı sessizce...
Karanlıkla örtülüydü her yer!
Başı sonu olmayan ışıksız
gecede,
Sıkılmış olmalı ki örtüler
içinde,
Birden belirdi “O”, parlayan
bir güçle...
İşte bu Bir olandan çıktı
önce,
Bilginin tohumu olan sevgi,
Varlığın kökü, yokluk iken,
Sevgiyi
aradı durdu bilgi...”36
Yine Rig-Veda X. Kitabın 190’ıncı kısmında
“Yaratılış” şöyle anlatılır:
“Önce “güç ve kudret”ten,
Ebedi ve Gerçek olanın eserleri doğdu,
Sonra, “karanlık” meydana
getirildi.
Ve ardından bir (esir) dalgası
oluştu;
Bu dalga, her yöne taştı,
Yaratıcı, her yönde birbiri ardı
sıra gündüzleri ve geceleri düzenlemek için,
Sıra ile güneşi, ayı, gökyüzünü,
yeryüzünü, havayı ve ışığı yarattı...”
Rig Veda’nın kimi bölümlerinde,
tıpkı eski Mısır, Mezopotamya ve Yunan kültürlerine ait
eserlerde de olduğu gibi, bazı bilgiler, “bilmece” formunda
verilir. Bu kitabın bölümlerinden birini oluşturan 52 ifadeden
51’i, bilmeceler şeklinde düzenlenmiştir.
Aryalar doğuya, Ganj deltasına doğru
yayılarak orada, başka ırktan olan yerlileri hakimiyetleri altına
aldıkları dönem içinde-Hint toplumunun, günümüze kadar
süregelen organizasyon şeklini belirleyen–sosyal bir düzenlemeye
koyuldular. Bunun sonunda da, kast sistemi doğdu. Kast sisteminin
oluşumuna yol açan ilk etken, çoğunluğu teşkil eden yerli
halkla karışıp, kaybolmaktan korkan bir egemen yönetici
azınlığın, üstün ve imtiyazlı durumlarını sürdürme
arzusuydu. Böylece ilk olarak Aryalar ile Çudralar (Chudras)
arasında bir ayrım yapıldı. Çudralar, mağlup olarak boyun eğen
eski yerli halklardan biriydi.
Aslında ırklar arasında bir ayrım
yapmaktan ibaret olan bu işlem, o dönemde Portekizce’deki “kast”
kelimesiyle değil Sanskritçe’de “renk” manâsına gelen
“varna” terimiyle adlandırılmıştı. Zaman içinde bu işleme,
felsefi ve dini boyutlar da eklendi. Kâinatta gözlenen olayların
ezeli ve ebedi süreçler halinde gerçekleştirildiği varsayılarak
zamana çevrimsel (cyclic) bir nitelik atfedildi. Buna göre zaman,
belirli bir başlangıç sürecinden sonra dönüp, dolaşarak yine
başladığı noktaya ulaşır ve bunu bir sonraki süreç izler.
Hint felsefesinde bu çevrim, dört ana devreye bölünür:
Kritayuga, Treyuga, Dyaparayuga ve Kaliyuga. Bunların ilki,
insanların en mükemmel ve mutlu oldukları dönem iken,
sonuncusu da kültürel dejenerasyonunun had noktaya ulaştığı
çağdır. Zaten bu uç noktaya varıldığından dolayıdır ki,
inzivaya çekilip, kendilerini toplumdan tecrit etmiş olan iyiler
bir araya gelir, kötüler yok olur ve yeni bir Kritayuga başlar.
Aynı şekilde tanımlanan benzer nitelikteki dönem, Yunan-Latin
kültüründe “Altın Çağ” olarak adlandırılır. Ve böylece,
zaman içinde yeni bir çevrim başlar.
Bu çevrimli zaman anlayışı, “Karma”
adı verilen bir öğretiye de temel teşkil etmiştir. Buna göre,
insanlar, davranışlarıyla kaderlerini belirleyerek “Samsara’daki
yerlerini alırlar. Samsara, dönen bir araba tekerleğine
benzetilir. İnsanlar, hayatları boyunca yapıp, ettikleriyle; bu
dairevi yapı üzerinde, çevreden merkeze doğru belirli bir noktada
yer almayı hak ederler. Merkeze yerleşmeyi sağlayacak olgunluk
elde edilene dek, hayat ve ölüm çeviriminin süreceği
düşüncesiyle kişi, ister istemez ideal olgunluğu sağlayacak
bilgi ve tutuma sahip olabilme çabası içine girmek zorundadır.
Nirvana’ya sadece bu şekilde ulaşılabilir ve ruh ancak
böylelikle huzura kavuşabilir. Bu noktaya ulaşan ruh, dünya üstü
bir alemde sonsuz bir hayata başlayacak ve “Külli Ruh”ta fani
olma şerefine hak kazanacaktır.
Karma ve Samsara kavramları, Hint
sosyal hayatında kast sistemini pekiştirmiştir. Çünkü bu
anlayış çerçevesinde, yeryüzündeki durum, insanların
Samsara’daki konumlarının bir yansıması olarak
değerlendirilmiştir. Sonuçta da Hint toplumunda dört bölümlü
bir kast sistemi benimsenmiştir: Brahmanlar (rahipler), Kshatriya
(askerler, krallar ve devlet memurları), Vaishya (çiftçiler,
sanatkârlar ve tüccarlar) ve shudra (bu kesimlerin dışında kalan
halk çoğunluğu).
İlk üç kasta mensup ailelerden doğan
insanlara “karma” kavramı gereği “iki-defa doğanlar”
denilir ve dördüncü kasttakilerin tabii ve zorunlu görevlerinin
bu kesime hizmet etmek olduğu kabul edilir.
Kast anlayışı, bir Hintli’yi,
Samsara’da daha iyi bir yere sahip olmasını mümkün kılacak
şekilde davranmaya zorlar. Samsara’nın müthiş bir
biteviyelikteki dönüşü ve bu dönüş içindeki sürekli gidip
gelişler, insanı yıldıracak bir nitelik taşır. Kurtuluş ise
ancak Nirvana’nın gerçekleşmesindedir. Hint kültüründe yoga
başta olmak üzere, mevcut tüm uygulamalar, bu usanç verici
durumdan bir an önce kurtulup, huzura kavuşmaya yöneliktir.
Bu eğilim, Hint dünyasında “Evrensel
Varlığın yücelik ve sürekliliğinde fani olma” eğilimini ve
bunu sağlayacak düşünce ve kavram sistemlerinin üretilmesini,
böylece kâinata ve hayata bu çerçevede açıklamalar getirmeye
yönelik entelektüel faaliyetlerin yaygınlaşmasını teşvik
etmiştir. Sonuçta da orijinal, bağımsız ve kendi içinde bir
bütünlüğe sahip olan organize bir felsefi sistem gelişmiştir.
Bu felsefe sistemi, diğer düşünce sistemlerinin çoğunu
etkilemiş, değişik ekollerin geniş ölçüde faydalandığı
birçok farklı yorumlarıyla bütün dünyaya yayılmıştır.
Upanişadlar Dönemi
Hint
felsefe tarihinde Vedalar çağını, Upanişadlar dönemi izler.
Vedaların zaman geçtikçe hakim hale gelen basmakalıp ve tutucu
Brahman yorumları; sonunda araştırmacı ve kıvrak zihinli Hint
düşünür, bilge ve çilecilerini tatmin edemez hale gelince, Kuzey
ormanlarının bağrında Upanişadlar doğdu. Alman idealist
akımının karamsar temsilcisi Schopenhauer, Upanişadları şöyle
yorumlar: “Beni hayata bağlayan tek şey ve ölüm karşısında
da tek tesellim olan bu metinler, bence dünyanın en etkili ve
değerli eserleridir.”18
Upanişad metinleri, kendi içinde
bütünlüğü olan tek bir öğretiyi değil, bir çok bilgenin
çeşitli görüş ve düşüncelerini kapsar. Farklı önem
derecelerine sahip yüzü aşkın Upanişad vardır.
Upanişad kelimesi “upa” (yakın)
ve “şad” (oturmak) kelimelerinden oluşur ve bundan da;
Upanişadların gerçeğe veya bilgiye yakın olanlara, yani yalnız
seçkinlere has gizli ve özel bir öğretiyi kapsadığı anlaşılır.
Günümüz yorumcuları, bu dönem Hint felsefe öğretilerinin
genelde ancak küçük bir azınlığın tekelinde olan ezoterik
(batıni) bir nitelik taşıdığını ifade etmektedirler.
Upanişadlarda, bu türden öğretilerin, sadece gerçeğe son derece
yaklaşmış olan ve çok sevilen müritlere anlatılabileceği sık
sık vurgulanır.
Upanişadların kimler tarafından
kaleme alındığı tam olarak bilinmemektedir. Katipler arasında,
Gargi adlı bir kadın ile Yüce Yagnavalkya adlı bir bilginin adı
geçmektedir.
Veda’ların
dünyaya ve hayata yönelik mutluluk ve canlılık dolu atmosferine
karşılık, Upanişadların havası oldukça ciddi ve ağırbaşlıdır.
Upanişadlarla birlikte, tüm varoluşu, adeta salt bir “ızdırâb
çekme” olgusundan ibaret görme alışkanlığı, Hint düşünce
geleneğine artık kalıcı olarak yerleşir. Aryaların ilk
dönemdeki iyimser ve canlılık dolu bakış açıları, acaba nasıl
böylesine köklü bir değişime uğramıştır? H. J. Störig, bu
soruyu şöyle cevaplandırır: “Sıcak ve nemli iklimin bunaltıcı
etkisi, bunda büyük bir rol oynamış olabilir. Ayrıca bir
toplumun hayatında, gençlik döneminin taşkınlık ve aşırı
canlılığı; olgunluk döneminde yerini, geçici olanla oyalanma
yerine, kalıcı olan gerçeği arama isteğine bırakmış olabilir.
Genelde, büyük ve yeni düşünceler ile felsefe sistemleri, şüphe
ve hoşnutsuzluğun, bir düşünürü bunaltmaya başladığı anda
doğar ve onu, görünen alışılmış fenomenlerin ardındaki veya
ötesindeki gizli manâları ve gerçekleri aramaya iter. Hint
felsefesinin bu dönemde ulaştığı gizemci nitelik, dış alemin
önemsiz addedilmesine ve zihnin var gücüyle içe ve “öze”
yönelerek; derinleşip, yoğunlaşmasına neden olmuştur. Ve
böylece Upanişadların bağrında iki temel Hint felsefesi doğar:
“Atman ve Brahman”.
Vedalarda da rastlanan Atman ve Brahman
terimlerine, Upanişadlarda daha geniş bir yer ve daha büyük bir
önem verilmiştir. Meselâ, bir metinde şu dizeler yer alır :
“O ağaç ki, tahtasıdır Brahman,
Yer ve gök, yapılmıştır hep ondan,
Bilgeler, duyun dinleyin beni!
Brahman yüklenir, taşır evreni...”
Upanişadlarda37
yaratılış da
şöyle anlatılır: “-----Başlangıçta “Bir
Tek Varlık”, Brahman
mevcuttu...O, bir güneş gibi; zamansızlık içinde tek varlık
idi....Ve, O’ndan başka hiçbir varlık yoktu. Henüz tam
anlamıyla doğmamış olan bu dünya; gelişen kozmik bir tohum
halinde idi. Bir süre böyle geçti...Sonra kozmik tohum parçalara
ayrıldı: Bir kısmından gökler, bir kısmından yeryüzü oluştu.
Dış zarlardan yeryüzünün dağları gelişti, damarlardan
ırmaklar, akan sıvıdan da okyanuslar teşekkül etti. Sonra,
öteki güneşler doğdular ve sevinç çığlıkları ile O’na
doğru koşup, yükselmeye başladılar....”
Hintli düşünürler için, Brahman
her şeyin kaynağıdır. Etimolojik kökeni “soluk, nefes”
manâsına gelen Atman’a ise “öz varlık”, “benliğin özü”
manâları yüklenmiştir. Atman, kişiliğimizin en derin özüdür.
İnsanı, maddi yapısını oluşturan unsurlarından ayırırsak,
geriye “hayatın özü” olarak adlandırılan “esas” kalır.
Bundan da tüm istekler, arzu ve tutkular tecrit edilirse,
varlığımızın en derinindeki o en soyut, en derin şeye, yani
Atman’a ulaşılır. Genel bir şekilde daha eski metinlerde de yer
alan bu kavramsal sisteme Upanişadların katkısı; Brahman ve
Atma’nın, aynı ve bir gerçeğin, farklı cepheleri olduğu
vurgusunun eklenmesi şeklinde olmuştur.
Bu durumda, evrenin en temelinde yalnız
bir tek gerçek Öz vardır. Ve bu, tüm evren söz konusu olduğunda
Brahman, tek tek varlıklar söz konusuyken de Atman’dır. Gerek
kâinatın içindeki varlıklar, gerekse insanın içindeki Atman
olsun, her şey Brahman’ın yansımalarından ibarettir.
Evrenin anlam ve özünün, aynen
insanın iç dünyasının derinliklerinde de bulunduğunu bilen ve
O’na; kendi özüne dalıp, yoğunlaşarak ulaşılabileceğini
kavrayan Hintli bilge için, dış gerçeklik ikinci plânda kalır.
Bu yaklaşıma göre zaman ve mekanla sınırlı nesneler dünyası;
gerçeğin kendisi, yani Atman değil, bazen yanıltıcı da olabilen
bir kılıfı veya örtüsü; yani Hintçe ifadesiyle “Maya” dır.
Maya, varlığın pek çok farklı
biçimler alabilen yanıltıcı görüntüsüdür. Oysa gerçek,
temelde bir ve tek idi. “Brihadaranyaka Upanişad”da şöyle
denir: “Şunu aklına sok: Gerçekte çokluk yok! İnsan, önce
Atman’ı kavramalı. Onu kavrayan, tüm evreni anlar!”
Upanişad yazarları arasında adı günümüze ulaşan nadir
kimselerden Yagnavalkya, karısı Maitreyi’ye bu hususu şöyle
anlatır: “Kendi özünü kavramalı, anlamalı insan, Maitreyi.
Kendi özünü bulmuş, tanımış ve kavramış olan kimse,
evrendeki her şeyi bilme ve anlama kabiliyetine sahip olmuş
demektir!..”
Ünlü
Yunan filozofu Sokrates’ın da felsefesinin temelinde yer alan ve
kendisinden sonra gelen tüm büyük düşünürleri etkileyen ve
yönlendiren “Kendini bil!” ilkesinin, birçok çağdaş düşünür
üzerinde de çok derin izleri mevcuttur. Ünlü İndoloji uzmanı P.
Deussen bu hususu şöyle ifade eder: “Gelecek zamanların
felsefeleri hangi yeni ve orijinal yollara girerse girsin, şu bakış
açısının daima göz önünde bulundurulacağını şimdiden
kesinlikle söyleyebiliriz: Tabiattaki nesnelerin özüne ne kadar
fazla inilir, nihai gerçeğe ne kadar yaklaşılırsa; varoluşun en
büyük muammasının anahtarının, aslında insanoğlunun iç
deriliklerinde bulunduğu hususu da o kadar açık ve kesin bir
şekilde ortaya çıkarılmış olacaktır.”
Sezgi kavramıyla ilgili bu tür
yaklaşımların gerçekte Batılı düşünüre o kadar yabancı
olmadığı Goethe’nin şu dizelerinden anlamak mümkündür:
“Şaka sanmayın bu sözü;
Sürdüğünüz, yanlış iz!
Değil midir tabiatın tüm özü,
Ta insanın gönlündeki giz?”
Bazı düşünürler sezgiyi; “gözlem,
deney, akıl yürütme veya mantıksal çıkarım yoluyla elde
edilmeyen türden bilgilere ulaşma yeteneği” olarak tanımlarlar.
Bu yaklaşımda sezgi, özgün ve bağımsız bir bilgi kaynağı
olarak görülür. Sezgiye dayanan bilgi, ispatlanması gerekmeyen,
dolaysız ve açık bilgidir. Mantık ve matematiğin temel
aksiyomları gibi zorunlu “doğrular”, bu türdendir.
Felsefe
tarihi boyunca çeşitli filozoflar, öğretilerinde sezgiye değişen
oranlarda yer vermişlerdir. Aristoteles “Sezgisel
düşünce (nous),
ispatı bulunmayan kavramları bilmemizi mümkün kılar” der ve
buna örnek olarak “arkhe”yi
kavramamıza imkân sağlayan bilgi türünü gösterir. Descartes’a
göre sezgi, şeylerin dolaysız ve kesin bilgisini sağlayan en
temel zihinsel fonksiyondur. Descartes, “Lumen naturale” olarak
nitelediği sezgi aracılığıyla, “cagito”yu kavramanın
mümkün olduğunu söyler. Spinoza ise sezgiyi “amor
intelllectualis” olarak adlandırarak “Tanrı’yı
onunla bilebileceğimizi”
ileri sürer. Leibniz de bilgiyi, “sezgisel olan” ve
“olmayan” şeklinde iki kategoriye ayırır. Kant için sezgi,
bilme sürecinin hem başlangıç, hem de bitiş noktalarıdır.
Sezgi’yi, bilginin ilk ve temel biçimi olarak adlandıran Hegel’e
göre “Zaman da
sezgiyle kavranan bir saf dış kendilik olup, yine
ancak sezgiyle
algılanabilir.” Ünlü
matematikçi Poincaré’de sezgiyi, bilim alanında, akıl yürütme
kadar güvenilir ve yararlı bulur. Poincaré “Bilim ve Metot”
adlı eserinde “Bize
üzeri örtük kavramsal ilişkileri, gizli ahenk ve düzenliliği
keşfettiren şey, sezgidir. Biz, mantık ile ispatlar, sezgi ile
icat ederiz.” der.
Hollandalı matematikçi L.E.J. Brower’in de
katkılarıyla sezgicilik, bağımsız bir matematiksel düşünce
okulu haline gelmiştir. Bu okulun prensiplerine göre matematiksel
söylemin temel nesneleri, kendi kendini ispatlayan yasaların
yönlendirdiği zihinsel kurgulardır.
Ancak, sezgiyi, orijinal ve sistematik
bir felsefi yaklaşımın temeli yapan kişi, Fransız düşünürü
H. Bergson olmuştur. Bergson’da da sezgi; esas olarak realitenin,
akıl yürütme veya deneye baş vurmaksızın doğrudan kavranabilen
bilgisidir ve bu bilgi, ispatı gerektirmeyen apaçık bir gerçektir.
Bergson sezgiden hareketle bağımsız bir felsefi sistem geliştirmiş
ve onun bu yaklaşımı bir çok düşünürü ve sanatçıyı
derinden etkilemiştir.
Buda
ve Budizm
Kitabın bu bölümünün
hazırlanmasında amaç; kronolojik, tam ve kapsamlı bir bilim ve
felsefe tarihi metni oluşturmak değil; düşünce tarihinin gelişim
sürecinin temel niteliklerini ön plâna çıkarmak olduğundan;
eski Hint düşünce sisteminin temel kaynaklarına ve kurucularına
son bir örnek olarak; Buda ele alınacak ve müteakiben Hint
felsefesinin genel özellikleri ve günümüzdeki etkileri gözden
geçirildikten sonra da, eski Çin düşünce tarihinin tahliline
başlanacaktır.
Günümüzün en yaygın dünya
görüşlerinden ve dinlerinden biri olan Budizm’in başlatıcısının
hayatıyla ilgili olarak, doğrudan çağdaşlarından veya kendisini
görüp, tanımış olanlardan günümüze ulaşan hiçbir tarihi
belge mevcut değildir. Buda’nın ardından, ona inananların ve
izleyicilerinin hayranlıklarını ifade eden menkıbe ve
söylencelerden oluşan örtüleri kaldırarak, tarihi gerçeklere
ulaşmak son derece zor, belki de hiçbir zaman başarılamayacak
bir şeydir.
Bu türden en yaygın kaynak, Pali
dilinde yazılmış Tipikata “Üçlü Kanun” veya “Üç Sepet”
adlı metinlerdir. Buna göre asıl adı Siddharta Guatama olan
Buda’nın ismi, “uyaran” veya “aydınlanan” manâsına
gelen bir ünvandan kaynaklanır. S. Guatama, bugünkü Nepal ile
Hindistan arasında hüküm süren Sakya kralının oğluydu.
Guatama’nın 29 yaşında hayatının dönüm noktasına ulaştığı
anlatılır: “Yaşlılık, hastalık ölüm gibi insani ıstıraplar
karşısında metanetini hiç kaybetmeyen, sarı cübbeli, başı
tıraşlı bir keşişten etkilenen genç prens, bir Şramana
(çileci) olarak huzura ulaşmanın yollarını aramaya karar verir.
Ve oğlunun doğduğu günün gecesinde evinden ayrılarak, ülkenin
ibadet ve eğitim merkezlerinin toplandığı güney bölgesine doğru
seyahate başlar. Yolda uğradığı Magadha devletinin kralı,
kendisine ülkeyi birlikte yönetmeyi teklif ederse de, Guatama bu
teklifi reddederek, ona gerçeği öğretecek öğretmenleri aramaya
devam eder.
Önce yaşlı bilge Alara Kalama’dan,
sonra Uddaka Ramaputta’dan ders alır, ancak onlarda aradığını
bulamaz. Guatama’nın hakikate ulaşma yolundaki esas mücadelesi,
Uruvela kenti yakınlarındaki Senanigama köyünde başlar.
Burada, beş kişiyle birlikte yaklaşık 6 yıl boyunca sıkı bir
perhiz (riyazet) uygulamasından sonra Guatama, gerçeği bu şekilde
de bulamayacağı kanaatine varır. Onun bu tavrı karşısında
hayal kırıklığına ve öfkeye kapılan arkadaşları, kendisini
tek ederler. Tek başına kalan Guatama, bir hintinciri ağacının
altında oturmakta iken Senanigama’nın yöneticisinin kızı
Sucata, kendisine bir tas sütlaç ikram eder. Bu onun “bodhi”den
(aydınlanma) önceki son yemeği olur. O günü korulukta geçiren
Guatama, akşam olunca–sonradan bodhi olarak adlandırılacak
olan–bir ağacın altına oturur ve “aydınlanma”ya ulaşana
kadar orada kalmaya karar verir. Artık o bir iç mücadele ve
hesaplaşma süreci yaşamaktadır. Önce, tutkular dünyasının
efendisi ve kötülüğün sembolü Mura’nın baştan çıkarma
çabalarından, 10 “paramita=fazilet kuralı”nın yardımıyla
kendisini kurtarır. Bundan sonra başlayan tefekkür safhasında, o
zamana kadarki tüm “varoluşların” (Pali dilinde
pubbenivasanussati-nana) bilgisine erişir. Ardından kendisine
varlık aleminin yokoluş ve yeniden var ediliş halini görme
kabiliyeti verilir. Nihayet ruhu, “tüm ahlâksızlık ve
kötülükleri yok etme” gücüyle donatılır. Böylece Guatama,
Vesakha (mayıs) ayının dolunaylı bir gecesinde, “aydınlanmaya”
ulaşır.....”
Pali diliyle kaleme alınan eski
metinlere göre Buda, insanları eğitme ve bilgilendirme hususundaki
büyük kabiliyetiyle ün salmıştı. Herkese merhamet (karuna) ve
bilgelikle (panna) yaklaşır, herkesle durumuna ve ihtiyaçlarına
göre konuşmayı bilirdi. Onun insanlarla diyaloğu, ideal bir
öğretmen ile öğrencisi arasındakine benzer şekilde; karşılıklı
sevgi, bağlılık ve saygı temeline dayanırdı.
Kendisine pek çok olağanüstü
kabiliyet ve keramet atfedilmesine rağmen Buda, bu tür şeylere hiç
itibar etmezdi. Hatta bir gün müritlerinden birisi halkın önünde
böyle olağanüstü bir hal gösterdiğinde, onu azarlayarak bir
daha böyle davranmaktan men etmişti. Buda’ya göre en büyük
keramet, insanlara hakikatin anlatılması ve benimsetilmesiydi.
Eski metinlerden ortaya çıkan tabloya
göre Buda, insanların çekmekte oldukları ıstıraplara karşı
son derece hassas, oldukça sistemli bir düşünme ve yaşama
tarzına sahip, her zaman çevresindeki kişilere, kendilerini
kötülüklerden koruma yöntemlerini öğretme çabası içinde
olan, bilgelik ve şefkat dolu bir insandı. Buda, bu çerçevede,
Hindistan’ın köklü ve yerleşik bir kurumu olan kast sistemine
de karşı çıkmış ve insanların eşitliğini vurgulamıştır.
Budaya göre insanın temel hedefi,
nefsin (benliğin) tuzaklarından ve dünya işlerinin ayak bağından
kurtularak, varoluş sırrını kavramaktır. Bunu başaran kişi
aydınlanmaya (bodhi) ulaşmış olur. Aydınlanmış insanın
durumunu tasvir eden “
” terimi, “sönmek” manâsına
gelmektedir. Çünkü ona göre aydınlanma, insanın kalbindeki üç
büyük günah ateşinin (şehvet, kötülük ve tutku)
söndürülmesiyle mümkündür.
Nirvana’nın bazı yabancı
araştırmacılar tarafından yanlış anlaşılarak bir tür
“hiçliğe veya yokluğa eğilim” gibi değerlendirilmesi,
Budizm’in temel öğretisinin hatalı yorumlanmasına yol açmıştır.
Nirvana’ya-yetersiz kalacağı veya yanlış anlaşılmasına yol
açacağı endişesiyle- herhangi bir kişilik özelliği atfetmekten
daima kaçınan Budist düşünürler, bu türden her türlü
nitelemeden daima uzak durmuşlardır. Çünkü Buda, Nirvana’nın
insan zihni tarafından tam anlamıyla kavranabilmesinin mümkün
olmaması nedeniyle, O’nun tasvirinin veya nitelenmesinin sakıncalı
olacağı konusu üzerinde ısrarla durmuştu. Ama, Nirvana’ya
ulaşmanın hiçlik veya yok oluş değil, aksine sonsuzluğa ve
ölümsüzlüğe ulaşmak anlamına geldiğini de aynı özenle
vurgulamıştı. Sınırsız hayatın önündeki her türlü engelin
ortadan kalktığı anda gerçekleşen Nirvana’ya ulaşma hali,
gerçekte, ebedi bir varoluşun başlangıcını da içeriyordu.
Nirvana’nın
doğmamışlığı, ölümsüzlüğü, en büyük ve en üstün
oluşu; hareketten, değişimden tamamen uzak olan benzersiz durumu,
O’nu, Tanrı kavramına yaklaştırmaktadır.
Ancak,
ne var ki, Buda’dan sonra Budacılık üzerindeki başlıca
belirleyici etken, (bhakti) akımı oldu. Bu akımın temel ilkesine
göre insan, Tanrı’ya giden yolda bir “aracı
varlık”a
başvurmalı, ona kendisini adamalı ve bunun karşılığında
ondan, kurtuluş için gerekli vasıtaları beklemeliydi. Ve kısa
bir süre içinde, aslında kendi öğretisine temelden aykırı olan
bu yaklaşımla Buda, inananları kurtarmayı üstlenmiş bir tür
aracı ilâh (Bhagavat) gibi görülür oldu. Ve daha sonra da, bu
yaklaşımı benimseyenler, ona, yani heykellerine tapınmaya.
başladı.
Eski
Hint
Felsefesinin Temel Özellikleri ve Günümüzdeki Etkileri
Eski Hint felsefesinin karakteristik
özellikleri şöyle özetlenebilir: Hint düşünce dünyası büyük
ölçüde geleneğe bağlıdır. Hindistan’da doğup, gelişen
felsefe sistemlerinin çoğu, gerek temel önermelerinin tayini,
gerekse bunların teyit edilmeleri bakımından eski Veda
literatürüne dayanır. Bir Hintli açısından bir sorun doğurmayan
bu durum, Hint felsefesini, Hint kültüründen soyutlayarak veya onu
yeterince bilmeden incelemeye ve anlamaya teşebbüs eden yabancılar
için önemli bir engel teşkil eder.
Hint düşünce sistemleri, yalnızca
gerçeği aramaya ve ortaya koymaya değil-hatta bundan çok daha
fazla-doğru yaşama biçiminin belirlenmesine ve kurtuluşa giden
yolun tayinine yöneliktir. Bu arada, pek çok etkenin yanı sıra,
özellikle Hint halkının duyarlılığı, soyut düşünceye
yatkınlığı ve doğru yolu bulma tutkusu, eski Hindistan’da
felsefenin, belki de başka hiçbir toplumda görülmemiş yoğunlukta
bir ilgi ve destek bularak; gelişip yaygınlaşmasını mümkün
kılmıştır.
Çoğu
Batı düşünce sistemleriyle Hint düşüncesi arasındaki en derin
ayrılık, Hintli bir düşünür için duyular yoluyla kavranılan
“dış dünya”nın bilgisinin birinci dereceden bir önem
taşımamasından kaynaklanır. Buna göre, “gerçek” sadece
duyular yoluyla kavranamadığı gibi, bazen kelimelerle de tam
olarak ifade olunamaz. Ona, en kapsamlı bir tarzda ancak sezgi
yoluyla yaklaşılabilir. Çağdaş bir Upanişad yorumcusu bu hususu
şöyle dile getirir: “Katı
rasyonel felsefi yaklaşımlar, agnostisizm ile sonuçlanmaktadır.
Bu, söz konusu yaklaşım ve bakış açısıyla bilgiye ulaşma
çabasının kaçınılmaz sonucudur. Doğrusunu söylemek gerekirse,
insan zihninin yapısı gereği, her araştırmacı gibi yola
sezgisinden ilham alarak çıkan akılcı filozof,-nihai çözümü
de bu yolla ortaya koymayı kendisine yakıştıramadığından- bir
süre sonra sezgiye sırtını döner. Bu arada, cevap bekleyen pek
çok soruyu görmezden gelmek zorunda kalır. Oysa sezgiden
kaynaklanan ilham (intuition) ile işe başlamış olan bir kişinin,
sonuca da yine ilham aracılığıyla ulaşması
gerekli değil midir?”38
Hintli düşünürlerin üzerinde
durulması gereken bir diğer özellikleri de, sınırsız
hoşgörüleridir. Her ne kadar eski literatürde bazı
tartışmalardan, görüş ayrılıklarından ve münakaşalardan söz
edilse de; asla aşağılama, baskı veya hakarete yer verilmez.
Gerçeğe giden sadece tek bir yolun var olduğu fikri, Hintli
düşünüre tamamen yabancıdır.
T.
Akman’ın “Dünyanın Sibernetik Oluşumu” adlı kitabındaki
“Modern astrofizik ve eski Hint filozofları” başlıklı bölümde
şunlar anlatılır: “...Düşünce tarihinin evrimi üzerinde
yapılan araştırmalarda genellikle eski Yunan düşünürleri
üzerinde durulmakta ve onların bilimsel düşüncenin gelişimine
yaptıkları büyük katkı vurgulanmaktadır. Rönesans ile birlikte
Avrupa kültürüne iyice yerleşen bu kanaat, zaman içinde bir
hayranlığa dönüşmüş ve yakın geçmişte birçok yazar ve
bilim adamı, eski Yunan düşünürlerine ait görüş ve ifadelere;
eserlerinin başlık, önsöz veya giriş bölümünde yer vermeyi
bir alışkanlık haline getirmişlerdi. Gerçekten de bazı eski
Yunan düşünürlerinin madde, ruh, uzay, zaman, kâinat, varlık ve
yokluk ile benzeri konular hakkında çok ilginç, hatta çağlarını
aşan görüşleri vardır. Leukippus ve Demokritos’un atom
hakkındaki ifadeleri, Platon “ide”leri, Aristoteles’in
varlık-yokluk felsefesi, Sokrates’in etik sistemi, Herakleitos’un
rölativiteyle ilgili görüşleri bunlardan bazıları olup, bu
düşüncelere saygı duymamak, gerçekten imkânsızdır.
Ama eğer, ya bütün bu görüşler
eski Yunan filozoflarından çok daha önceleri başka bir kültürde
ele alınıp, işlenmiş ise, o zaman, bu “daha eski kültür”ün
bizde saygının da ötesinde, hayranlık uyandırması gerekmez mi?
Sözünü ettiğimiz bu kültürün temsilcileri, eski Hint
filozoflarıdır.
İndoloji,
yani eski Hint kültürü araşmalarına, eski Yunan kültürünün
batı bilim dünyasına tanıtılmasından asırlar sonra
başlanabilmiştir. Buna rağmen eski Hint filozoflarının
“yaratılış” konusundaki çok derin düşünceleri çağımız
astrofizikçilerini öylesine etkilemiştir ki, son 15-20 yıldan bu
yana yazılan bir çok astrofizik kitabında; Vedalar, Upanişadlar
veya Buda’dan alıntılara yer verilmektedir. Oysa bundan 40-50 yıl
önce yazılan bilim tarihi kitaplarında, eski Yunan’ın
düşünceleri büyük bir önceliğe ve önemli bir yere sahiptiler.
Meselâ ünlü matematikçi ve filozof A.N. Whitehead “Adventures
of Ideas” adlı kitabında şunları yazmaktaydı: ‘...Batı
biliminin ilk doktrinlerinden biri olan
Aristoteles Yasası,
tarihi akış içinde, eski Yunan düşünürü Miletos’lu
Thales’den gelmiştir. Thales, milâttan 600 yıl önce yaşamıştı.
Şüphesiz; Mısır, Mezopotamya, Hindistan ve Çin’de de örnek
alınacak düşünürler vardır. Fakat insanın araştırma
tutkusuyla gelişen, eleştirileriyle saflaşan ve batıl inançların
ayıklanmasıyla ilerleyen modern bilim, eski Yunan kültürüyle
birlikte doğmuştur. Ve ilk temsilcisi de Thales’dir.’
” 39
Yine
çağımız filozoflarından B. Russell batı felsefe tarihi
konusundaki bir kitabında Pythagoras hakkında şunları söyler:
“... Bilindiği gibi
Pythagoras tüm şeyler, sayıdır demişti. Bu anlatım, modern
açıdan, ilk bakışta çok mantıklı görünmeyebilir. Ancak
Pythagoras, bu ifadesiyle çok derin bazı gerçekleri anlatmaya
çalışmaktadır. Sayıların müzikteki önemini ilk olarak
vurgulayarak, matematik ile müzik arasında birtakım ilişkiler
bulunduğuna dikkat çeken de odur. Onun tanımlamış olduğu
“uyuşumsal orta” gibi matematik terimler halen kullanılmaktadır.
Sayıların kareleri ve küpleri Pythagoras’a borçlu olduğumuz
kavramlardır. O, dikdörtgen, üçgen, piramit ve bunlarla ilgili
rakamsal değerlerden
de söz etmişti...” Russell
kitabında, Pythagoras’a karşı duyduğu hayranlığına ve bunun
nedenlerine ait başka örnekler de verir.
Ancak,
Pythagoras’ın bu kavramları eski Hint filozoflarından aldığını
gösteren yeni bulgular vardır. A. Weber, ünlü “Felsefe Tarihi”
adlı kitabında bu hususla ilgili olarak şunları anlatır.
“...Pythagoras‘ı
Brahmanların bir öğrencisi sayabilir, hatta onu Buda ile özdeş
görebiliriz. Çünkü sadece isimleri değil, doktrinleri de
birbirine son derece benzerdir. Python veya Pythagoras; “gönlüne
bilgi doğan, gaipten haber veren” manâsına gelirken, Buda da
“aydınlanmış” demektir. Felsefelerinin esasını teşkil eden
dualizm, pesimizm,
ölümden sonra yeniden
doğuş, kendini kontrol, meditasyon, tüm insanlara karşı iyilik
duygusu besleme, doğruluk, adalet ve benzeri özellikler, bu iki
şahsı birbirine öylesine yaklaştırır ki, sonunda onlar adeta
kaynaşıp, “bir”leşirler. Daha önceki yazarların özellikle
Aristoteles’in Pythagoras’ın kişiliği ve hayatı hakkındaki
suskunluğu, Pythagorasçılık ve Budizm’in aynılığını
doğrular gibidir...”
İndoloji Profesörü W. Ruben, “Eski
Hindistan Tarihi” adlı kitabında bu konu üzerinde durarak,
şunları belirtir. “Herakleitos’un eserlerini kaleme aldığı
zamandan çok önceleri Buda ölmüş bulunuyordu...” Birçok
düşünce tarihi uzmanı Vedaların, milâdın 1500 ilâ 1000,
Upanişadların ise en azından 800 yıl öncesinden kaynaklandığını
kabul etmektedir. Böylece, eski Hint düşünürlerinin, antik çağ
Yunan filozoflarından çok daha önce yaşadıkları kesin bir
şekilde ortaya çıkmaktadır.” Ancak Mezopotamya kültürünün,
bu iki uygarlığın her ikisinden de önce geliştiği ve büyük
bir ihtimalle onların ortak ilham kaynağı olduğu hususu da göz
ardı edilmemelidir.
Çin
Uygarlığı
Eski Çin Entelektüel
Hayatına Genel Bir Bakış
Çin, uygarlık tarihine ait
en eski izlerden bazılarının bulunduğu bir ülkedir. Çin’de
felsefenin doğuş ve gelişme tarihi, yaklaşık olarak
Hindistan’dakiyle aynıdır.
Çin de, Hindistan gibi, çok geniş
yüz ölçümü, aşırı kalabalık nüfusu, bölgeden bölgeye
değişen çok çeşitli iklim özellikleri, son derece farklı
yeryüzü şekilleri, konuşulan çok sayıda lehçe ve dil ile tek
bir ülkeden ziyade, başlı başına bir kıtaya benzer. Okyanuslar,
sıradağlar, yağmur ormanları ve çöllerle çevrili bu uçsuz
bucaksız topraklar, binlerce yılı kapsayan kesintisiz bir kültürel
süreçle bugünlere ulaşan orijinal ve müstakil bir uygarlığın
beşiği olmuştur.
Düşünce ve dil çok yakından
ilişkili olduklarından, bir çok yönden karşılıklı olarak
birbirlerini etkileyip, biçimlendirir ve hatta sınırlandırırlar.
Bu nedenle Hint-Avrupa dillerinden oldukça farklı özelliklere
sahip olan Çin dili ve yazısı üzerinde durmak uygun olacaktır.
Çince,
yapısı bakımından Batı dillerine hiç benzemeyen tek heceli ve
ayrışkan (isolierend) dillerden olduğu için; belirli bir kurala
göre çekilemeyen, ön ve son ek almayan kelimeler içerir.
Çoğaltılamayan ve Çince’ye has belirli söyleyiş biçimleriyle
sınırlandırılmış olan bu tek heceli kelimelerle farklı
manâları aktarabilmek için, tek bir hece, değişik vurgularla
seslendirilir. Yani, aynı harflerden oluşan ve aynı ses yapısına
sahip olan kelime veya hecelerin manâ farklılığı, ton (titrem)
farklılığı ile ifade edilir. Modern standart Çince’de dört
titrem vardır. Daha eski olan Guangzhou dilindeyse altı titrem
bulunuyordu. Sözlü Çince’nin melodik niteliği, bu vurgu veya
ton değişimlerinden kaynaklanır. Bu şekilde, bazen tek
bir hece ile 50 kadar farklı manâ aktarılabilir.
Bir kelimenin mecazi ve argo manâları da dahil en fazla birkaç
farklı manâ taşıyabilmesine alışkın olan bizler için, bu
durum oldukça şaşırtıcıdır.
Çince söz diziminin kesin kuralları
sayesinde bir kelimenin manâsı, ayrıca; cümlenin gelişinden veya
cümle içindeki yerinden de anlaşılabilir. Benzer şekilde bir
kelimenin isim, zamir, sıfat veya fiil oluşu, yine sentaktik
konumundan ve bağlam durumundan anlaşılır.
Çin konuşma dili gibi, Çin yazısı
da Batı dillerinden son derece farklıdır. Bir tür resim yazısında
türetilen ve resim özelliklerini hâlâ taşıyan Çin yazısı,
bizim yazımızda olduğu gibi konuşma dilinin seslerini temsil eden
harflerden değil, nesne ve kavramları gösteren şekillerden
(ideogram veya piktogram) oluşur. Çince lügatlerde genellikle,
”karakter” olarak adlandırılan 40 000 kadar sembol yer alır.
Ama pratikte, dörder birimli kod gruplarına ayrılmış olan 10 000
kadar sembol kullanılır. Çince okuyup, yazabilmek için en az 2
bin kadar karakter bilmek gerekir. Belirli kelimeler, ya kelimenin
manâsını ifade eden tek bir sembol ile veya bir sembol gurubu ile
gösterilir.
Çince’de dağ, ev veya ağaç gibi
somut varlıklar, temsil ettikleri nesneyi çağrıştıran
ideogramlarla gösterilir. Soyut bir kavram ise, mecazi manâsı
olabilecek nesnelerle–meselâ ruh kavramı kalp sembolü ile–ifade
edilir.
Sabit şekillerden oluşan böyle bir
yazının zaman içindeki değişim hızı, sese dayalı bir
alfabenin değişim hızından çok daha küçük olacaktır. Konuşma
dilinde farklı lehçelerin varlığına ve kelime dağarcığının
zaman içinde süratle değişmesine karşılık Çin yazı dili ve
edebiyatı, 3 bin yıldır çok az değişmiştir. Yabancı
istilâların da sarsamadığı bu edebi süreklilik, eski Çin’in
uçsuz bucaksız toprakları üzerinde kültürel bütünlüğü
sağlayan başlıca etken olmuştur.
Çin resim-yazısını okuyup,
yazabilmek için birkaç bin sembolü ezberlemek ve söylenişini
öğrenmek gerektiğinden dolayı, Çin halkının büyük çoğunluğu
eğitimsiz kalmış; yazı dili ile konuşma dili giderek birbirinden
uzaklaşmışlardır. Yazı dilinin günlük hayattan kopmasıyla
biçimsel kurallar kalıplaşmış, yeni içeriklere yeni biçimler
arama yolu tıkanmıştır. Buna karşılık, lehçe farklılıkları
Roman dillerinde olduğu gibi zamanla ayrı dillere (Fransızca,
İtalyanca, vb) dönüşmemiştir. Ama yine de bu farklı lehçelerin,
dilbilimciler tarafından ayrı ayrı sınıflandırılan farklı
biçimleri vardır. Bu dilleri konuşanlar birbirlerini anlayamazlar.
Ancak bu dilleri konuşan kimseler, aynı Konfüçyüs metnini farklı
sesler ve vurgular ile okusalar da, kağıt üzerindeki
göstergelerden aynı şeyi anlarlar.
Dil ve yazı; kültür ve uygarlık
alanındaki gelişmelerin yanı sıra, algılama ve düşünme
tarzını da etkileyen faktörlerin başında gelir. Dili ve yazısı
böylesine farklı bir toplumun “düşünme sistem ve dünyası”
da şüphesiz oldukça farklı bir şekilde yapılanacaktır. Tarih
içinde, Hint-Avrupa dillerinin birbirinden açıkça ayrılabilen
özne, nesne, yüklem, isim, sıfat ve fiil gibi gramer unsurlarının
analiziyle ilgili çalışmalar sonunda ortaya çıkan mantık adlı
disiplinin Çin’de gelişmesi teorik olarak imkânsızdı. Nitekim,
Çin tarihinde mantık alanındaki çalışmalarıyla ünlü bir
düşünüre rastlayamıyoruz.
Çin dilinin morfolojik farklığı
nedeniyle Çince’den yapılan tercümelerde–özellikle soyut
kavramlar içeren felsefi metinlerin çevirisinde-daima büyük
zorluklarla karşılaşılmıştır. Metin yazarı, iletmek istediği
manâ ve enformasyonun bir kısmını; ancak söz dizimi ve bağlam
ilişkileriyle ve çağrışım potansiyeli yüksek ideogramlarda
ifade etmeye çalıştığı için, soyut kavramların ayrıntılarına
ve incelikli yorumlarına ait tercümelerde, manâ kayıp ve
değişmelerinden kaçınabilmek, imkânsız derecede zordur
Bütün bunlara rağmen Çinliler;
“toprağın sistemli bir şekilde işlenmesi, akarsu rejiminin
düzenlenmesi, porselen, barut, pusula ve benzerlerinin imali, kağıt
para kullanımı, güzel sanatlar, edebiyat, devlet yönetim
stratejisi” başta olmak üzere, diğer bir çok farklı alandaki
buluşları ve uygulamalarıyla, gerçekte tüm insanlığın
müşterek mirası olan bilim, teknoloji ve uygarlığın evrimine
önemli katkılarda bulunmayı başarabilmişlerdir.
Huang Irmağı’nın büyük kıvrımı
tarafından çevrelenen Ordos steplerinin güneyinde yapılan
kazılarda bulunan birtakım aletlerin ve diğer kalıntıların ait
olduğu dönem, Mısır uygarlığı kadar eskiye uzanır. 1921’de
Huang Irmağı’nın yakınlarındaki Yangshoa’da; sakinlerinin
avcılık, hayvan besiciliği ve çiftçiliğin yanı sıra;
dokumacılık, seramikçilik ve metal işletmeciliğiyle de uğraştığı
anlaşılan birçok yerleşim yeri ortaya çıkarılmıştır. M.Ö.
2500’lere tarihlenen yöre uygarlığının, özellikle Hunan ve
Gansu’da zirveye ulaşmış olduğu anlaşılmaktadır. Zamanla bu
uygarlık, güneye doğru yayılmıştır.
Yangshoa’da bulunan beyaz ve
Longshan’da bulunan siyah seramikler ve benzeri diğer buluntular,
eski Çin uygarlığının belirli bir dönemde Batı Asya ile sıkı
ilişki içinde olduğunu göstermektedir. Bir zamanlar, sadece Çin’e
has olduğu sanılan “üç oyuk ayaklı” sehpaların
benzerlerinin Anadolu’da da bulunması, bu hususu teyit etmiştir.
Çin’in değişik bölgelerinde
yapılan kazılarda rastlanan, ustalıkla boyanmış çömleklerin
belirli bir zaman dilimi içinde aniden yaygınlaşması, o dönemde
bu ve benzeri alanlarda çok ileri düzeylere ulaşmış olan İran
ve Güney Rusya ile münasebetlerin yoğunlaşmış olduğuna işaret
etmektedir.
Orta Çin’de, surlarla çevrili bir
Shang kenti olan Zhengzhou ile onun kuzeyinde yer alan ve Shang’ların
son başkenti olan Anyang; sıkıştırılmış toprak bloklardan
yapılmış yüksek surlarıyla çarpıcı bir mimari yapı özelliği
arz ediyordu. Kentlerin içinde seramik fırın ve fabrikaları,
kemik oyma atölyeleri ve tunç dökümhaneleri bulunmaktaydı.
Çin’de yönetim yaklaşık 90 yıllık
bir süreçten sonra Shang hanedanından (M.Ö. 1800-1200) Zhou
hanedanına (M.Ö. 1111-256) devredilirken, Çin halkı da kabile
toplumundan feodal topluma ve Tunç Çağı’ndan da Demir Çağı’na
geçmiştir. Sonuçta; sosyal ve ekonomik yapı, günlük hayatta
kullanılan araç ve gereçler, fertlerin bilgi ve beceri düzeyi ile
yaşama şekilleri de büyük ölçüde değişmiş oldu.
Shang yönetiminin son 300 yılı
içinde, Neolitik gelenekten kopuşla birlikte, yepyeni bir uygarlık
doğdu. Bu, atlı savaş arabalar, çok miktarda yazılı belge
tanzimi, tuncun kalıba dökülmesi ve diğer zanaatlarla ilgili
uygulamalar bakımından, batıdakilere kimi yönleriyle benzeyen,
ancak bir çok orijinal niteliği de sahip olan bir uygarlıktı.
Ordos
(Maowusu) bölgesinde bulunan tunç eşyalar, buradaki gelişimin
Avrasya bozkır kuşağı uygarlığının bir uzantısı olduğunu
göstermektedir. Bölgedeki buluntular, Mezopotamya orijinli metal
işlemeciliğin Çin’e kuzeybatıdan girdiği varsayımını
güçlendirir niteliktedir.
Bugüne
kadar elde edilen bulguların genel bir değerlendirmesi
yapıldığında, Çin uygarlığının, bir çok değişik etnik
topluluğun ve kültür merkezinin entelektüel ürünlerinin
karışıp, kaynaşmasıyla doğduğu ve geliştiği sonucuna
ulaşılabilir. Bugünkü Sinkiang ve Moğolistan’dan bazı
göçlerin ve Batı Asya ile Güneydoğu Avrupa yönünden gelen bazı
etkilerin mevcudiyetine dair bulgulara rağmen, bu uygarlığın
temel kaynağını büyük ölçüde Çin toplumu ve kültürü
teşkil eder. Çok eski dönemlere ait mitolojik Çin metinleri,
sonradan büyük değişikliklere maruz kalmış olduklarından,
tarihe ışık tutma hususunda henüz fazla yararlı olamamaktadır.
Bu mitolojik yazılarda, halka çeşitli araç ve gereçlerin
kullanımı ile birtakım önemli işlerin yapılış şeklini
öğreten bilge hükümdarlardan söz edilir.
Bunlardan,
M.Ö. 3000 dolaylarında yaşayan bir imparatora ait olduğu rivayet
edilen “I Ching”
(Değişimler Kitabı) adlı eserdeki felsefi çerçeve o kadar
ilginç ve çarpıcıdır ki, geçmişin ve günümüzün birçok
ünlü düşünürü ve bilim adamı, ondan büyük ölçüde
etkilenmiş olduklarını beyan etmişlerdir. I
Ching’in günümüze
ulaşmasında önemli bir rol oynamış olan Çinli düşünür
Konfüçyüs, son derece değerli olduğuna inandığı bu eser
hakkında şunları söylemişti “Onu iyice kavrayıp, anlayabilmek
için keşke bir elli yıllık ömrüm daha olsa!”
I
Ching’de bazı önemli
bilgiler “tek ve uzun bir çizgi” ile “kısa bir çift
çizgi”nin üçerli kombinasyonlarından oluşan sekiz “trigram”
ile kodlanarak verilmiştir. Her üçlü birim; bir olayı, bir
varlığı veya insan hayatına ait bir durumu simgeler. Tek parçalı
sembol olan “yang”, aydınlık bir unsuru (ışık, hareket,
hayat, vb) temsil ederken, iki parçalı sembol olan “yin” ise;
yoğun ve karanlık bir unsuru (madde, ağırlık, edilgenlik, vb)
simgeler.
R.
Wilholm ve C.F. Baynes’in I
Ching tercümesinde,
yaratılış ve varoluş, sembolik bir üslûpla şöyle anlatılır:
“Yang=Etkin:
Kenarları altı sürekli çizgiden oluşan bir yıldızla
gösterilir. Bu sürekli çizgiler ışık (aydınlık) veren; aktif,
müessir ve ruhani olan Temel ve Külli Kudreti temsil eder. O,
özünde ebedi, müessir ve faal olduğundan ve hiçbir zayıflık ve
noksanlık unsuru içermediğinden dolayı, özü; güç, enerji veya
kudret; sembolü ise, gökyüzüdür. Yin=Edilgen:
Kenarları, kesik çizgilerden oluşan ikinci bir yıldız ile
gösterilir. Kesik çizgi, yin’in ana alıcı niteliğini,
kesafetini ve üreticiliğini temsil eder. Ruha karşı maddeyi
(tabiatı), göğe karşı yer yüzünü, zamana karşı mekanı ve
genel olarak Yaratıcı gücü değil, bunların görünür
sonuçlarını temsil eder.”
F.
Capra, çağımızın hakim fiziksel ve biyolojik paradigmalarının,
doğuşlarından günümüze kadar izledikleri seyirlerini, kapsamlı
ve orijinal bir perspektiften ele almış olduğu “The Turning
Point” (Dönüm Noktası) adlı kitabında, bu eserindeki temel
bakış açısının “geleneksel kültüre” ve bunun ilginç
örneklerinden biri olarak gördüğü I
Ching’e dayandığını
vurgular. Capra, eserine I
Ching’den yaptığı
şu alıntıyla başlar: “Dejenerasyonun
had safhaya ulaştığı andan itibaren, yeni bir “dönüm noktası”
başlar. Uzaklaşmış olan güçlü “ışık” geri döner ve
yeni bir hareketin (dönüşümün) emareleri ortaya çıkar. Ama bu
hareket son derece fıtri (uygun, kendiliğinden ve gerekli)
olduğundan, eski (bozulmuş olan) yeniye (asıl olana) rahatça
dönüşür. Sonuçta “eski” terk edilir ve “yeni”
benimsenmiş olur. Bu (kaderi, fıtri) dönüşüm, hiçbir
tahribata, probleme veya üzücü olaya yol açmaksızın, kolayca
gerçekleşiverir.”
Capra, kitabına şu
cümlelerle devam eder: “1970’li
yıllarda, başlıca mesleki ilgim, asrımızın ilk 30 yılı
boyunca, maddenin temel yapısıyla ilgili temel fiziksel teorilerde
gerçekleşen çarpıcı değişim süreci üzerinde yoğunlaşmış
bulunuyordu. Bilimde kendini gösteren yeni kavramlar, dünya
görüşümüzde de köklü bir değişime yol açmaktaydı. Bu, esas
olarak çağlar ötesinden günümüze ulaşan “geleneksel”
mistik görüşlere çok benzeyen holistik ve ekolojik düşünce
sistemine doğru yönelmiş olan bir değişimdi.
Ancak, bu dönemde, evrenin yeni
görünümünün bilim adamlarınca benimsenmesi hiç de kolay
olmadı. Atom ve atomaltı dünyasına ait yeni keşifler, bilim
adamlarını, bu olguların alışılmış kalıplarla tasvir ve
izahına meydan okuyan farklı ve yepyeni bir “gerçeklik”
anlayışıyla karşı karşıya bıraktı. Bilim adamları bu yeni
gerçekliği anlama çabaları sırasında sadece entelektüel değil;
onun yanı sıra duygusal, hatta varoluşsal bir bunalım da
yaşadılar. Bu bunalımın atlatılması çok zor oldu ve bilim
çevrelerinin uzun bir zamanını aldı. Ama onlar sonuçta,
maddenin yapısına ve bunun insan zihni ve şuuruyla ilişkisine
dair derin ve kapsamlı bir “kavrayış” ile ödüllendirildiler.
Günümüzde tüm toplumların
benzer bir bunalımın eşiğinde olduğuna inanıyorum. Bunun
sayısız belirtisini her yerde görebilmemiz mümkündür: Yüksek
bir enflasyona ve işsizlik oranına sahibiz. Giderek etkileri artan
bir enerji krizine gömülüyoruz. Sağlık, çevre, adalet, güvenlik
ve diğer alanlarda da her geçen gün sayı ve çeşidi artan yeni
sorunlarla karşılaşıyoruz
Bu kitabın temel tezi, tüm
bunların, “ana karakteri, esasta bir algılama bunalımı” olan,
tek ve aynı bunalımın değişik cepheleri olduğudur. Bu bunalım,
tıpkı 1920’lerde fizikte ortaya çıkmış olan benzeri gibi,
modası geçmiş bir dünya görüşünün temel kavramlarının,
artık bunların açıklamakta yetersiz kaldığı yeni olgulara ve
gerçekliğin yeni vizyonuna uygulanması yönündeki ısrardan
kaynaklanmaktadır. Aslında bizler, ayrılmaz bağlarla bağlı olan
bir “biyolojik, psikolojik, sosyal ve ekolojik” olgular
dünyasında yaşamaktayız. Yüzyılımızın başlarına ait
kavramlar ve bakış açıları, bu olguların özündeki birliği ve
aralarındaki güçlü bağları göz ardı etmektedir.
Bütün bu nedenlerle, gerçekte
asıl muhtaç olduğumuz şey yeni bir paradigma, yani “gerçekliğe
daha uygun ve daha kapsamlı yeni bir vizyon” ile; düşünme ve
algılamayla ilgili temel kavramlarımızda, kökten bir değişimdir.
Gerçekliği o eski kavrayış kalıbından; yeni, bütüncü ve
kapsamlı bir kavrayış tarzı yönündeki bu değişim ihtiyacı,
hemen tüm alan ve dallarda kendisini göstermeye başlamış olup;
bu olgu, muhtemelen içinde bulunduğumuz çağı niteleyecek öneme
ve önceliğe sahip bulunmaktadır. Bu kitabın konusu, söz konusu
paradigma değişiminin muhtemel tezahürleri, etkileri ve
sonuçlarıdır.
Mevcut çok yönlü kültürel
bunalımı daha iyi kavramak için; son derece kapsamlı olan yeni
bir görüş açısını anlamak, benimsemek ve mevcut problemleri,
insanlığın tüm kültürel gelişim tarihi bağlamında
değerlendirmek gerekir.
Nitekim, yirminci yüzyılın
sonlarına doğru bizler gerçekten de artık yavaş yavaş bakış
açımızı; içinde yaşadığımız “an”dan, binlerce yıllık
bir gelişim zincirinin ilk halkalarına veya “durağan yapılar
kavramından, dinamik değişimler kavramı”na doğru çevirmeye
başladık.
Bu bakış açısından “bunalım”,
dönüşümün özel bir hali olarak görülebilir. Eski Çin
kültüründe bunalım ve değişim arasındaki bu derin ilişkiye
büyük bir önem verilirken, “bunalım”ın karşılığı olarak
kullanılan terim wei-ji, “tehlike” ve “imkân” manâlarını
bir arada kapsardı.
Batılı sosyologlar, her geçen gün
sayıları artan yeni bulguların bu geleneksel prensibi
doğrulamakta olduğunu belirtmektedirler. Farklı toplumlara ait
sosyokültürel dönüşüm devrelerinin analizleri, bu değişimlerin
arifesinde daima, günümüzde bizim toplumumuzun karşı karşıya
olduğuna benzer bunalım dönemleriyle yüz yüze gelindiğini
göstermiştir.
Bu tür değişimler, uygarlıkların
evriminin temel süreçleridir. Bu süreçleri belirleyen
parametreler çok karmaşıktır ve tarihçiler henüz, bu değişim
olgusunu açıklayabilen kapsamlı kuramlara sahip değildirler.
Ancak, genel bir ifadeyle, günümüze dek kurulmuş tüm
uygarlıkların, hemen daima aynı çevrimsel “oluşum, gelişme,
gerileme ve çöküş” dönemlerinden geçtikleri söylenebilir.
Eski Çin filozofları, gerçekliğin
tüm tezahürlerinin (yin) ve ( yang) adını verdikleri iki
“tamamlayıcı” ve “karşılıklı” güç aracılığıyla
meydana getirildiğine inanmaktaydılar. Eski Yunan’da da
Herakleitos, dünya düzeninin, “belirli sürelerle alevlenip,
zayıflayan” ebedi bir ateş vasıtasıyla sağlandığını öne
sürerken; Empedokles ise, kâinattaki, değişimleri, “sevgi” ve
“nefret” olarak adlandırdığı iki bütünleyici gücün
salınım ve gel-gitlerine dayandırmıştı.
Bu
kitapta, baştan sona, I Ching’de çok ayrıntılı bir şekilde
geliştirilmiş olan ve eski Çin felsefe literatürünü teşkil
eden birçok temel kaynakta da yer alan yaklaşım esas alınmıştır.
Bu yaklaşım, evrenin tümündeki gelişim ve dönüşümlerin ana
ritmini ve yönünü belirleyen iki arketip kutbun (yin ve yang)
etkinliklerine dayanmaktadır.
Eski
Çin düşünürleri, Tao dedikleri ve en Yüce Öz olarak
benimsedikleri gerçekliği, daimi bir akış ve değişim süreci
içinde algılamaktaydılar. Bu bakış açısına göre insanlar da,
bu etkin kozmik süreç içindeki tüm olguları, onlara bizzat
katılarak gözlemlerler. Tao’nun temel karakteristiği, dinamik
çevrimsel niteliğidir. Tabiattaki tüm gelişim ve oluşumlar da,
belirli bazı çevrimsel kalıplar çerçevesinde gerçekleşmektedir.
Çinli düşünürler, yin ve yang kutuplarını, kozmik çevrimsel
kalıpların dinamik yönlendiricileri olarak görürler: “Zirve
noktasını kuşatmaya başlayan yang, yin tarafına çekilir. Ancak
bir süre sonra onun boşalttığı uca ulaşan yin de, yang tarafına
yönlendirilmeye başlanır.
Geleneksel
Çin düşünce sistemine göre Tao’nun bütün tezahürleri,
fiziksel veya sosyal hayata ait belirli birtakım ikili arketipik
çiftlerin karşılıklı etkileşimlerinin aracılığıyla ortaya
çıkar. Bu çiftlerin, bağımsız ve farklı kategoriler değil,
tek bir bütünün “sınır” değerleri olduklarını
kavrayabilmenin, çok önemli; ancak biz Batı kültürü mensupları
için bir o kadar da zor bir şey olduğu kesindir. Çinli düşünürün
bakış açısından tek başına yin veya yalnız başına yang,
tanımsız veya anlamsızdır. Bütün tabii olaylar, kesintisiz bir
süreçler silsilesi içinde vuku bulan tüm oluşum ve dönüşümler,
hep bu “ikili temel ve sınır kutup” çiftleri arasında
gerçekleşen salınımların birer sonucudurlar. Kâinattaki ve
insan toplumlarındaki düzen, yin ve yang arasındaki dinamik
dengenin sayısız tezahürlerine sadece birer örnektir.
Yin ve yang terimleri, son yıllarda
Batı’da oldukça popüler bir hale gelmişse de, bizim kültür
çerçevemiz içinde bu kavramlara atfettiğimiz manâ, geleneksel
Çin düşünce sistemindekinden genellikle farklı olmuştur. Son
derece değişik düşünce dünyalarına ait özgün terim ve
kavramları, son derece tahrif edilmiş bir şekilde kullanan pek çok
batılı, aslında kültürel ön yargılarını bu kullanıma
yansıtmaktadır.
M.
Porkert bu kavramları, asıllarına oldukça yakın bir tarzda
yorumlamayı başaran az sayıda batılı araştırmacıdan biridir.
Çin tıbbı konusundaki bir araştırmasında Porkert, yin’in;
“contractive” (sınırlarını daraltabilen, çekilebilen),
“responsive” (hassas, uyumlu) ve “conservative”(muhafazakar,
ılımlı) olan her şeye tekabül edebileceğini söyler. Porkert’a
göre yang ise, “expansive” (yayılma eğiliminde olan),
“aggressive” (müdahaleci, saldırgan),ve “demanding” (talep
edici) nitelikleri ifade eder. Yin ve yang kategorileri, özellikle
şu anlam çiftlerini kapsar:
YİN
YANG
Yeryüzü
Gökyüzü
Ay
Güneş
Gece
Gündüz
Kış
Yaz
Nem
Kuruluk
Serinlik
Sıcaklık
İç (taraf)
Dış (taraf)
|
Çin kültüründe yin ve yang
çiftlerine asla “etik” özellikler atfedilmemiştir. İyi ve
güzel olan, ne yin ne de yang olmayıp, ikisi arasındaki dinamik
dengedir. Kötü veya zararlı olan ise, bunlar arasındaki
dengesizliktir.
Geleneksel Çin kültürünün en
önemli özelliklerinden biri, kozmik varoluştaki dönüşüm ve
değişimin sürekliliğinin, kâinatın temel karakteristiklerinden
biri olarak görülmesidir. Bu anlayışa göre kâinat, “Tao”
(yol) adı verilen kesintisiz bir kozmik süreç içindeki daimi
hareket ve faaliyetlerin bir sonucudur. Eski Çin felsefesinde,
ataleti veya mutlak hareketsizliği ifade eden hiçbir kavrama veya
terime rastlanmaz, çünkü böyle bir durum, Çinli filozoflarca
imkân dahilinde görülmez. I Ching’in önde gelen batılı
yorumcularından H. Wilhelm’e göre, “mutlak hareketsizlik”
hali, bu kültürün mensupları için o kadar yabancı veya tuhaf
bir soyutlamadır ki, hiçbir şekilde onu kavrayamaz ve
anlayamazlar.
“Wu-wei” terimine eski Çin
felsefe metinlerinde sık sık rastlanır. Batı dillerine yapılan
tercümelerde bu terim, “eylemsizlik” kelimesiyle
karşılanmaktadır. Oysa, bu şekilde büyük bir hata
yapılmaktadır. Çinlinin “Wu-Wei” ile anlatmak istediği şey,
faaliyetin her türünden değil, sadece kozmik sürece uyumlu
olmayanlarından kaçınmaktır. Önde gelen Çin bilimci J. Needham,
wu-wei’yi “tabiata aykırı eylemden kaçınmak” olarak
tanımlar ve bunu bir alıntıyla şöyle doğrular: “Dilimize
‘eylemsizlik’ olarak aktarılan bu kelimeyle anlatılmak istenen
‘hareket kısıtlaması veya sınırlaması’ , hiçbir şey
yapmamak demek değildir. Wu-Wei’nin tabiatını hoşnut edecek
olan şey, kendisinin fıtri şekilde daima yerine getirmekte olduğu
şeyin, yani tabii olan şeyin yapılmasına izin verilmesidir.”
Birisi, eğer tabii olana aykırı
davranmaktan veya Needham’ın dediği gibi “nesnelerin
mizaçlarına zıt hareket etmekten” sakınabiliyorsa, o kişi Tao
ile uyum içinde yaşıyor demektir. Böyle bir kimse–tabiata
uyumundan dolayı-mutlaka başarılı olacaktır. L. Tse’nin ilk
bakışta şaşırtıcı görünen önermesinin gerçek manâsı
burada gizlidir: “Eylemsizlik (tabiata aykırı davranmamak)
şartıyla (hemen) her şey başarılabilir.”
Geleneksel
Çin kültüründe, her türlü faaliyetin iki ana kategoriye
ayrılmış olduğu kolayca görülebilir: “tabiatla uyum içinde
olan” ve “yaratılışa uygun süreçlere muhalif veya zıt
olan” faaliyetler.
Bu anlayış içinde mutlak atalete hiç yer ayrılmamıştır. Bu
nedenle, batılıların sık sık kullandığı; yin’in sadece
pasif, yang’ın ise yalnızca aktif davranışı temsil ettiği
şeklindeki benzetmeler, orijinal Çin kültürüne uygun değildir.
Geleneksel Çin düşünce sisteminde; yin ve yang, ahenkli ve
bütünleştirici bir işbirliği eğilimindeki arketipik kutupla;
yayılmacı, yarışmacı ve kuşatıcı arketipik ucun uyumlu bir
bileşimini temsil eder. Yang kategorisine dahil bir eylem çevreye,
yin eylemi ise benliğe yönelik durumdadır. Bunlar, modern
terminolojide sırasıyla (eco-action) ve (ego-action) olarak
adlandırılmışlardır.
Bu iki eylem türü, çağlar boyu
insan zihninin temel karakteristikleri olarak bilinen iki bilgi ve
bilinç tipiyle de çok yakından ilişkilidir ki, bunları sezgisel
ve rasyonel olarak adlandırabiliriz.
Bu iki bilinç şekli, insan
zihninin normalde birbirini bütünleyip, destekleyen iki temel
sürecini temsil eder. Yang kategorisine mensup olan rasyonel
düşünce; mantıksal, lineer, analitik, algoritmik, tek bir noktada
yoğunlaşıcı ve serin kanlı bir nitelik taşır. Yin kategorili
sezgisel süreç ise; holistik, sentezci, genel, kapsayıcı ve
duygusaldır.
Yin ve yang niteliklerinin günümüz
toplumundaki durumunu analiz ettiğimizde genel olarak “yin”e
karşı “yang” kategorisinden davranışların onay ve teşvik
göstermekte olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz: Sezgisel
bilgeliğe karşı rasyonel bilgi, işbirliğine karşı yarışma,
koruma ve gözetmeye karşı, her türlü kaynağın tüketilircesine
sarfı ve benzerleri...
Bu
kitap boyunca, günümüzün akademik, siyasi ve ekonomik
kurumlarında genel olarak yang kategorisinden değer, tavır ve
davranış kalıplarının nasıl tercih edilip, ön plâna
çıkarıldığını göstermeye çalışacağız. İdeal bakış
açısını edindiğimizde, kültürümüzden atılmış olan
geleneksel değerlerin hiçbirinin bizzat kötü veya zararlı
olmadığını, ancak vaktiyle bu değerlerin kutupsal denge
durumları gözetilmediği için birtakım üzücü sonuçların
ortaya çıkmış olduğunu göreceğiz.” 40
İki
Ünlü Çin Düşünürü: Lao Tse ve Konfüçyüs
Lao
Tse ve Taoizm
Gerek
eski Çin’de gerekse eski Yunanistan’da; benzer şekilde, ikişer
büyük düşünür, birer nesil arayla, ülkelerinin düşünce
dünyalarında büyük ve önemli etkiler oluşturmuşlardır.
Bunlar; “Lao Tse ile Konfüçyüs” ve “Platon ile
Aristoteles”dir.
L.
Tse’nin M.Ö. 600 yıllarında doğduğu sanılmaktadır. Ne yazık
ki kendisiyle ilgili bilgiler son derece yetersiz, sınırlı ve
tartışmalıdır. L.Tse’nin, Konfüçyüs ile en az bir defa
görüşmüş olduğu da rivayet edilmektedir. Çinli tarihçi S. Ma
Tsien, Tse hakkında şunları nakleder:
“L.Tse, Çov beyliğinin Ku ilinde doğmuştur. Soyadı, gerçekte
“Li” idi. (Lao Tse) adı, “Koca Usta” manâsına gelen ve ona
sonradan verilen bir lakâptır.
Kung Tse (Konfüçyüs) günün
birinde Çov beyliğine gelerek kendisini ziyaret eder ve ona;
bilgeler, töreler, erdem ve benzeri konulardaki görüşlerini
sorar. L. Tse’nin cevabı kısa ve etkileyicidir: “Senin
bahsettiğin kimselerin kemikleri bile yok olmuş, onlardan geriye
sadece sözleri kalmıştır. Erdemli kişi, sağlığında gönüllere
taht kurar ve sonra ölür, gömülür ve üzerinde otlar biter. İyi
bir tüccar, zenginliğini herkese her zaman göstermez, sıradan bir
insan gibi yaşar. Olgun ve faziletli kimsenin de görünüşü sade
ve mütevazidir. Dostum; gösterişten, şu yapmacık tavırlardan,
sonu gelmez arzulardan, ayakları yere basmayan hayallerden vazgeç;
çünkü, bunların kimseye bir faydası olmaz. İşte sana bütün
diyeceklerim bu kadar!”
K. Tse, geri döndüğünde bu
görüşme hakkında öğrencilerine şunları söyler: “Kuşlar
uçar, balıklar yüzer, kara hayvanları koşar. ‘Ok ile,
uçanlar’; ‘ağ ile, yüzenler’; ‘kement ile koşanlar’
tutulur veya yakalanabilirler. Ancak bulutlara binip, rüzgarla
seyahat eden, bir an yere inip, bir anda göğe yükselebilen bir
ejderhayla nasıl baş edebilir, bilemiyorum.”
L.Tse,
Çov beyliğinde “Tao”ya, yani “Yüce Erdem” ilkelerine
sıkıca riayet ederek, şöhretten uzak ve gözlerden saklı bir
şekilde uzunca bir süre yaşar. Ancak, toplumda görülmeye
başlanan bazı olaylar onu gün geçtikçe daha fazla üzmekte ve
rahatsız etmektedir. Nihayet günün birinde beyliği terk etmeye
karar verir ve yola çıkar. Sınır karakoluna geldiğinde komutan
Yin Hin ona şöyle seslenir: ‘Efendim, beyliğimizi terk etmek
üzere olduğunuzu görüyorum. Sizden bir istirhamım var: Lütfen,
görüş ve düşüncelerinizi bir kitapta toplayıp, hiç olmazsa
bize onu bırakarak gidin!’ L. Tse, iki bölümden oluşan “Tao
Te Çing” adlı kitabı, bu rica üzerine yazar ve sınırdan
geçip, gider. Nereye gittiğini ise, hiç kimse bilmez...”
Tao Te Çing’in felsefi birikimimize yaptığı katkıyı, L.
Tse’ye olduğu kadar, sınır komutanı Y. Hin’e de borçluyuz.
İlkçağ
düşünce dünyasının kendine özgü birtakım özellikleri
vardır. Günümüzde
bazı filozoflarca “geleneksel düşünce” veya ”perennial
felsefe (Philosophia
Perennis)” gibi
isimlerle de adlandırılan ilkçağın bu düşünce sistemi, ferdi
değil, kolektif bir nitelik taşır. Çoğu defa ne doğum, ne ölüm
tarihleri–hatta bazen-isimleri bile tam olarak bilinmeyen esrarlı
bilgelerden, veya kişiselleştirilmesi çok güç olan bazı bilgi
kaynaklarından nakledilen; son derece etkileyici, oldukça kapsamlı,
sistematik ve tutarlı düşünceler ve görüşler kapsayan zengin
bir literatür, günümüze kadar ulaşmıştır. O kadar ki, modern
bilimin en yeni ve en karmaşık alanlarında çalışan bazı
araştırmacılar, eserlerinde, bu literatürden iktibas ettikleri
bazı görüşleri, adeta birer giriş veya dayanak noktası gibi yer
verilmektedir.
L.
Tse’nin eseri de bu geleneksel literatürün ilginç örneklerinden
biridir. L.Tse felsefesinin temel terimi olan “Tao” nun sözlük
anlamı “yol” olup, bu terim ile “kâinatın düzeni, özü,
kanunu, ve akışı” gibi ifadesi güç ve kompleks birtakım
kavramlar anlatılmaya çalışılır. Eski resmi Çin dilinde “yol”
veya “Göklerin Kanunu” manâsına gelen Tao terimini Konfüçyüs
ve öğrencileri de kullanmış olsalar da, Tao kavramının, L.
Tse’nin kitabında gözlenen zengin manâ örgüsüne başka hiçbir
yerde rastlanamaz. Buna göre Tao, gerçekte kâinatın, insanın,
kısacası tüm varlığın kaynağıdır. O,
kanunların kanunu, ölçülerin ölçüsüdür.
L. Tse şöyle der: “Kişi, içinde yaşadığı ortamın
kurallarına uyar. Yer, göklerin kanununa riayet eder, Gökler de
Tao’nunkine. Ama Tao, kendi kanununu kendisi düzenler.” Hiçbir
şarta bağlı olmayan, kendi kendisine yeten Tao bir yönüyle
“mutlak varlık ya da varoluş”tur. Tao, insanlarca tam olarak
kavranılıp, bütünüyle tasvir edilemez!” diyen “L Tse “sonsuz
olan Tao, tıpkı bir sır gibidir, anlatılamaz. Onu tam olarak
ifade ve idrak edemiyorum, ama O’na Tao diyorum. Bilinmesi,
kavranması çok müşkül olana dair bu bilgi, en yüce bilgidir!”
“Tao’yu gücümüzün yettiğince anlayabilmek için, O’nun
kâinattaki uygulamalarını müşahede ve murakabe edip, O’na
yaklaşabiliriz. Bu şekilde ulaşacağımız Yüce Erdem İlkeleri’ne
günlük hayatta ne kadar çok riayet edersek, O’nu o kadar iyi
anlamış sayılırız. Ancak Tao’nun yoluna tam anlamıyla
girebilmek için, bize engel olabilecek, bizi yanıltabilecek her
türlü bağ ve tutkudan sıyrılmak zorundayız. Bunu başaran kişi,
dünya işleriyle meşgul iken bile, içini tamamen dolduran bir
huzur duygusuyla, yeri ve göğü yöneten yasaya bütün varlığıyla
uymuş olur. Tao; diğer bir yönüyle de gerçek, nihai ve mutlak
erdemdir.”
L.
Tse, bu erdeme ve olgunluğa ulaşan kişinin; tüm varlıklığı ve
insanı sevip, sayacağını ancak, onlara tutkuyla bağlanmaktan da
kendini koruyabileceğini söyler. Tse’ye göre insan, dünyada,
ona tutsak olmadan yaşamalıdır. L. Tse, insanlar arasındaki
ilişkilerin düzenlenmesi konusunda da şu ölçüleri verir:
“Saldırgan ve kavgacı olmayan bir kimseyle hiç kimse kavga
etmez. Ama, insan, düşmanca tavırlar karşısında da faziletle
davranmasını bilmelidir. İyi olan birisine iyi davranmak kolaydır.
Ancak, kötü davranan kimseye iyi bir karşılık verirsek, onu da
iyiliğe ve doğruluğa sevk etmiş oluruz. Yumuşak(esnek) olan,
katı olanı yener. Su, en yumuşak şeylerden biridir. Ama en sert
kayaları bile oyar ve aşındırır. Su iyilik ve merhamet
sembolüdür. Onun faydası, iyi-kötü ayrımı olmaksızın
herkesedir. Su, tevazu ve alçak gönüllülük simgesidir. En
aşağılara bile rahatça yerleşir. Mütevazı olan, iyi olsun kötü
olsun herkese iyi davranan-su misali-Tao’ya yakındır, O‘ndandır.
Kim Tao’nun kanununa uyarsa en yüce hedefe ve ölümsüzlüğe
ulaşır. Çünkü Tao sonsuzdur. Bir kişi “Ebedi Olan”ı
tanırsa, gerçeğe erişmiştir. Gerçeğe ulaşan doğrudur,
iyidir. Doğru ve iyi olan ise mutlaka, yücelir. Yücelen, “göklere”
yaklaşır, Tao’ya ulaşır. Tao’ya yaklaşan kişiye ne bir
korku, ne bir tehlike erişebilir ve artık onu, hiç kimse ne
aldatabilir, ne de doğru yoldan ayırabilir. Böyle bir kimse ne
kaybeder, ne aşağılanabilir, ne huzursuzluk duyar, ne de ondan her
hangi bir şey gizlenebilir...”
Konfüçyüs
Günümüze kadar yaşamış düşünürler
içinde görüşleri en yaygın ve en etkili olanlardan biri sayılan
Konfüçyüs, M.Ö. 551 yılında, şimdiki Şantung ilinin sınırları
içinde yer alın “Lu” beyliğinde doğmuştur. Küçük yaştan
itibaren öğrenmeye ve öğretmeye büyük bir ilgi duyan Konfüçyüs,
daha gençliğinde, evini adeta bir okul haline getirerek, orada
öğrencilerine tarih, edebiyat ve görgü kuralları ağırlıklı
olmak üzere dersler vermeye başlamıştır. Kısa zamanda bine
yakın öğrenci yetiştiren Konfüçyüs’ün ünü tüm ülkeyi
kaplamıştır.
Devlet yöneticilerinden idari görev
ve yetki teklifleri alan Konfüçyüs-ilkelerine uygun bir çalışma
ortamı mevcut olmayışı gerekçesiyle-uzun süre, bunları geri
çevirmişti. Ancak, 50 yaşına girdiğinde, adalet kurumunun
sorumluluğunu üstlendi. Bu görevinde büyük bir başarı
kazanınca, toplumda suç oranı yok denilecek kadar azaldı ve
halkın hemen tamamı ahlâk kurallarına ve kanunlara uygun bir
şekilde yaşamaya başladı.
Ancak,
bu gelişmeyi kıskanan ve bundan kendi menfaatleri açısından
endişe duyan komşu beyliğin ileri gelenleri, Lu yöneticisini
etkileyerek Konfüçyüs’ü görevinden azlettirdiler. Bu olaydan
büyük bir üzüntü ve kırgınlık duyan Konfüçyüs, ülkesini
terk etti. Bundan sonraki on üç yılı, bir gezgin gibi, çeşitli
ülkelere seyahat ederek geçirdi. Yaptıkları hatayı anlayan Lu
yöneticileri, pişmanlık duyarak, özür dilediler ve kendisini
ülkesine geri çağardılar. Resmi herhangi bir görev üstlenmemek
kaydı ile Lu’ya geri dönmeyi kabul eden Konfüçyüs, hayatının
son dönemini, eski devirlerden kalan yazılı metinleri derleyip,
düzenleyerek yeniden yazma işiyle geçirdi. Konfüçyüs, felsefi
görüşlerinin, kendi şahsi kanaat ve düşünceleri olmayıp, eski
çağların efsaneleşmiş “imparatorlarından”
kalma geleneksel öğretilerden kaynaklandığını daima
vurgulamıştır. Konfüçyüs, eski Çin kültürüne ait eserlerin
günümüze ulaşmasında çok önemli bir rol oynamıştır.
Aslında,
toplumda ahlâki değerlerin tamamen kaybolmaya yüz tutup; haksızlık
ve suçların seller gibi ülkesini kaplamaya başladığı bir
dönemde yaşayan Konfüçyüs’ün yaptığı esas olarak; halkı
ve yöneticileri, eski çağlardan beri toplumsal düzeni sağlaya
gelen unsurlar olan geleneklere, yasalara ve prensiplere uymaya
çağırmaktan ibaret olmuştur. Konfüçyüs’ün öğretisinin
özünü “Yüce Bilgi” (Ta Hsüe) deki şu ifadeden anlamak
mümkündür: “Eskiler, erdem ışığıyla her yerin
aydınlatılması için, özellikle devlet işlerinin yoluna konması
gerektiğini; bunun ise tek tek ailelerin işlerinin düzene
girmesiyle mümkün olabileceğini; bunun yolunun tek tek fertlere
çeki düzen vermekten geçtiğini, bunun da bizzat her birinin kendi
iç ahengini sağlamasıyla mümkün olabileceğini; bunun için de
öncelikle “düşüncelerini” düzene koymalarının gerektiğini
bilirler ve işe, bilgilerindeki eksikliği gidermekle başlarlardı.”
Günümüze kadar ulaşan ve geleneksel
Çin kültürünün önemli bir kısmını kapsayan dokuz klâsik
eser, ya bizzat Konfüçyüs tarafından derlenmiş ya da onun eski
kaynakları yorumlayan sözlerinin başkaları tarafından toplanıp,
yazıya geçirilmesi ile oluşturulmuştur.
Konfüçyüs, bir buhran ve bunalım
seli karşısında, tüm sosyal düzeni ve yapıları tehdit altına
girmiş olan bir toplumun yeniden toparlanıp, huzura kavuşabilmesi
için öncelikle yapılması gerekli olan şeylerden birinin; kültür
ve düşünce hayatı ile ilgili tüm temel terim ve kavramların
yeniden, kesin ve net bir şekilde tanımlanması olduğunu ısrarla
vurgular. Ancak ad ve kavram kargaşası bu şekilde aşıldıktan
sonra sıra, ortaya konacak ideal teorik sistemin belirlenmesine ve
hayata geçirilmesine gelebilir.
Konfüçyüs’ün öğretisi, huzurlu
ve mutlu bir hayatın teminine dair kurallar ve esaslardan oluşur.
Bu nedenle de genel olarak ahlâk, siyaset ve yönetim felsefesi
ağırlıklıdır. O, insanı çevresinden soyutlayarak tek başına
değil; ailesi, toplumu ve devleti ile bir bütün halinde ele alır.
Amacı, her türlü aşırılıktan ve ahlâk dışı davranıştan
uzak durarak, devamlı bir şekilde öğrenme ve kendini eğitme
çabasını sürdüren, kendisine ve başkalarına karşı dürüst;
gönlü, yüce ve soylu duygularla dolu bir insan tipinin
oluşturulmasıdır. Böyle bir insan, zenginliği ve sosyal
mevkileri lüzumsuz görmez, ancak, bağlı olduğu ilkeler ve
erdemler uğruna bunları terk etmeye de her an hazırdır. O,
iyiliğe iyilikle, kötülüğe de adaletle karşılık verir. İçi
ve dışı birdir. Kendini eğitip, erdemce yükseldikçe,
başkalarına da güzel bir örnek teşkil eder. “Dıştakini
içtekine tercih eden değil, dıştakini içtekiyle bir tutan kişi,
yücedir!” diyen Konfüçyüs, en yüce erdemin ne olduğu
kendisine sorulduğunda, şu öğüdü verir: “Kendine yapılmasını
istemediğin şeyi başkasına yapma!”
Tavsiye ettiği prensiplere herkesten
önce ve en titiz bir şekilde bizzat kendisi uyan Konfüçyüs’ten
çevresine adeta dalga dalga bir “olgunluk, huzur ve saygınlık”
atmosferi yayılmakta ve tüm toplumu kuşatmaktaydı.
Konfüçyüs, geleneksel ilkelere
özellikle ülke yöneticilerinin riayet etmeleri gerektiğini daima
ifade etmiştir: İdeal yönetici, kaba kuvvet ve zorlayıcı
kanunlarla değil, örnek tutum ve davranışlarıyla halkı
etkileyip, ikna etmek suretiyle toplumun düzen ve huzurunu
sağlamalıdır. Kendisine, bazı önemli yasaları çiğnemiş olan
bir kişinin öldürülmesinin doğru olup, olmayacağını soran bir
beye şu cevabı verir: “Yüce beyimiz adaletle hükmederken
insanları öldürmeye ne hacet! Eğer siz iyi olursanız, halk da
iyi olur. Yöneticiler rüzgara, yönetilenler de kamışlara benzer.
Yel estikçe sazlıktaki bitkiler de ona uygun şekilde hareket eder.
Kim özünün derinliklerinden, vicdanından güç alarak hükmederse,
o; gök yüzünden inip, gelen bir sağlam bir kulpa (kutup
yıldızına) benzer ve her şey onun çevresinde saygıyla döner
(ona uyar)!”
Köklü
geleneklere, görgü ve ahlâk kurallarına büyük önem ve değer
veren Konfüçyüs: “Bunlar,
kişiliğimizi sağlamlaştıran, bizi aşırılık ve
dejenerasyondan koruyan birer set
gibidir. Bu setlerin
gereksiz olduğunu sanıp da onları yıkanlar; bir gün gelir,
sosyal seylapların dalgaları altında boğulup, giderler!”
Eski
Çin Felsefesinin Genel Özellikleri
Çin
klâsik döneminin iki temel felsefe ekolü, Taocu ve Konfüçyüsçü
okullardır. L. Tse’nin soyutluk düzeyi son derece yüksek
düşüncelerinin Çin toplumunca büyük bir ölçekte kavranıp,
anlaşılabildiğini söylemek güçtür. Tse’nin öğretisi ancak
elit ve seçkin bir toplum kesimini etkileyebilmiştir. Aslında o,
“Tao ve erdemin yoluna
çok az kişi girer (ve çağrılır)!” demek
suretiyle, bu durumu, önceden haber vermişti. Ona göre “Tao
adını duyunca, yaradılış gereği Yüce Bilgi’ye eğilimi olan
kişi, O yola girmeye can atacaktır. Aşağı düzeyli hayata ve
bilgiye eğilimli kimseler ise alay edip, O’nu hor göreceklerdir.”
Konfüçyüs’ün
L. Tse’ninkine kıyasla daha kolay anlaşılabilen, yerleşik eski
geleneklere uygun, Çin toplumunun genel karakterine yatkın ve
pratik tatbikata elverişli öğretisi, çok daha kısa sürede, çok
daha fazla sayıda kişice benimsenmişti. Tao öğretisinin soyut ve
kompleks kavramları, sonradan gelen yorumcular tarafından tekrar
tekrar ele alınıp, işlenerek; halkın daha kolay anlayabileceği
bir hale getirilmeye kalkışılınca, çarpıtılmışlar ve
yozlaştırılmışlardır. Ve nihayet birtakım “büyü, ruh
çağırma, fal ve simya” formülleri haline dönüştürüldükten
sonra, geniş halk kitlelerince kabul görülebilmişlerdir.
Orijinal
eski Çin geleneksel düşünce sisteminin temel unsurlarından
birisi, uyum veya ahenk kavramıdır. Hemen tüm klâsik kaynaklarda
mevcut felsefi yaklaşımın esasını; düzen, ölçü, denge, altın
oran, veya uyum gibi kavramlardan biri teşkil eder. Bu klâsik
eserlerin hemen tamamında; uyumun veya ahengin “temel kaynağı”
olarak yin ve yang ilişkisine dair prensiplere yer verilir. Sonuçta,
“insanın, kâinat ve toplum ile uyum içinde” bulunması
gerektiği teması, geleneksel Çin felsefesinin en başta gelen
özelliğini oluşturur. Buna göre insan organizması bir
“mikrokozmos”tur. Bu organizmanın kısımları, yin-yang
nitelikleri aracılığıyla tayin edilmiş olduğundan, insanın
makrokozmik düzendeki yeri de kesin olarak belirlenmiş durumdadır.
Yin ve yang adlı bu iki arketipik kutup arasında salınan fiziksel,
biyolojik, psikolojik ve sosyal evrenler, her an dinamik bir
ultra-denge konumu içinde bulunurlar. Çinli bilge, nedensel
ilişkilerden çok, olguların eş zamanlılığı üzerinde
durmuştur.
Eski Çin felsefesinde “gök-yer-insan”
ilişkisi büyük önem taşır. İmparatorluk döneminde yönetici,
göklerle doğrudan bir ilişki içinde görülmüştür. Gök, yer
ve insan arasındaki karşılıklı etkileşimler nedeniyle,
yöneticilerin daima semavi erdem prensipleri çerçevesinde
davranmaları mutlak bir zorunluluktur. Fazilet, soy ve zenginlikle
değil; yaşayış tarzının ve davranışların mükemmelliğiyle
ölçülmelidir. Yönetici de mensup olduğu soy nedeniyle değil,
yaşayış biçimiyle halkın en faziletlisi olmalıdır. Göksel
erdeme sahip olmayan yönetici, egemenliği kaybeder.
Yin-yang ilişkisine dair prensiplerin
Çinli bilgeye sağladığı bir diğer fayda da, “sadece bu, veya
yalnızca şu” şeklindeki dar görüşlülük ve aşırılıktan
kaçınmayı mümkün kılan bir perspektif genişliğidir. İnsana,
kâinata ve topluma bu açıdan bakıldığında, dışarıdan ilk
nazarda; karşıt, düzensiz ve amaçsız gibi görünen olguların,
aslında çok geniş ölçekli bir uyum ve düzenlilik programı
çerçevesinde gerçekleşmekte olduğu hususu kavranabilmektedir.
Eski Çin düşünce sistemlerinin
diğer bir ortak özelliği de, hiçbirinde “insan unsuru”nun
ihmal veya göz ardı edilmemiş olmasıdır. Taoizm ve
Konfüçyüsçülük, geleneksel Çin düşünce sistemini temsil
eden iki ana akımdır. Bunların ilkinde, ideal yaşama biçiminin
kâinatta gözlenebilen ahenk esas alınarak belirlenebileceği
hususuna ağırlık verilirken, ikincisinde de özellikle, insanın
sürekli olarak kendisini eğitip, kişiliğini geliştirmesi
hususunun önemi vurgulanmıştır.
Batılı
araştırmacıların bu iki yaklaşım arasında derin farklıklar
bulunduğu noktasında genelde birleşirken, Çinli düşünürler
daima onlardaki benzerliği ve birbirini tamamlama özelliğini
vurgulaya gelmişlerdir. Böylelikle insan, tek başına değil; hem
tabii hem de sosyal çevresi içinde dengeli ve holistik bir
yaklaşımla ele alınabilmiştir. Yine bu çerçevede; gereksiz
bilgiye veya sadece bilmiş olmak için öğrenme çabasına hemen
hiç önem verilmemiş, ancak kişiye “doğru
davranış ve tutum”
kazandıracak faydalı bilgi öğülmüş ve değerli sayılmıştır.
Eski Yunan Felsefesi
Avrupa Düşünce Tarihine Genel Bir Bakış
N. Platt “Çağlar Boyunca Dünyamız”
adlı kitabının birinci bölümüne, tarih biliminin önemine ve
metotlarına değinerek başlar. Sonra, uygarlığın Mezopotamya,
Mısır, Hindistan, Çin ve Güney Amerika’da doğup, gelişmesini
ele alır.
Platt,
bu bölümde ulaştığı sonuçları “Avrupa:
Uygarlık Yarışının Gecikmeli Katılımcısı” başlığıyla
şöyle özetler:
“Avrupa, uygarlığa yönelen ilk adımlarını oldukça geç
atmıştır. M.Ö. 4000 ila 5000 yılları arasındaki dönemde, orta
ve uzak doğudaki bir çok toplum ilerleme ve uygarlık yönünde
büyük ilerlemeler kaydetmiş iken, Avrupalı barbarlar sadece
taştan yapılmış baltalarla yetinmek durumunda idiler: Bu
baltalar, onların en gelişmiş araç ve gereçleri idi. Ancak, M.Ö.
6. yüzyıldan itibaren, Avrupa da gelişme ve ilerleme yarışına
dahil olabilmiştir. Böylece, Orta ve Uzak doğunun kökleri çok
daha eskilere uzanan uygarlık birikimi üzerinde medeni Avrupa’nın
temelleri atılmaya başlanmıştır. Bu zaman diliminde, klâsik
doğu uygarlıkları, karşılaşmış oldukları sorun ve
buhranların etkisiyle zayıf düşünce, Avrupa rakipsiz kalmıştır.
Doğu Akdeniz dolaylarından, medeniyet yarışı kulvarına dahil
olan Avrupa, doğu uygarlıklarının üstesinden gelemedikleri
büyük sorunlar nedeniyle yıkılmalarından sonra, yoluna bir süre
tek başına devam etmiştir. Doğu uygarlıklarını sarsan en büyük
etken, bu toplumlarda belirli bir süreçten sonra devletin tüm
yetki ve gücünü tekellerine geçiren diktatörler olmuştu.
Despotça yönetilen bir toplumdan; bilim, teknolojik, estetik ve
kültürel dinamizm unsurları süratle tasfiye olmakta ve uzaklaşıp
kaybolmaktadır.
M.Ö.
500’lerden itibaren “batı”, Asya’daki kısımlarından
itibaren, hızlı bir ilerleme ve gelişme hamlesi içine girmiş
oldu. Batı adına bu hamleyi, önce Yunanistan ve onu takiben Roma
gerçekleştirdi. Günümüzde, “klâsik”
terimi, bu eski Yunan ve Roma uygarlıklarının bir tür bileşimini
ifade eden bir kelime olarak hâlâ kullanılmaktadır.”41
Yunan Tarihi
Akalar
Ünlü “tarihi kavimler göçü”
sonucu Yunanistan’a gelip, yerleşen hakim topluluk, Akalar
(Akhaylar veya Homeros’un ifadesiyle Akhaios) olmuştur. Bazı
tarihçilere göre Akalar, orta Avrupa tunç kültürü çevrelerinden
güneye inen germenlerdir. Akaların, güney yönündeki bu
hareketleri esnasında, Ege adaları üzerinden Yunanistan’a göç
etmekte olan bazı Anadolu kavimleriyle karışmış ve kaynaşmış
olduklarına dair bulgular vardır.
Günümüze
ulaşan izler incelendiğinde, Yunanistan toprakları üzerinde Aka
kültürünün, M.Ö. 2000 yılından 1600 yılına kadar, çok silik
bir gelişim çizgisi izlediğini görülmektedir. Ancak Akaların
1600’lü yıllarda parlak “Girit
uygarlığı” ile
tanışmasından sonra, bu gelişim, büyük bir ivme kazanır. Bu
dönemden itibaren; Aka ülkesinde, büyük saraylar, sağlam kaleler
ve mükemmel anıtsal yapılarıyla, gelişmiş bir uygarlık ve
kültürün eserleri boy göstermeye başlar. Artık, Akalar da
Girit’tekilere benzer şehir devletleri kurmaktadırlar. Bu
devletleri yöneten krallar arasında genellikle iyi ilişkiler,
güçlü dostluk ve akrabalık bağları bulunmakta, bazı şehir
devletleri, daha büyük yönetim organizasyonlarının çatısı
altında birleşmektedirler. M.Ö. 16. yüzyıldan itibaren,
Yunanistan’ın geniş bir kısmında, aynı özelliklere sahip
standart bir uygarlık ve kültürün serpilip, gelişmeye başlamış
olması, bu şehir devletleri ve krallıklar arasında çok sıkı
bağlantıların kurulmuş olduğunu gösterir. Bu uygarlık ve
kültür üzerinde, Girit’in kuvvetli etkilerine işaret eden bir
çok bulgu mevcuttur.
Girit Uygarlığı
Tüm Ege bölgesini etkisi altına alan
bu eski uygarlığın kökleri, Girit adasına uzanmaktadır. Bu
adada yapılan araştırmalarda, her geçen yıl, çok canlı ve
hareketli bir kültürel hayatın yeni unsurları gün yüzüne
çıkarılmaktadır.
Eski Yunanistan’ın bu döneminde
yaşamış olan tarihçiler ve halk ozanları Girit adasında hüküm
sürmüş olan kral Minos’un ününü, zenginliğini, güçlü
donanmasıyla Ege denizinde kurduğu hakimiyeti ve Yunan şehirlerini
haraca bağlayışını konu alan pek çok rivayet nakletmişlerdir.
Birçok Yunan mitosunda Minos’un başkenti Knossos’dan, buradaki
“labirintos” adlı yapıdan ve orada yaşayan Minotavros
ejderinden ve adil bir yargıç olarak yer altı dünyasında
saltanat süren Zevsoğlu Radamantis’ten hayranlık, korku, saygı
ve övgü ile söz edilir.
Girit’in klâsik Yunan uygarlığı
dönemindeki durumuyla hiç de orantılı olmayan bu mitos çokluğu
ve çeşitliliği, bunlarda yer alan Yunanlı olmayan kahramanlar ve
rivayetlerin ilginç nitelikleri; orijinal, parlak ve farklı bir
eski uygarlığa işaret etmektedir.
Homeros destanlarında kendisinden
“Büyük şehir” olarak sözü edilen Girit’in Knossos şehri
başta olmak üzere; adanın kuzey kıyısındaki Mallia, güneydeki
Mesara ovasında yer alan Faytos ve doğudaki Zakro şehirlerinde
bulunan saraylar, yüksek ve orijinal bir kültüre ait nitelikler
taşımaktadır.
Kuzey,
batı ve güney yönlerinde yer alan dikdörtgen salonlar şeklindeki
giriş mekanları ve bunlara bitişik, payeli salonlara açılan uzun
koridorlar vasıtasıyla içine girilen Knossos sarayı, yaklaşık
20 000 m2’lik
bir alana inşâ edilmişti. Özel tören salonları, oturma
daireleri, atölyeleri, yiyecek ve içecek depoları, banyoları,
tuvaletleri, temiz ve atık su kanalları başta olmak üzere, her
türlü ihtiyacı karşılayabilecek mekanlardan ve unsurlardan
oluşan sarayın bazı kısımları dört, diğer bazı kısımları
ise üç veya iki katlı olarak yapılmıştı. Daha geniş
mekanlara, genellikle üst katlarda yer verilmiş olup, bunlar, büyük
kapılar ve geniş pencerelerle balkonlara veya taraçalara açılacak
şekilde tasarlanmışlardı.
Girit
sarayları; kaldırımlı sokaklarla birbirinden ayrılmış çok
katlı evlerden oluşan, kanalizasyon ve benzeri alt yapı
unsurlarına sahip, bakımlı ve güzel şehirlerin orta kısmında
yer almaktaydı. Merkezi saray çevresinde, asillerin daha küçük
ebatlı sarayları veya konakları bulunmaktaydı. Bunların
etrafında da tüccarların, gemicilerin, zanaatkarların ve
işçilerin oturdukları mahalleler inşâ edilmiş durumdaydı.
Girit’te
özellikle seramik, fresk-resim ve heykeltıraşlık başta olmak
üzere, çeşitli sanat dallarında oldukça ileri düzeylere
ulaşılmıştı. Meselâ, “Kameres vazoları” adı verilen
serideki porselen ve seramik eserlerin üzerinde bulunan parlak
kahverengi zemin üzerine çizilmiş çeşitli renklerdeki geometrik
desenler, stilize bitki ve hayvan figürleri, günümüz
sanatçılarına ilham kaynağı olacak mükemmelliktedir. Bu
vazoların bazıları yumurta kabuğu kadar ince yapılmıştır.
Amnisos’ta bulunan freskler o kadar etkileyicidir ki sanki, içinden
taptaze zambaklar ve safranlar fışkırır gibi görünür. Çeşitli
Girit fresklerinde mercanlar, istiridyeler, balıklar ve dalgalarıyla
deniz, bir akvaryum güzelliğiyle resmedilmiştir.
Girit’in ticaret hayatı da oldukça
zengin ve hareketliydi. Adada, standart bazı uzunluk ve ağırlık
birimleri kullanılmakta; alışverişler, belirli büyüklükteki
altın ve gümüş kütlelerle yapılmaktaydı.
Şimdi, bu noktada, konumuz açısından
son derece önemli olan şu soru karşımıza çıkmaktadır: Acaba,
Girit uygarlığı tamamen kendi iç dinamikleriyle mi doğup,
gelişmişti; yoksa, bir başka uygarlığın etkisiyle mi? Bu
sorunun cevabı, Akdeniz’in doğu kıyısında bulunabilir. Bunun
için, Fenike ülkesine şöyle bir göz atmamız gerekecektir.
Fenike
Uygarlığı
Fenike, günümüzde Lübnan ile Suriye
ve İsrail’in sınırları içinde bulunan toprakların bir
bölümünü kapsayan tarihi bir bölgedir. Kolonileri dışında
başlıca kentleri Gebal (el-Cubeyl), Sidon (Sayda), Tsor (Sur) ve
Beerot (Beyrut)’tur.
M.Ö. 400’lü yıllarda bu bölgede yaşayan halk, çeşitli etnik gruplardan oluşuyordu. Mısır firavunlarının kayıtlarında, bölge halkından “Ammurrular veya Amular” olarak söz edilir. Yunan kaynaklarında, Fenikeliler adına, ilk defa Homeros’un yazılarında rastlanır. Oysa Fenikeliler kendileri için, sonradan verilen bu ismi değil “Kenanlılar” adını kullanmışlardı. İbranice’de “Kenaani”, tüccar manâsına gelmektedir.
Gebal’de yapılan kazılarda,
Fenikelilerin, 4. sülale zamanından itibaren Mısır ile ticari,
kültürel ve dini ilişkiler kurduklarını gösteren bulgulara
rastlanmıştır. Kısa bir süre sonra Mısırlılar, Fenike’nin
büyük bir bölümünü egemenlikleri altına almışlardır.
Fenikeliler, deniz ticaretindeki
maharetleri kadar, başarılı kolonicilikleriyle de ün
kazanmışlardı. Ioppe (Yafa), Dor, Akko (Akka) ve Ugarit gibi bir
dizi yerleşim merkezi yoluyla etkileri önce Ege’ye, oradan Batı
Akdeniz kıyılarına ve Kuzey Afrika’ya kadar uzandı.
Girit-Fenike ilişkileri de bu çerçevede binlerce yıl, son derece
yoğun bir şekilde devam etmiştir.
Fenikelilerin zengin, parlak ve
mükemmel sanat, kültür ve uygarlık hayatından günümüze
ulaşan eserlerinde; Mısır, Mezopotamya, Ege ve Akdeniz
unsurlarının ilginç bir karışımı gözlenir.
Prof. M. Ş. Günaltay, “Yakın
Doğu” adlı kitabının üçüncü cildinde “...Fakat, sık sık
yabancı kavimlerin istilâlarına uğrayan Fenike siteleri,
insafsızca yakılıp, yakıldıklarından, saraylar ile sivil
mimariden geriye pek az iz kalmıştır.” der. Fenike uygarlığına
ait eserlerden, ancak derin toprak tabakalarıyla örtülü olanlar
günümüze ulaşabilmiştir.
Bu
tip bulgular arasında oymacılık, heykel, seramik, madencilik,
kuyumculuk ve cam işlemeciliğiyle ilgili harikulade örnekler
mevcuttur. Bu eserlerden ilk dönemlere ait olanlarda Mısır, Babil,
Asur ve Hatti etkileri çok daha hakim ve belirgindir.
Fenikelilerin maden işleme konusunda
özel bir maharete sahip oldukları anlaşılmakta- dır.
Kafer-Carra’da bulunan silahlar, buna güzel bir örnek teşkil
eder. Kartaca başta olmak üzere birçok kolonide ortaya çıkarılan
çeşitli madeni araç, gereç ve eşyalar, Fenikelilerin maden
işlemeciliğinde son derece ileri bir düzeye ulaşmış olduğunu
göstermektedir.
Ticarete çok önem veren Fenikeliler,
kıymetli taş ve madenlerden mücevherler ve süs eşyası yapımında
da usta idiler. Akdeniz ve Ege ülkelerine sattıkları mücevherat
arasında özellikle gerdanlıklar, küpeler, yüzükler, bilezikler,
broşlar, madalyon ve altın düğmeler, rakipsiz kalitedeydi.
Fenikeli ustaların bu alanda verdiği
ilk örneklerin, büyük ölçüde Mısır’da yapılmış olan
ziynet eşyalarının taklidi yoluyla üretildiği anlaşılmaktadır.
Mezar kazılarında bulunan bazı mücevherlerin, üzerlerindeki
hiyerogliflerin acemice kazınmış olması dışında Mısır yapımı
orijinallerine oldukça benzemesi, bunun delillerinden biridir. Fakat
daha ileri dönemlere ait mücevherlerde; giderek artan incelik ve
ustalık ile Fenike üslûbunun ağırlığı ve hakimiyeti, kolayca
gözlenebilmektedir. Bunlar arasında, ince altın tellerden örülmüş
gerdanlıklar, günümüz kuyumcularının vitrinlerini süsleyenler
kadar alımlı ve zarifti.
Fenikeli
tüccarların diğer gözde ürünleri ise göz kamaştırıcı renk
ve desenlerle süslü kumaşlar ile değerli cam eşyalardı.
Mısır’da, birinci Teb İmparatorluğu devrinden beri cam imal
edilmekteydi. Ancak, sadece koyu renkli camlar yapabilen
Mısırlılardan işin temel tekniğini alan Fenikeliler, kısa
zamanda şeffaf cam yapımını ve bu camdan da üfleme yoluyla vazo,
sürahi, bardak ve benzeri eşyalar imal etmeyi keşfettiler.
Sidonlular, cam hamurundan ürettikleri eşyalar üzerinde yine
camdan kabartma, sap, boyunluk ve altlık gibi kısımlar eklemekte,
özellikle bazı sanatkârlar, imal ettikleri sanat değeri yüksek
cam eserlerinin üzerine imzalarını da atmakta idiler. Böyle bir
cam kase üzerine “Bunu Jason yaptı, satın alan onu hatırlasın!”
cümlesi yer almaktadır.
Fenikeli sanatçılar fildişi
işlemeciliğinde de ileri düzeylere ulaşmışlardı. Onlardan
geriye kalan ve içinde güzel kokulu sıvılar ve esanslarla dolu
küçük şişeler bulunan fildişi çekmecelerin yalnız dış
yüzleri değil, iç yüzleri de nefis çiçekler, geometrik desenler
ve insan figürleriyle süslenmişti.
Fenikeliler, günümüz uygarlığına
bir çok alanda, büyük katkılarda bulunmuşlardır. Bunların en
önemlisi, “yazı”dır. Eski Yunan tarihçilerinden itibaren,
Fenike alfabesinin, batı alfabelerinin temelini teşkil ettiği
görüşü, farklı milletlere mensup bir çok tarihçi tarafından
tekrarlana gelmiştir. Meselâ Herodotos, fonetik alfabeyi
Yunanistan’a Fenikeli Kadmos’un getirdiğini söyler.
Fenike alfabesinin kaynağı hakkında
farklı görüşler vardır. Bunlar arasında en doğru görüneni,
Fenike harflerinin Eski Mısır hiyerogliflerinden alındığı
tezidir. Eski Mısır yazı dilinin üç farklı türü
bilinmektedir. Bunlardan biri, büyük anıtlarda kullanılan ve
nesnelerin, kendi tabii şekillerine benzer semboller aracılığıyla
temsil edildiği hiyeroglif yazıdır. İkincisi, bu hiyeroglif
şekillerinin sadeleştirilmiş formu olan “hiyeratik”
simgelerden oluşur. Üçüncüsü ise hiyeratik sembollerinin daha
da soyutlaşmış biçimi olan “demotik” harfler içerir.
Tarihçilerin çoğu, Fenike
alfabesinin harflerinin demotik alfabeden uyarlanarak alındığı
görüşündedir. Kendi dillerine has sesleri ifade için
Fenikeliler, bunlara bazı harfler eklemişlerdir.
Fenikelilerin
“Alef, bet, gimmel, dalet, ...vb” gibi harfleri üzerinde bazı
ufak fonetik değişiklikler yapmak suretiyle Yunanlılar da “Alfa,
beta, gamma, delta, ... vb” şeklindeki harflerle kendi
alfabelerini oluşturmuşlardır. Bu alfabe, Yunanlılar aracılığıyla
tüm batı toplumlarına yayılmıştır. Yani, batı dil
alfabelerinin prototipini keşfetme şerefi, Fenikelilere aittir.
Eski Yunan Kültür Merkezleri
İyonya, yani Ege’nin Anadolu
kıyıları ile Atina’nın, felsefe tarihi açısından ayrı birer
yeri ve önemi vardır. Atina ile sürekli yakın ilişkiler içinde
olan Sparta’dan da bu bağlamda söz edilmesi yararlı olacaktır.
Yunanistan Akaları, daha M.Ö. 12.
yüzyıldan itibaren İyonya’ya göç edip, yerleşmeye
başlamışlardı. Dorlar’ın Yunanistan’ı istilâsından sonra
ise, Akalar çok daha geniş kitleler halinde bu göçü
tekrarladılar. Ve onları izleyen Dorlar da Anadolu’nun Ege
kıyılarına ulaştılar.
M.Ö. 11. yüzyıl dolaylarında
Dorlar’ın Yunanistan’ı istilâsıyla başlayan ve “Yunan
Ortaçağı” olarak adlandırılan dönem, yaklaşık 3 asır kadar
sürmüştür. Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarına da konu
olan bu devrede, Yunanistan’da yerleşik toplulukların çoğu,
sonradan İyonya olarak adlandırılan Ege adalarına ve Batı
Anadolu kıyılarına sığınmışlardı.
Dor istilâsının getirdiği önemli
sonuçlardan biri, çözülen kabile yapısından kopan küçük
toplulukların “polis” adı verilen bağımsız kent
devletlerinin çekirdeklerini oluşturmasıdır. İlk kurulduklarında
birbiriyle ilişkileri çok az ve sınırlı olan bu devletler
arasında, ancak M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren kara ve deniz
ulaşımının gelişmesiyle ticari ve kültürel münasebetler
başlamıştır.
Dor kabileleri, Yunanistan’a
girdikten sonra yavaş yavaş göçebelik dönemlerine ait
geleneklerini bırakmaya ve yerleşik düzene geçişlerini
sağlayacak uygulamalara başlarlar. Bu süreçte ilkin, işgal
ettikleri toprakları bütün bir kabilenin ortak malı gibi
gördüler. Sonra verimli tarlaları, belirli bir süre ekip-biçmek
üzere aralarında kura çekmek suretiyle mümkün olduğunca eşit
bir şekilde taksim etmeye başladılar. Bu uygulamanın lisanda
bıraktığı ize, sonraki dönemlerde Yunanistan’da, şahısların
kendi malı olan ve miras yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılan
topraklara verilen “kleros” (kura çekme) teriminde
rastlanmaktadır. Buna karşılık Dorlar, Krala ve Tanrı’ya
ayırdıkları toprakları ise farklı bir isimle (temenos)
adlandırmışlardı.
Ancak, kişisel mülkiyet anlayışının
ilkel bir şekilde uygulanışı, hukuk alanındaki kurumları ve
kültürel birikimi henüz yeterli düzeye ulaşmamış olan böyle
bir toplumda, hoş olmayan sonuçlar doğurmuştu: Dorlar, işgal
ettikleri toprakların eski sahiplerini, her türlü haktan yoksun
köle toplulukları olarak gördüler. Özellikle Sparta’da hakim
ve yaygın olan bu tavır sonucu, helot adı verilen eski Aka
köylüleri, Yunan toplumunun “köleler sınıfının” esasını
oluşturdular. Mal ve mülk miktarını çeşitli gerekçeler ve
uygulamalarla aşırı derecede arttırmış olan kesim ise
“Aristokrat sınıfını” teşkil ettiler. Eski Yunan toplumunun
üçüncü sınıfı ise aristokratların himaye ve insafına
sığınmış olan, arazilerini ve mallarını çeşitli nedenlerle
yitirmiş Dor kökenli yurttaşlardı.
Dor polislerinden, Yunan yarımadasında
ve çevresindeki adalarda kurulmuş olanlar ile İyonya’da
kurulanlar mukayese edildiğinde, Batı Anadolu’daki kent
devletlerinin çok daha gelişmiş, düzenli ve güçlü oldukları
görülür. İyonya’daki bu şehir devletleri, çevrelerindeki
diğer polislerle oldukça ileri düzeylerde ilişkiler içinde
bulunmaktaydılar. Yunan yarımadasındaki kent devletleri ise hem
çok daha sonraları kurulabilmiş, hem de uzun süre, içlerine
kapalı küçük kabile yerleşimlerinden ibaret kalmışlardı.
Zaten polis (veya ptolis) kelimesiyle
ilgili etimolojik araştırmalar, bu kelimenin gerçekte Yunanca
olmayıp, Anadolu kökenli olduğuna işaret etmektedir. Dor
istilâsından çok daha önceleri Anadolu kıyılarına yerleşmiş
olan Akalar, buralarda Hitit ve diğer Anadolu uygarlıklarına ait
gelişmiş, düzenli ve zengin şehirleri görme ve onlarda ortak
olan kimi uygulamaları aynen alıp, benimseme ve geliştirme imkânı
bulabilmişlerdi. Akalar, bu şehirlerden ele geçirebildiklerinin
çevresindeki toprakları da kısmen işgal ederek, bir tür
kolonizasyon faaliyeti çerçevesinde, “polis” adını
verdikleri, belirli ve sınırlı bir bölgeyi kapsayan askeri,
ticari ve kültürel merkezler kurmuşlardı.
Daha sonra Yunan yarımadasında da
görülmeye başlanan polisler ise, ancak, yüksek sıradağlar veya
denizle birbirinden ayrılmış küçük düzlüklerde, çok daha
ilkel ve dağınık Dor kafilelerince kurulan ve dıştan gelebilecek
tehlikelere kapalı ve güvenli mekanlar oluşturma amacına yönelik
yerleşim birimleriydi. Zamanla gelişen ve çevreleri surlarla
çevrilen bu küçük şehirler; genelde merkezde yer alan
tapınaklar, resmi daireler ve agora denilen pazar yerlerini
çevreleyen evlerden oluşmaktaydı.
Yunan yarımadasındaki şehir
devletçikleri arasındaki çekişme, mücadele ve savaşlar olağan
sayılmaktaydı. Her şehre ait silahlı birlikler, zaman zaman
çevrelerindeki komşularına baskınlar düzenlemekte, oralarda ele
geçirdikleri ziynet eşyası, mal ve hayvanlar ile, benzer şekilde
bir tür ganimet olarak gördükleri insanları, kendi polislerine
getirmekteydi. Savaş ve çatışmanın normal, barış dönemlerinin
ise olağanüstü durumlar olarak görüldüğü şehir devletleri,
sadece dini amaçlarla işbirliği yapmakta idiler.
Kutsal bir mekanı, meselâ bir
tapınağı; yabancı saldırı ve istilâsından korumak üzere,
aynı dini görüşleri paylaşan bazı şehir devletleri bir araya
gelerek “amfiktiyoni” adı verilen dini konfederasyonlar
kurmaktaydılar. Ayni amfiktiyoninin çatısı altına giren şehirler
ve kabileler, dış tehdit halinde, aralarındaki diğer problemleri
geçici bir süre görmezden gelerek, elbirliğiyle kutsal
mekanlarını savunmaktaydılar. Apollon’un doğum yeri olduğuna
inanılan Delos adası, 6 Dor şehrinin Dadya yarımadasında Apollon
tapınağı çevresinde kurdukları birlik tarafından; ilkin sadece
Kikladları kapsayan, sonra, tüm İyon dünyasını içine alan bir
amfiktiyoninin merkezi sayılmıştır. Onhestos tanrısı Poseidon’a
ait tapınağın çevresinde kurulan Boiotya amfiktiyonisi ile
Termopilia’daki Demeter tapınağını merkez alan ve Teselya ile
orta Yunanistan’daki bir çok şehir devletini kapsayan
konfederasyon da önde gelen amfiktiyonilerdendi.
Yunan şehirlerinin siyasi ve kültürel
faaliyetlerini yönlendirilen hakim çevreler genelde aristokrat
sınıfı mensuplarıydı. Aristokrat sınıfına en yaygın şekilde
İyonya, Argolis, Attika, Boiotya ve Euboia’da rastlanmaktaydı.
Ancak göçebelik dönemi adetlerini uzun süre muhafaza eden
Sparta’nın kendine has sosyal ve idari düzeni, bu sınıfın
gelişimine imkân vermemişti.
Sparta’da, işgal ettikleri
topraklardan kaçamayan halkı tamamen köleleştiren Dorlar,
İyonya’da daha yumuşak davranmak zorunda kalmış ve bu
insanların bir kısmına bazı siyasi haklar tanımışlardı.
Bu uygulama önemli kültürel ve
entelektüel sonuçlar doğurdu. Böylelikle İyonların arasına
bazı Anadolu ve Ortadoğu topluluklarının düşünce, inanç ve
uygulamalarının nüfuz edebilmesi mümkün olabildi. Meselâ,
sonraki dönemlerde Yunanlılar arasında çok popüler bir konum
kazanan Efesos’taki Artemis kültü, bu etkileşime ilginç bir
örnektir.
Bu dönemde, komşu topraklarda büyük
bir devletin bulunmayışı ve Orta Anadolu’daki Frigya ve Lidya
krallıklarının, başlangıçta Ege kıyılarına yönelik
emperyalist siyasetler ve baskılar uygulamamaları nedeniyle; İyonya
şehirlerinin huzur içinde yaşayan halkı, hızlı bir kalkınma
ve gelişme hamlesi gerçekleştirme fırsatı bulabilmişlerdi.
Herodotos, bu şekilde süratle
ilerleme imkânı bulabilen 12 İyon şehrinden söz eder. Bu
şehirler, “Panionion” adındaki dini ve siyasi nitelikli
konfederasyonun çatısı altında; oldukça yoğun ticari, kültürel
ve siyasi ilişkiler gerçekleştirmekteydiler. Bu işbirliği
sayesinde İyonya M.Ö. 5. yüzyıla dek Ege bölgesinin, bir kültür
ve ticaret merkezi olma özelliğini koruyabilmişti .
Homeros destanlarında İyonyalı
seçkinlerin yaşayış biçimlerine dair ayrıntılı tasvirlere yer
verilmiştir. Buna göre her aristokrat aile, kendisine ata olarak
bir kahraman veya tanrı belirlemişti. Şehir devletlerinin kralı
da bu ailelerden birine mensuptu. Aristokratların servetleri,
kısmen, kiraya verdikleri veya kölelere işlettikleri geniş
topraklı çiftliklerden ve geniş hayvan sürülerinden
kaynaklanmaktaydı. Ama, konfederasyona komşu topraklara
düzenledikleri saldırılar esnasında çaldıkları eşyalar,
hayvanlar ve köle olarak sattıkları esirler de servetlerinde
önemli bir paya sahipti. Çiftliklerde, tahkimli şatolarda veya
“Odisseia’da söz edilen Faiaklar kralı Alkinoos’un
çerçevesindeki 12 asil” gibi, saraylarda yaşayan aristokratlar,
bir sefer veya savaş durumunda harp arabaları ve çoğu atlı olan
kalabalık maiyetleriyle birlikte krala eşlik etmekte veya bazen
kendi hesaplarına korsan saldırıları düzenlemekteydiler. Sonuçta
İyonlar, gerek tarım ve hayvancılık, gerek savaşlar ve
baskınlarla elde ettikleri ganimetler yoluyla oldukça
zenginleşmişlerdi. Buna bir de zamanla iyice gelişen ticaret
yoluyla sağlanan gelir de eklenince, İyonya şehirlerinde son
derece müreffeh ve konforlu bir hayat standardı yaygınlaşmış
oldu.
Bu dönemde, İyonya’nın 12 büyük
şehri, Asya’nın içlerinden kara yoluyla getirilen malların,
denizyoluyla-özellikle doğu Akdeniz’in zengin ülkelerine-sevk
edildiği ticaret merkezleri halini aldı. Kervanlar ve gemiler
çeşitli ticari eşyaların yanı sıra, Doğu ülkelerine ait bir
çok buluşu, öğretiyi, görüşü ve tekniği de taşımakta ve
yaymaktaydı.
12 ünlü İyon kentinden en güneyde
olan Miletos, Ege’nin en gelişmiş ve zengin şehirlerinden
biriydi. İçinde çeşitli ırklardan, milletlerden ve dinlerden pek
çok insanın üstün bir hayat standardını paylaşarak çeşitli
alanlarda işbirliği yaptığı ve kaynaştığı bu şehir, batı
felsefesinin beşiği olmuştur.
Antik
Yunan Felsefesi’nin Doğuşu: İyon Felsefe Okulu
Felsefe
tarihçileri, batı felsefe geleneğini, genelde, İyonyalı
düşünürlerle başlatırlar. İyon şehirlerinin ekonomik, siyasi,
sosyal ve kültürel bakımlardan son derece uygun ortamı, ilk
sistemli batı felsefe okulunun beşiği olmuştur.
Miletoslu Thales (M.Ö. 624-546),
Anaksimenes (M.Ö. 585-528) ve Anaksimander (M.Ö. 610-542) ile
temsil edilen bu ekol, değişik adlarla anılır. Meselâ yer aldığı
yöre nedeniyle “Miletos veya İyonya Okulu” olarak
isimlendirilirken, mensupları da felsefenin kapsamına girebilecek
pek çok şeyi dışlayarak özellikle “kozmoloji” konusuyla
ilgilendiği için, “İyonyalı Fizikçiler” adıyla bilinir.
Öncüleri Thales olan
İyonya Okulu mensubu fizikçiler, aydınlatılması gereken temel
konu olarak, “tüm kâinatın kendisinden oluşturulduğunu
varsaydıkları temel unsur (arkhe)nin
belirlenip, tanımlanmasını” seçmişlerdi. Thales’in
yazılarından hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.
Anaksimander’den ise sadece “Peri Fuses” (Tabiat Üzerine) adlı
eserinin küçük bir kısmı bizlere intikal edebilmiştir.
Thales
Bizzat Thales’e ait olan hiçbir
yazılı metine sahip değiliz. Yaşadığı dönemden kalan
kaynaklarda da Thales adına rastlanmaz. Thales’in Batı
felsefesinin ilk temsilcisi olduğu görüşü, daha sonra yaşamış
olan Platon ve Aristoteles gibi filozofların eserlerinden
kaynaklanır. Bu iki düşünürden daha az tanınan başka yazarlar
da Thales’le ilgili birçok rivayetler aktarırlar. Bu tür
kitaplarda, Thales Eski Yunan’ın “Yedi Bilge”sinden biri
olarak gösterilir ve önemli bir kısmının yakıştırma olması
muhtemel pek çok olay ve ifade, ona atfedilir. Bunlara göre, “En
güç şey nedir?” sorusuna “Kendi kendimizi tanımak”; “En
kolay şey nedir?” sorusuna “Başkalarına öğüt vermek!” ve
“Tanrı nedir?” sorusuna da “Ezeli ve Ebedi olandır!”
cevabını veren Thales, kendisine “Nasıl ahlâkımı
düzeltebilirim?..” diyen birine de “Başkaları yaptığında
kınadığın şeyi yapmayarak!” karşılığını vermiştir.
Bir
başka rivayete göre, Thales bir gece, gökyüzündeki yıldızları
daha iyi görebileceği bir yer ararken, bir kuyuya düşer.
Kendisini bu durumda gören bir genç kız onunla alay etmek için
şunları söyler: “-(Büyük bilge) Gökte neler bulduğunu
anlamaya kalkıştı, ama meğer ayaklarının altında ne olduğundan
bile habersizmiş!” Platon, bu konuda onu şöyle savunur: “Birçok
büyük düşünür, önemli evrensel gerçeklere ulaşma çabası
içindeyken, yakın
çevresini ihmal etmek zorunda kalmıştır.”42
Gençlik döneminde, onu evlenmeye ikna
etmeye çalışan annesini “ – Daha bunun için vakit erken!”
diyerek avutan Thales, yaşı ilerlediğinde, ısrarlarını arttıran
annesini kırmamak için ona bu defa da: “-Artık ben evlenme
çağını geçirdim!” karşılığını vermeye başlar. Ömrünü
“gerçeği arama ve bulma yolunda” sarf ettiği söylenen
Thales’in, çabalarını özellikle, “kâinatın nasıl ve neden
yaratıldığı” sorusunun cevabını bulma yönünde
yoğunlaştırdığı anlaşılmaktadır.
Değişik kaynaklarda, Thales’in
birçok değişik özelliği anlatılır. Meselâ, Heredotos’a göre
O, İyon kentlerinin bir konfederasyonun çatısı altında
birleşmesi gerektiği görüşünü azimle savunan becerikli bir
devlet adamıdır. Kallimakhos’un aktardığı bir rivayete göre
ise Thales denizcilere, açık denizde yol bulmakta
kullanabilecekleri teknikleri öğreten bilge bir seyyahtır. Ayrıca
başarılı ve zengin bir tüccar da olduğu söylenen Thales,
ticaret amacıyla birçok uzak ülkeyi gezme imkânı bulmuş ve
Mısır’da bir süre de, ikamet etmişti. Orada, piramitlerin
yüksekliğini ölçtüğü ve gemilerin kıyıdan uzaklığını
hesaplama tekniği üzerinde çalıştığı da anlatılır.
Bir kısmının gerçekliği tartışmalı
olmakla birlikte, kesin olan husus, bu tür rivayetlerin onun
şöhretinin bir göstergesi olduğudur. Lidya kralı Alyattes ile
Med kıralı Kyaksares arasındaki savaşa son veren güneş
tutulmasını önceden tahmin etmesi ise, tarihçilerin genelde kabul
ettiği bir rivayettir.
Günümüz
bilim adamlarına göre, Thales’in; bir güneş tutulması olayının
tam yerini, tarihini ve niteliğini hatasız bir şekilde öngörmesini
sağlayacak tüm bilgilere sahip olması mümkün olmayacağından,
bunun, ancak yaklaşık bir tahmin olabileceği kabul edilebilir.
Heredotos da bu noktayı teyit eder bir şekilde, Thales’in, güneş
tutulmasının sadece “senesini” önceden bilebildiğini yazar.
Ne olursa olsun, çok önemli bir savaş sırasında, tam bir güneş
tutulması olayının gerçekleşmesi, Thales’e–abartılı da
olsa–astronomi alanında büyük bir şöhret kazandırır.
Thales’in
şu geometri ilke ve teoremlerini Yunan dünyasına ilk tanıtan kişi
olduğu da söylenir: 1-) Çap, çemberi iki eşit parçaya böler,
2-) Bir ikiz kenar üçgenin taban açıları birbirine eşittir, 3-)
İki doğrunun kesişme noktasındaki ters açılar, birbirine
eşittir, 4-) Köşesi çember üzerinde olan ve çapı gören açı,
dik açıdır, 5-) Tabanı ve buna komşu iki açısı verilen üçgeni
çizmek mümkündür. Thales’in, çemberi çapıyla ikiye bölmek
suretiyle geometride “formel inceleme yöntemi”ni bulduğu da
söylenir.
Thales’in
bu etkinliklerinden hangisinin ona Batı felsefe geleneğinin
başlatıcısı olma şerefini kazandırdığı sorusuna,
Aristoteles’in de yönlendirmesiyle verilen en yaygın cevap; diğer
iki ünlü Miletos’lu filozofun da ele aldıkları başlıca husus
olan “kâinatın temel
maddesinin ve orijininin
araştırılması”
şeklinde olmuştur.
W.
Weischedel, bu görüşü şöyle teyit eder: “Platon, Aristoteles
ve diğer birçok düşünürün Miletos’lu Thales’i ilk filozof
olarak nitelemelerinin nedeni şu olsa gerektir: O, tek tek sayısız
nesneyi değil, tüm varlıkların özünü ele almıştır; Dağları,
hayvanları, bitkileri, rüzgarı, yıldızları, insanı,
davranışlarını ve zihnini tek tek incelemek yerine; tümünü, en
genel özellikleri açısından değerlendirmeye çalışarak: “–Tüm
bu varlıkların özü nedir? Bunlar nereden gelmekte, nereden
kaynaklanmaktadır? Var oluşu ve varlığının devamını sağlayan
o tek, her şeyi kapsayan şey, ilk arkhe
nedir?” şeklindeki en temel sorulara cevap aramıştır. Thales
bu yaklaşımıyla, batıda felsefe geleneğini başlatan kişi
olmuştur.”
Thales’in bu temel sorulara verdiği
cevap, bize tuhaf görünebilir. Çünkü, rivayet edildiğine göre
o, her şeyin kökeninin su olduğunu öne sürmüştür. Su, maddi
bir varlık olduğu için bazı felsefe yorumcuları Thales’i,
varoluşu maddi temellerle açıklamak isteyen bir materyalist olarak
değerlendirirler. Gerçi bu hiçbir zaman düşünce tarihçilerinin
çoğunluğunun kanaati olmamıştır, ama, insanlık tarihi kadar
eski “teizm–ateizim” çekişmesi çerçevesinde, materyalizm
yönünde görüş bildiren bazı filozoflar olmuştur. Acaba
Thales’i bu bakımdan hangi guruba dahil etmek gerekir?
Thales’ten bize kalan ikinci ana
görüş olan “Her şey Tanrı(lar) ile doludur!”cümlesi, onun
durumunu açıkça gösterir. O, muhtemelen bu ifadeyle şunları
anlatmak istemiştir: ”Bizim karşımızda gördüğümüz
varlıklar, bu maddi evren, bazı ilahi güçlerin yansıma veya
tecelli ortamıdır. İnsan; kâinatın, sadece gözle görebilir
maddi nesnelerin toplamından ibaret olduğunu zannederse, yanılmış
olur. Şunu bilmeliyiz ki, nesneler, aslında içlerinde tanrısal
bir gücün egemen olduğu ve orijinleri manevi olan varlıklardır.”
Bu
noktada Aristoteles, Thales’in görüşlerini şöyle yorumlar:
“Thales’in bu sözlerinin esrarını çözmeye çalışırken
aklıma “Okeonos” geldi. İşte o zaman, yani bu en eski
mitolojik kültür açısından konuya bakınca gözümün önünde,
O ezeli ırmak canlandı. Anlaşılan, Thales, sudan bahsederken
maddi bir arkheyi
kast etmeyip tam aksine varlıklar için ilahi bir orijin tasavvur
eder. Buna, her şeyin Tanrılarla dolu oluşuna dair cümlesini
ekleyince ortaya şu tablo çıkar: Var olan her şey ilahi güçlerle
yönetilir. Tüm dünyada, aynı ve bir olan ilahi ilke egemendir ve
her şey, ilk varoluşunu da, varlığını sürdürebilmesini de ona
borçludur.”
Ç.
Dürüşken’in “Thales’in
Arkhesi üzerine Filolojik Bir İnceleme”43 adlı
araştırma yazısı, bu konuyla ilgili bazı enteresan hususlar
kapsar: “...İyonya
doğa filozoflarından ilki olan Miletos’lu Thales’in; varlığın
temel yapı unsurunun (arkhe) “su” olduğunu söylediği ileri
sürülmektedir. Thales, bu tezini, birçok nedene dayandırmış
olabilir. Ancak, bize doğrudan, Thales’e ait bir metin ulaşmadığı
için; bu konuda, kendisinden sonra yaşayan bazı düşünürlerin;
özellikle Platon, Aristoteles ve Theophrastos’un yorumlarıyla
yetinmek zorundayız. Yine bu nedenle, Thales’in su veya sıvı
manâsına gelen hangi Grekçe kelimeyi kullandığı hususu da
tartışmaya açıktır... Nitekim çeşitli düşünürler ve
yorumcular, Thales’in arkhe olarak benimsediği unsuru ifade için,
farklı Yunanca kelimeler kullanmışlardır. Bu tür metinlerin
genel bir taramasında, en sık rastlanan kelimeler şunlardır: 1-)
Hüdor: Her
çeşit su; kaynak suyu, nehir suyu, yağmur, yağmur suyu. Homeros
bu kelimeyi deniz suyu ve su saatinin suyu manâlarında da
kullanmıştır. 2-) Hügros:
Islaklık, yaş,
nemli, sulu, akıcı, nem, su, sıvı. 3-) Khulodes:
Özsu, usare,
canlıların sıvı kısımları.
Bu kelimeler dışında, Thales
yorumcularının metinlerinde rastlanmayan, ama su veya sulu, sıvı,
nem, nemli manâlarına gelen başka Grekçe kelimeler de vardır.
Meselâ, fırtınalı, sağanak yağmur anlamındaki Ombros kelimesi,
kimyasal bir bileşik olarak “su” manâsında da kullanılır.
Hüdatinos, sıfat olarak; sulu, nemli, ıslak, suya ait, bol sulu ve
isim olarak da nem, su, yağmur manâlarına gelir. Hüdrelos ise,
suyla ilgili veya sulu demektir.
Aristoteles, Theophrastos,
Hippolytos, Epiphanius ve Plutarkhos’un eserlerinde daha çok
“hüdor” kelimesi kullanılmış olmakla birlikte bunların bir
kısmında “hügros” kelimesine de yer verilmektedir. Bu konuyu
Latince’ye aktaran düşünürlerin bazıları hüdor kelimesini ve
Latince karşılığı olarak “aqua”yı tercih ederken, bazıları
da “hügros”u ve karşılığı olarak “umor”u seçmişlerdir.
Eski
Grek yazar ve düşünürlerinden günümüze ulaşan metinlerin
karşılaştırmalı yorumlarından anlaşıldığına göre,
Thales’in, arkhesini ifade amacıyla tercih ettiği “terim” her
ne ise, genelde su manâsında kullanıla gelen kelimelerden daha
derin ve farklı manâlar içermekteydi”.
Bu
noktada, Thales’in arkhesini,
Yunanca olmayan bir kelimeyle karşılamış olması da mümkün
görünmektedir. Ortaya çıkan bu durumun muhtemel nedenleri
arasında Miletos’lu filozofların benimsediği bazı öğretiler
de bulunabilir. Sahakian, “Felsefe Tarihi” adlı kitabında,
Thales’in, yıldızlar arası ortamın da bu türden bir “sıvı”
ile dolu olduğuna ve dünyanın bu “sıvımsı ortamda” adeta
yüzer gibi hareket ettiğine inandığını belirterek; Thales ve
diğer İyonyalı filozofların “hilozoizm”; yani maddenin ruh,
hayat ve his gibi özelliklere sahip olduğu görüşünü
benimsediklerine ve bu nedenle, varlık ve hayatı, birbirinden
ayrılmaz nitelikler olarak gördüklerine işaret eder. Bu çerçevede
Thales, Tanrı’nın, maddenin üç temel biçimde belirlenişine
aktif olarak iştirak ettiğini öne sürmüştür.44
Hilozoizm, Yunanca “hyle:madde” ve
“zoe:hayat” kelimelerinden türetilen ve felsefede, maddenin ya
bizzat veya “dünya” (kâinat) ruhu gibi bir ilkenin etkisi
altında, “canlı”lık niteliği taşıdığını kabul eden
görüşe verilen addır.
Düşünce
tarihi boyunca, tabiatı, maddenin canlılığı prensibinden
hareketle yorumlayan birçok öğretiye rastlanır. Hilozoizm;
animizm ve panpsişizimden birçok yönüyle ayrılır. Miletos okulu
ile başlayan hilozoizm, bazı değişikliklerle Orta Çağ ve
Rönesans dönemlerinde tekrar ortaya çıkmıştır.
Ç.
Dürüşken, bu hususlara şunları ekler: “...Stobeus, Thales’in,
evrendeki düzenin (aklın) Tanrı’dan geldiğini, her şeyin canlı
olduğunu (daimonlar ile dolu olduğunu) ileri sürmek suretiyle,
aslında ilk unsurun aktivitesinin Tanrısal bir güç kapsadığı
tezini savunduğunu belirtir. Cicero da Thales’in bu konudaki
düşüncesini benzer ifadelerle nakleder.”
Bu görüşleri anlamaya çalışırken,
Thales’in yaşadığı dönemde, kâinatın orijini hakkında
yaygın olan mitolojik arka plânı da göz önünde bulundurmak
yararlı olur. O dönemin kozmogonistlerine göre “su üzerinde
yüzen bir diske benzeyen dünya, dev bir kutu gibi tasavvur edilen
gökyüzünün altında yer alan bir tür kapaktır.” Grekler
arasında yaygın olan en eski yaratılış mitlerinden “Okeanos”a
göre ise dünya, Okeanos nehriyle çevrili bir adadır. Homeros’un
Okeanos’u her şeyin kaynağı ve ilk ilkesi olarak anlatan
ifadeleri, Thales’in görüşlerine oldukça büyük benzerlikler
taşır.
Eski
Yunan mitlerinde, Okeanos, karısı Tethys ile birlikte, her şeyin
orijini olarak görülür. Kendisine sınırsız bir yaratma gücü
atfedilen Okeanos, dünyanın en uç noktasına kadar bir nehir gibi
akmış ve arkasında bazı “girdaplar”
ile birtakım özel “daireler”
veya “halkalar
“bırakmıştır. Her şey gibi, tüm nehirlerin, denizlerin ve
diğer suların da Okeanos’un geniş ve güçlü akıntılarından
oluştuğuna inanan Yunanlılar, onu, dünyayı biçimlendirip,
sınırlayan ve dünya ile diğer varlık alemleri arasında iletişim
sağlayan bir “aracı” olarak da görmekteydiler.
Hesiodos,
Okeanos’u Şöyle anlatır: “... toprak
ana Gaia, Khaos’tan çıkar çıkmaz Uranos’la Pontos’u, yani
göğü ve suları yaratır. Sonra da Uranos’la-sarmaşıp
kucaklaşarak-derin
anaforlu Okeanos’u doğurur.45
Okeanos, diske
benzeyen yeryüzünü çepeçevre sarar. O, aslında
deniz veya okyanus değil; derin anaforlu, burgaçlı evrensel bir
ırmak gibidir.”
Ünlü
Fransız şâiri Lamartine, eski Yunan mitolojisinin geneline hakim
olan eğilimi şöyle ifade eder: ”—Yunanlı,
kıvrak cana yakın zekâsının ve geniş muhayyilesinin eseri olan
güzel hayallere ve onlardaki gerçeğimsi gölgelere tapar. İnsan
kalbinde ne kadar korku ve ne kadar tutku varsa, Yunanistan’ın
verimli ikliminde o kadar tanrı doğmuştur. Orada her sembol için
bir tanrı benimsenmiş, ruhun her iniltisine ve her çığlığına
birer ruh atfedilmiştir...”
Bu üretken muhayyile, doğunun gelenek ve dinlerinden de bazı
unsurlar alıp, özümseyerek, ortaya çok zengin bir mitolojik
literatür koymuştur.
Çeşitli ülkelerin mitolojilerinin
mukayesesi ve dinler tarihiyle ilgili araştırmalar sonucu,
Yunanlıların bu görüşlerinden önemli bir kısmının onlara,
eski Doğu kültürlerinden intikal ettiği anlaşılmıştır.
Thales’in sık sık Doğu ülkelerine özellikle Mısır’a
yaptığı gezilerde eski Mısır ve Mezopotamya kültürlerinde suya
büyük ilahi güçler atfedildiğini müşahede ettiği kesindir.
Eski Mısır din ve mitolojisinde baş figür Nil ve kutsal suları,
Mısır’a hayat bahşeden güç olarak görülür. Benzer şekilde,
eski Mezopotamya kültüründe de su- toprakla birlikte- “hayat
soluğu” kapsayan her şeyin yaratıcısı (Nig-zi-gal-dim-me)
olarak tanımlanır ve suya; aktif ve bilinçli bir düşünme ve
yaratıcılık gücü atfedilir.
Thales yorumcularının ondan
naklettikleri “....Her şey (tanrılarla) doludur ve her şey,
Tanrısal bir yaratıcı güç taşıyan sudan yaratılmıştır...”
şeklindeki ifadeye; eski Mezopotamya ve Mısır kültürüne ait
birçok metinde bazen aynen, bazen de ufak değişikliklerle
rastlamak mümkündür.
Thales’in
“her yeri doldurduklarını” öne sürdüğü “varlıklar”ı
ifadede kullandığı terim de, arkheik
sıvıyı belirtmekte kullandığı kelime kadar tartışmaya
açıktır. Bazı Thales yorumcuları bu kavramı “teos”
terimiyle karşılarken, bazıları da “nus Tu Kosmu” (evrensel
akıl) kelimelerini tercih etmişlerdir. Cicero ise bu terimi “mens”
(ruh, zihin, akıl) olarak tercüme etmiştir.46
Platon, Thales’in bu görüşünü adeta tüm felsefenin özü
olarak benimseyerek şöyle sorar: “Her
şeyin (ruhlar)la dolu olmadığını söyleyebilecek biri var mı?”
Thales,
dünyanın düzenliliğini ve akliliğini, nesnelerin yaratılışında
varolan ve onları, önceden kararlaştırılmış belirli bir sona
yönlendiren İlahi güce bağlar. Kâinatın tüm kesim ve
unsurlarının, nesnelerin genel düzeni çerçevesinde belirli bir
amaca hizmet ettiği ve tüm varlığın belirli bir kadere doğru
yönelmiş oldukları görüşü, yani teleolojik bakış açısı,
istisnalar dışında tüm Yunan düşünce geleneğine hakim olup,
özellikle de Aristoteles tarafından sistemli bir şekilde dile
getirmiştir.
Anaksimenes
ve Anaksimander
İyonya
Felsefe Okulu’nun diğer iki mensubu olan Anaksimenes ve
Anaksimander de “kozmik varoluş” konusunu felsefelerine esas
almışlardır.
Anaksimenes
arkhe
olarak “hava”yı seçti. Ancak bu “hava” kavramını; günlük
konuşma dilinden daha farklı, karmaşık ve kapsamlı bir manâda
“canlandırıcı soluk veya bir tür ruh” şeklinde tanımladı.
Thales’in evrenbilimle
ilgili görüşlerini benimseyen Anaksimander ise, tüm Miletos fizik
felsefesini çatısı altına toplayan bir sistem geliştirdi.
Anaksimander’e göre “Arkhe,
Aperion’dan (Sınırsız’dan veya Sonsuz’dan)
oluşmuştur. Sınırsız olan Tanrı, yarattığı sonlu maddi
varlıkların tersine, ‘sonsuz’ olmalıdır. Madde dolaysızca
algılanabilir, ama onu var eden ve en temel olgusallık olan Sonsuz,
yani Tanrı, doğrudan algılanamaz. Aperion, kâinatın tüm
öğelerini kapsar. Varlıkların Aperion’dan türeyişi “sıcak”
ve “soğuk” ikilisinin fonksiyonlarıyla gerçekleşir. Temel öz
olan Thales’in sıvısı, “soğuk ve sıcak”ın etkileşimiyle
oluşturulur ve üç birincil unsur (toprak, hava ve ateş) ondan
türer. Anaksimander, ruhların
maddi ve manevi alemler
arasındaki yolculuklarını açıklayan ve Hindu geleneklerine
benzerlikler taşıyan
bir teori de geliştirmiştir.”47
“İyon
Okulu” sonrası Yunan Felsefesi
Yunan
felsefesinin İyonya Okulu sonrası dönemdeki seyri, başlıca iki
ana çizgiye ayrılır. Bunların ilkini, kendilerine ana tema olarak
“varlık” ile “oluş” konularını seçen Elea
düşünce akımı
ve ikincisini ise ondan tamamen bağımsız bir konumda olan
matematiksel felsefe
teşkil eder.
“Varlık”
ve “varoluş” konularını temel inceleme alanı olarak seçen
Elea Felsefe Okulu’nun başlıca temsilcileri; kurucu Ksenophanes
ile onun görüşlerini, sanki birbirine tamamen karşıtmış gibi
görünen iki farklı yaklaşımla ele almış olan izleyicileri
Herakleitos ve Parmenides’tir.
Elea
Felsefe Okulu ve Ksenophanes
Eleacılığın kurucusu, Platon başta
olmak üzere birçok düşünüre göre Kolophon’lu
Ksenophanes’tir. Günümüzde Değirmendere olarak adlandırılan
yerde yaklaşık olarak M.Ö. 570 yılında doğduğu sanılan
Ksenophanes, M.Ö. 546 yılındaki Pers istilâsından sonra
İyonya’yı terk etmiştir.
Elea, İtalya’nın güneyinde yer
alan bir Yunan kolonisidir ve İyonya’nın Phokia, yani Foça
yöresinden gelen göçmenlerce kurulmuştur. Bu “İyonya”
bağlantısının, felsefe tarihi açısından özel bir önemi
vardır.
Störing,
Ksenophanes’i şöyle anlatır. “Ksenophanes,
Yunanistan’da bir dönem yaygınlaşan ‘mitolojik din’e ve akıl
dışı inançlara karşı, felsefenin ilk sarsıcı ve korkusuz
saldırısını başlatan kişidir. İnsani zaaflar ve kusurlarla
dolu çok sayıdaki Yunan tanrılarının, Tanrı olarak
nitelenmesinin bile uygun olmayacağını belirten Ksenophanes,
Homeros ve Hesiodos’un; hırsızlık, dolandırıcılık, eşini
aldatma gibi insanlar arasında bile çirkin ve ayıp sayılan
şeyleri tanrılara yakıştırmakla çok büyük hata yaptıklarını
söylemiştir. Ksenophanes, günümüze sadece küçük bir bölümü
kalmış olan bir yazısında insan biçimli (antropomorph) tanrı
anlayışını da şöyle tenkit etmiştir: “(Günümüzde) bazı
insanlar, tanrıların kendileri gibi doğurduğunu, insan biçiminde
olduğunu, bizler gibi giyinip kuşandığını, vb. sanıyorlar.
Öküzlerin, atların ve aslanların da elleri olsaydı ve
tanrılarının bu mantıkla resimlerini ve heykellerini yapmaya
kalksalardı, onlar da tanrılarını öküz, at veya aslan biçiminde
tasvir edeceklerdi. Nitekim zenciler tanrılarını kara derili ve
yassı burunlu, Trakyalılar ise mavi gözlü ve kızıl saçlı
sanırlar.
Ksenophanes’e göre şurası
kesindir: Birçok tanrı, hep bir arada varolamaz ve bir tanrının,
başka bir tanrıya buyrukta bulunması düşünülemez. En yüce ve
en iyi olanın yalnızca bir ve tek olması gerekir. Bu bir ve tek
olan Tanrı, her yerdedir. Onun ne düşünceleri, ne de yapısı,
yarattıklarına benzemez.
Yunan
filozofları içinde Ksenophanes’in tutarlı ve geçerli bir
mantıkla, gerçeğe aykırı her türlü hurafeye, Eski Yunan
mitolojisine ve bu arada reenkarnasyon inancına karşı savaş açan
ilk düşünür olduğu sanılmaktadır. Evrenin birliğini ve
bütünlüğünü göz önünde bulundurarak ortaya attığı,
‘sayısız türdeki görüntünün ardındaki değişmez, kalıcı,
öncesiz ve sonrasız Tek Varlık’ öğretisinin, tutarlı
olduğunun gösterilmesi ve ispatlanması işi, onu izleyen
filozoflarca gerçekleştirilmiştir.”48
Sahakian,
Ksenophanes’in felsefe tarihinin gelişimini nasıl etkilediğini
şöyle açıklar:
“Ksenophanes tam ve mükemmel olduğu için değişmesi söz konusu
olmayan ve (yarattıklarına benzer şekilde) hareket etmekten
münezzeh bir ve tek olan Tanrı’yı “evrendeki sınırsız
nitelik ve çeşitlilikteki fenomen ve gelişim süreçlerinden
sorumlu tüm güçlerin tek hakimi ve yöneticisi olarak”
tanımlamak suretiyle; temel metafiziksel sorulara karşılık
olarak, “bir cevaplar sistemi” formüle etti. Ksenophanes ayrıca
bu şekilde, tüm felsefenin temel ilgi alanını oluşturan iki
noktaya dikkatleri çekmiş oldu: “Varlık” ve “oluş”.
Ksenophanes’in bu iki temel hususa vurgusu, kendisinden sonra gelen
felsefeciler arasında yoğun bir tartışma ortamının doğmasına
yol açtı ve felsefenin gelişimi, karşıt görünüşlü iki
doğrultuya yönelmiş oldu: “Tam ve mükemmel olarak gelişmiş
olan varlık aleminin incelenmesi” veya “evrenin, sayısız ve
sınırsız gelişim ve değişim süreçlerinin bir toplamı olarak
değerlendirilmesi”. Bu görüşlerin lider temsilcilerinden olan
Eleatik filozof Parmenides (M.Ö. 540-470) nihai tözün “değişmez
ve ebedi Varlık” olduğu tezini savunurken, Efesli Herakleitos
(M.Ö. 544-484) ise evrenin tüm tözünün, “sürekli bir değişim
süreci”nden ibaret olduğunu ileri sürmüştür. Böylelikle bu
iki düşünür, günümüzden tam 2500 yıl önce, gelecekte tüm
felsefecilerinin ilgi odağını teşkil edecek temel konuları,
felsefe sahnesine koymuştur.”49
Herakleitos’un
bazı yazıları ve Aristoteles ile Platon tarafından aktarılan
Ksenophanes’e ait bazı görüşler ve ifadelerle, çeşitli
kaynaklarda yer alan Parmenides’e ait 19, Zenon’a ait 4 ve
Samoslu Melissos’a ait 10 parça; bu dönemin günümüze
ulaşabilen başlıca literatürünü teşkil eder. Bunların çoğu
10 satırdan az olup, orijinallikleri veya asıllarına uygunlukları
da kesin değildir. Bu yetersiz literatürün farklı
araştırmacılarca farklı şekillerde yapılmış olan yorumları
sonucu ortaya, dönemin düşünürleri hakkında bazıları
birbirleriyle çelişen farklı görüşler ve anlayışlar
çıkmıştır.
Herakleitos
Beşinci
yüzyıl tabiat felsefesinin şekillenmesinde önemli katkıları
olan filozoflardan biri de M.Ö. 544-484 yılları arasında yaşayan
Herakleitos’tur. Miletos gibi zengin bir İyon şehri olan ve
içinde, öteden beri dünyanın yedi harikasından biri sayıla
gelen bir İyon tapınağının bulunduğu Efes’te (Ephessos)
nüfuslu bir ailenin ferdi olarak doğan Herakleitos, kendisine
babasından intikal eden “dini liderlik” payesini kullanmamış,
ancak aristokrat bir hayat sürmüştür.
Herakleitos’un
da Miletos okulu filozofları gibi bir arkhe
arayışı içine girdiği görülmektedir. Çeşitli kaynaklarda
“ateş” olarak bahsi geçen bu arkhe
ile ilgili tasvir ve açıklamalarına bakıldığında
Herakleitos’un, bu terimi, günümüz fizikçilerinin “enerji”
kelimesine atfettiklerine çok yakın bir anlamda kullanmış olduğu
fark edilecektir. Herakleitos’un bu sınırsız gücü Tanrı ve
insan ruhu ile irtibatlandırdığı metinlerde ise terimin anlamı
daha genişlemekte ve bu kavram, metafizik ve manevi bir boyut da
kazanmaktadır.
Herakleitos düşüncelerini, o
çağlarda bu gibi konularla ilgili yazılara genelde konan bir
başlık olan “Doğa Üzerine” isimli eserinde sergilemiştir.
Vecize şeklindeki kısa ve özlü ifadelerden oluşan ve
anlaşılabilmesi için, her bir cümlesinin, üzerinde-bazen uzunca
bir süre- düşünülerek, dikkatle okunması gereken bu eserin bazı
kısımları günümüze ulaşabilmiştir.
Herakleitos,
kâinatta, bizzat değişim olgusunun kendisinden başka süreklilik
taşıyan bir şey bulunmadığını söyler. Ona göre, tüm varlık
alemi sürekli bir dönüşüm veya devamlı bir akış halindedir ve
bundan dolayı sabit ve değişmez bir töz anlayışı geçersizdir.
Bu görüşünü “her
şey akar (değişir), hiçbir şey sabit kalmaz”
şeklinde ifade eden Herakleitos’un bakış açısından, bir
insanın, aynı ırmakta iki yıkanması mümkün değildir. Çünkü,
ırmağa iki giriş süresi içinde, sular ve ırmak akarak değişmiş,
söz konusu kişi de biraz farklılaşmıştır. Şeklen bir
benzerlik olsa da özde, mahiyetler değişmiştir. Kâinatı
oluşturan varlıkların, sabit ve değişmeyen birimler olarak
değil, birer “oluş süreci” halinde ele alınmaları
gerektiğini, bu nedenle, varlıkların özdeşlik özelliğinden de
yoksun olduklarını iddia eden Herakleitos, dikkatleri; bu sonsuz
akış ve değişim süreçlerinin ardındaki mutlak Birlik ve
düzenliliğe, yani “Tek olandan menşeini alan çokluğa ve
çokluktaki birliğe” çeker.
“Her
şey (aslında) Bir’dir (Birden kaynaklanır)” diyen Herakleitos,
O mutlak Bir’in, sayısız değişim silsileleri içinde–her şeyi
değiştirip, bir halden diğerine sokarken–hiç değişmeden, hep
aynı kaldığını öne sürer. Ona göre, her şeye hükmeden ve
her şeyi değiştiren bu Sonsuz Güç, kendini gizlemeyi
sevmektedir. Duyularımızla algılaya geldiğimiz bu “düzensizlik
ve çokluk örtüsü”nün altındaki gizli düzenlilik ve bu
değişimler ve dönüşümler aleminin ötesindeki gizli
düzenleyici, Herakleitos’a göre evrenin “Logos”udur.
İnsan, aklı aracılığıyla, çevresinde gözlediği değişim
silsilelerinin ardındaki düzenliliğin temel ilkelerine ve bütün
bunları tesis eden “Kozmik Düzenleyici”ye ulaşabilir.
Kâinattaki tüm değişim ve dönüşüm
olgularını denetleyen ve yöneten “evrensel akıl”, çevremizde
gözlediğimiz bütün oluşum ve olayların belirli bazı kurallar
çerçevesinde gerçekleşmesini sağlamaktadır. Herakleitos’un
“logos” olarak adlandırdığı bu düzenleyici ilke; kaostan
kozmosu, hayattan ölümü, yokoluştan da varoluşu çıkarmaktadır.
Herakleitos’un “logos” terimini birkaç farklı anlamda
kullandığı görülmektedir. Bunlardan biri ile Herakleitos
günümüzün tabiat kanunu anlayışına oldukça yaklaşmaktadır.
O, bu evrensel düzenleme mekanizmasını, “karşıtların dönüşümü
ve birliği” kavramıyla açıklamaya çalışmıştır.
Diğer taraftan bazı ifadelerinde
Herakleitos, Logos’a, “özgürce ve sınırsızca; insan dahil,
evrendeki her şeye hakim olan şuur ve akıl” anlamını da yükler
ve insan ruhunun, ölümden sonra O’na döneceğini söyler. Bu
şekilde Herakleitos, o yıllarda Yunan toplumunda oldukça yaygın
olan çok tanrı inancından uzaklaşarak, varlığı tamamen
kuşatan ve karşıtlıkların tamamen üzerinde olan tek bir Tanrı
anlayışına yaklaşır.
Herakleitos’un felsefi sistemi
içinde, “karşıtların ilişkisi” kavramı özel bir önem
taşır. Ona göre, kâinatta gözlenen tüm değişim ve gelişim
olguları; bazı karşıt unsurların karşılıklı etkileşimleri
aracılığıyla gerçekleşir. Bu yaklaşımın geleneksel Çin
kültürüne ait yin-yang kavram sistemine olan benzerliği, çok
dikkat çekicidir. Herakleitos’a göre “evrensel logos”;
sıcağın soğukla, kuruluğun ıslaklıkla, sertliğin yumuşaklıkla
ve diğer zıtlıkların birbiriyle olan etkileşimlerini belirli bir
düzen ve koordinasyon içinde tutar ve zamanla onları, birbirine
dönüştürür: “Soğuk ısınır, sıcak soğur; kuru ıslanır,
ıslak kurur; sert yumuşar ve yumuşak sertleşir, vb.” Tüm bu
değişimler, tek bir evrensel plân ve program çerçevesinde
gerçekleştiği için, Herakleitos, sonuçta “Her şey Bir’dir”
hükmüne ulaşır.
Herakleitos değişim ve gelişim
olgusunu, kendi iç dünyasında da araştırmıştır. Bu hususu
“Ben, kendi kendimi de eni-konu araştırdım...” diyerek ifade
eder. Herakleitos, insanın davranışlarını belirleyen prensipler
ile ve ruhsal özelliklerini de, evrensel varoluşun derin
perspektifi içindeki yerine oturtmaya çalışır. Ve sonuçta
ulaştığı noktayı “Ruhun da bir logos’u vardır” diyerek
özetler. Ölümün ruhlar için hiç ummadıkları ve dünyada iken
hayal dahi edemeyecekleri yepyeni şeyler ve sürprizler sakladığını
öne süren Herakleitos, evrenin sayısız manevi varlıklarla dolu
olduğunu; insan ruhunun, “İlahi Akıl” ile olan ilişkisi
nedeniyle, mutlak gerçeğe ulaşma ve onu kavrama yeteneğine sahip
olduğunu söyler.
Aklı aracılığıyla; sürekli
duyularından bilincine yansıyan değişim silsilelerinin ardındaki
evrensel düzenleyiciye ve onun oluşturduğu düzenliliğin temel
ilkelerine, yani evrensel logos’a ulaşması, insanın ruhsal
sağlığı ve esenliği için de vazgeçilmez bir önem taşır.
Herakleitos insanlara, tüm davranışlarını evrensel logos’a
uygun bir şekilde düzenlemelerini öğütler: “Nasıl tabiat
evrensel yasalara boyun eğiyorsa insanlar da-hem kişisel hem
toplumsal platformlarda-evrensel (geçerlilikteki) yasalara uygun bir
şekilde yaşamalıdırlar.” Gerçek huzura ve mutluluğa ancak
böyle bir tutumla ulaşılabileceğini söyleyen Heraklietos şunları
ekler: “-Ne yazık ki kitleler, sık sık duyguları, zaafları ve
dış etkenler tarafından yanıltılıp, aldatılmaktadır. Ancak
bilge insan, logos’a uyarak, gerçek mutluluğa ve huzura
kavuşabilir.”
İnsanın bedeni içinde-dünyadaki
hayatı boyunca-bu tür tutsak olarak kalan ruhunun, ölüm vakti
gelince oradan göç edeceğini söyleyen Herakleitos, ruhun bundan
sonra, dünya hayatında sergilediği ahlâka uygun olan ve olmayan
davranışlarının değerlendirileceği bir yargı gününü
bekleyeceğini söyler.
Bir çok yorumcu, Herakleitos’un
görüşlerini, çağdaşı Parmenides ile mukayese ederken, bu iki
düşünürü birbirine taban tabana zıt ve muhalif iki farklı
felsefe sisteminin kurucusu olarak nitelerler. Oysa, “her şey
birdir” sonucuna ulaşan Herakleitos, Parmenides’in bir ve tek
olan “Gerçek Varlık” anlayışına çok yaklaşmış olur.
Başlangıçta, her ikisi de “bir ve bütün olan gerçeği”
aramak üzere yola çıkan bu iki düşünürden Parmenides, bir ve
tek Gerçek Varlık uğruna görünür maddi dünyayı ikinci plâna
iterken; Herakleitos da değişimi ve çokluğu, onun da önemle
altını çizdiği bu “Birlik” perspektifinden yorumlamaya
çalışmaktadır.
Hegel, kendisinden asırlar önce,
diyalektik bir düşünce sistemi kurduğunu ve görüşlerinin derin
anlamlar içerdiğini belirttiği Herakleitos’u, gerçek felsefenin
büyük kurucusu olarak nitelerken, Nietzsche’de “Herakleitos
asla eskimeyecektir” diyerek onu teyit eder.
Parmenides
Parmenides, dış görünüşü
Herakleitos’unkine karşıt olan bir metafiziksel yaklaşım ortaya
koydu. Herakleitos, nihai “olgusallığı” bir değişim süreci
olarak tanımlarken, Parmenides evreni tek ve sürekli bir “töz”
olarak yorumladı. Bu, aslında Parmenides’in Ksenophanes’ten
aldığı bir görüştü. Parmenides, bu fikri, mantıksal düşünce
çerçevesinde geliştirerek, rasyonel bir temel üzerinde
sistemleştirmeye çalıştı.
Aslında, Parmenides’in entelektüel
girişimlerinin tamamı, Ksenophanes’in “değişen görüntüler
arasındaki değişmez “Tek Varlık” anlayışını esas alan
metafiziksel bir sistem kurma gayreti olarak tanımlanabilir. Ancak
bunu yaparken, Parmenides’in hangi düşüncelerini Ksenophanes’den
aldığı, hangilerini ise özgün olarak kendisinin ortaya atmış
olduğu kesin olarak belli değildir. Sokrates öncesi dönemin tüm
filozoflarınınkine benzer şekilde Parmenides’e ait kaynaklar da
bölük pörçük ve eksik olup, tam ve kesin sonuçlar çıkarmaya
elverişli değildir.
Parmenides’in Mısır’a gidip orada
bir süre kalarak mantık, astronomi ve felsefe öğrendiği rivayet
edilir. Platon da, “Büyük Düşünür” diye nitelediği
Parmenides’in, Atina’da Sokrates ile tanışıp, görüşmüş
olduğunu nakleder. Platon, diyaloglarından birine Parmenides adını
vermiş ve bu diyalogda ihtiyar Parmenides’i; 40 yaşlarındaki
öğrencisi Zenon ve genç Sokrates ile konuşturarak, onlarla görüş
alış verişinde bulundurmuştur.
Parmenides’e göre, düşünme
işlemlerimizin tamamı, düşündüğümüz şeylere bağlı
olduğundan ve her düşünceye dış dünyada bir nesne tekabül
ettiğinden; düşünce, varlık ait ilişkili olgusal bir içerik
taşır. Nesnel bir göndergesi olmayan bir kavram, düşünülemez
veya düşünülemeyen bir şey, varolamaz.
Parmenides, zamanın yetersiz bilimsel
bilgi ve felsefi terminoloji dağarcığı nedeniyle ifadede oldukça
büyük zorluklar çekerek “yanıltıcı fenomenler” ile onların
arka plânında yer alan “mutlak gerçeklik” arasında bir ayrım
yapmaya çalışmıştır. Bu zorluk nedeniyle günümüz düşünce
tarihi yazarlarının Parmenides’in dikkat çektiği fenomenolojik
çokluk ve değişkenlik olgusunu aktarırken zaman zaman “güncel”
örnekler verme zorluğunu duyduklarını görmekteyiz. Meselâ,
Sahakian, “Felsefe Tarihi”de bu konuyu -sinema perdesinde belirli
bir hızla yansıtılan ardışık hareketsiz görüntülerin, insan
zihnince, sanki onlar hareketlilermiş gibi algılanışını-örnek
vererek açıklar.
W. Weischedel, döneminin İranlı
yöneticileri ve dolayısıyla İran kültürüyle ilişki kurmuş
olduğunu belirttiği Parmenides’in karmaşık metafizik sistemini
şöyle anlatır: “Acaba felsefi realite nedir? Parmenides onun,
hemen tamamı yanıltıcı dış görüntülere dayalı olan sıradan
insanların zihinlerindeki kâinat telakkisinden veya dünya
tasavvurundan çok farklı olduğunu ifadeye çalışır. Ölümlü
(geçici) olanın, bir zamanlar var olmadığına ve gelecekte de
varolmayacağına dikkat çeken Parmenides şu uyarıda bulunur:
“Gerçek Varlık”ın ne olduğunu araştıran kimse onu,
çevresini kuşatan geçici fenomenlerden ibaret sanmamalıdır.
Aslında, gözle görülebilen bu değişim ve çokluk alemi bir tür
hayal veya illüzyon gibidir. Gerçek alem ise, bu fenomenler
dünyasının ötesindeki sabit ve değişmeyen alemdir. Gerçeği
arayan kimse, bu fani nesneler arasında yolunu kaybetmeden dosdoğru
bir şekilde tüm değişim ve farklılık görüntülerinin
ardındaki “Ebedi Varlık”a yönelmeyi bilmelidir.”
Değişim
ve çokluk algısının kaynağının, dış dünya kadar, hatta
belki ondan daha çok, “duyularımız” olduğuna dikkat çeken
Parmenides, duyularımızın yanıltıcı olabileceğini
vurgulayarak, bizi; “Tek ve Gerçek Varlık” anlayışına
ulaştıracak olan aracın, ancak “doğru düşünme yeteneğimiz”
olduğunu söyler. “Doğru düşünme” yöntemiyle ulaşılacak
“Gerçek Varlık” şu özelliklere sahip olmalıdır: “O’nun
için düşünme, irade ve varoluş aynıdır. Bu mutlak Varlık,
zamanın ve mekanın ötesindedir. Yaratılmamıştır, yok da
edilemez. Her zaman, her yerde tam, eksiksiz ve mükemmel olarak
mevcuttur. Hiçbir surette parçalanamaz; sonsuzdur, sınırsızdır,
her türlü kusur ve eksiklikten uzaktır.”
Böylelikle, duyu verilerine, yani
olgusal olana büyük ölçüde arkasını dönerek, salt akıl
yürütme yoluyla bir varlık felsefesi (ontoloji) geliştirme
girişiminde bulunduğu için Parmenides, metafiziğin ve ontolojinin
kurucularından biri olarak görülür.
Düşünceleri
Platon’u ve Aristoteles’i de derinden etkilemiş olan
Parmenides’in ortaya attığı “varlık” ve “varoluş”
sorunu, 20. yüzyılda M. Heidegger tarafından yeniden ele
alınmıştır.
Gerçekte
Parmenides, “Varolan, yani On”
terimiyle; sürekli değişen bir oluş içinde bulunan fiziksel bir
varlığı değil, tüm gelişim ve değişim görüntülerinin
ardındaki asıl ve gerçek varlığı ifade etmektedir. Platon
tarafından “Ontos on”
(gerçek ve asıl varlık) adı verilen “İlahi Varlık”
anlayışı, Aristoteles metafiziğinde de “varlık teolojisi”
veya “onto-teoloji” biçimlerinde etkisini sürdürmüştür.
Parmenides bu tür akıl yürütmelerde,
Herakleitos’unkine karşıt bir tezle, değişimin ve hareketin
gerçekte söz konusu olamayacağı, bunların gerçekte ancak birer
yanılsamadan ibaret oldukları sonucuna ulaşır.
Ancak, sağ duyuya ve nesnel olgulara
aykırı görünen bu öğreti, kısa zamanda bir eleştiri ve
saldırı sağanağıyla karşılaştı. Parmenides’i savunma
görevini öğrencisi Zenon üstlendi. Zenon, Parmenides’i haklı
göstermek amacıyla ilginç bir yaklaşım geliştirdi. Fikirleri
başta Platon ve Aristoteles’in eserleri olmak üzere, sonradan
kaleme alınan bazı kaynaklar vasıtasıyla bize ulaşan Zenon’un
amacı, Parmenides’in öğretisinin çelişkili olduğu
suçlamalarına, değişimi ve hareketi kabul etmenin de bazı
mantıksal çelişkilere yol açabileceğini göstererek karşılık
vermekti. Zenon, olgusal içeriği olmayan, formel nitelikli
“Kaplumbağa ile Achilles’in yarışı” veya “Havadaki ok”
gibi paradokslarına karşı ortaya konan itirazlar aracılığıyla,
Parmenides muhalifleri ile taraftarları arasında diyalektik bir
tartışma süreci başlatmış oldu.
Samoslu Melissos da, Eleatik bir
anlayışla, Parmenides’in varlık öğretisini savunmak amacıyla
“Varlık Üzerine” başlıklı bir eser kaleme almıştır.
Melissos’un yaklaşımı bir yönüyle, Miletos’lu
Anaksimander’in “aperion” kavramının sistemleştirilmesi
çabası olarak nitelenebilir.
Pythagoras
ve Matematiksel Felsefe
Prof. C. Sunar, beşinci yüzyıl Yunan
felsefesinin genel karakterini şöyle tasvir eder: “Yunanistan’da
beşinci yüzyıl; din, ahlâk ve psikoloji asrıdır. Bu döneme ait
metinlerde üslûp şâiranedir. Edebiyatta dram sanatı en yüksek
noktasına ulaşmıştır. Aiscylos’un din ve ahlâk konusundaki
dramları büyük ün kazanmış durumdadır. Homeros’un insanlar
gibi kötülük yapabilen tanrı anlayışına zıt, tam bir ahlâk
ve fazilet örneği olan bir Tanrı anlayışı, beşinci yüzyıla
hakimdir. Yine bu asırda, ruhun mahiyetine ve özellikle de ölümden
sonraki akıbetine özel bir önem atfedilmiştir. Homeros’a göre,
ölümden sonra ruhun mevcudiyeti devam eder, ancak bu, bir tür uyku
halinde, silik ve şuursuzca bir mevcudiyettir. Asıl hayatın dünya
hayatı olduğunu savunan Homeros, bu inancını “Ahiret (Hades) te
bir kral olacağıma dünyada fakir bir işçi olmayı tercih
ederim.” diyerek ifade etmiştir. Oysa beşinci yüzyılda, beden
ruh için bir tür zindan ve dünya hayatı da, ruhun bedenden
bağımsız gerçek hayatı için bir hazırlık mahalli olarak
telakki edilmektedir. Özellikle Platon, eserlerinde ölümden sonra
diriliş ile ruhun, ebedi özgürlük ve huzura kavuşabilme
yöntemleri gibi konulara geniş bir yer vermiştir. Bu alandaki
görüşler, zaman zaman Orphic dinine ait inançlarla etkileşime
girmiştir. Bu durum, özellikle Phythagoras’ta zirveye
ulaşmıştır.”
Pythagoras
Matematiğin kurucularından biri
olarak kabul edilen Pythagoras M.Ö. 580’de Sisam (Samos) adasında
doğmuştur. Mısır ve uzak doğuda uzun yıllar seyahat ve ikamet
eden Pythagoras, daha sonra, kendi ülkesinin tiranın baskıcı ve
zalim yönetiminden çekindiği için İtalya’nın güneyindeki
Cotrone (Kroton)’a gelip, yerleşmiş ve orada bir düşünce okulu
kurmuştur.
Bir bilge ve eğitici olarak
yönlendirdiği okul mensuplarına yeni bir töre ve din sistemi
benimseten Pythagoras’ın ardından gelen okul mensupları,
matematik prensipler de içeren bir metafizik sistem
geliştirmişlerdir. Felsefe tarihçileri genellikle Pythagoras’ın
kişisel görüşleri ile ardıllarının görüşleri arasında bir
ayrım yapma eğilimindedirler.
Pythagoras’ın ismi, en çok, dik
açılı üçgenlerle ilişkili denklemle birlikte anılır ve
bilinir. Ayrıca, bazı kaynaklarda, bir üçgenin iç açılarının
toplamının, iki dik açının toplamına eşit olduğundan da ilk
defa onun söz ettiği ileri sürülmüştür. Ancak, daha yakın
zamanlarda yapılan araştırmalar, Hintliler tarafından bu tür
matematik prensiplerin çok daha öncelerden beri bilindiğini ve bu
dönemlerden kalan tapınakların, bu türden matematiksel ilişkiler
göz önünde bulundurularak tasarlanmış olduğunu ortaya
çıkarmıştır. Doğu ve Uzakdoğu gezilerinden sonra Pythagoras’ın
matematik bilgileriyle beraber–reenkarnasyon gibi-bazı dini ve
kültürel unsurları da beraberinde Kroton’a getirdiği
anlaşılmaktadır. Böylelikle gizemli bir “sayılar öğretisi”
üzerinde, yeni bir felsefi sistemin temeli atılmış oldu.
Birçok eski kaynakta, “filozof”
kelimesini bugünkü anlamda kullanılan ilk kişinin de Pythagoras
olduğu belirtilmektedir. Bizzat benimsediğini ifade ettiği eski
bir geleneğe uyarak kendisini “Sophos” (bilge) olarak
nitelemekten kaçınan Pythagoras, alçak gönüllülük alameti
olarak “Philosophus” (bilgiyi ve bilgeyi seven) sıfatını
tercih etmiştir.
Kâinatın ana sırrının ve arkheik
unsurunun “sayısal” bir niteliği olduğu esasına dayanan
Pythagorasçı öğretide; 1’de 10’a kadar olan sayılara,
özellikle de bir bütünlük sembolü olarak tüm sayıları içeren
“10” rakamına özel bir anlam ve önem atfedilir.
“Kozmos” kavramını da ilk
kullanan kişi olduğu öne sürülen Pythagoras, kâinatta mevcut
armoninin, büyük-küçük her şeyin birbiriyle, bazı sayılar
aracılığıyla ifadesi mümkün olan bir düzen içinde irtibatlı
olasından kaynaklandığını söyler. Müzikte de bu tür bir uyum
bulunduğunu ifade eden Pythagoras; farklı seslerin, uyum ve düzen
içinde sıralanışını sayısal olarak ifade etmekle kalmamış,
ayrıca bu özelliği, kullanılan enstrümanının tellerinin
uzunluğuyla da irtibatlandırmıştır. Pythagoras, kozmosta;
unsurları arasındaki uyumdan kaynaklanan evrensel bir melodinin
mevcudiyetinden de söz eder. Buna göre, gökcisimleri, gökyüzünün
en üst tabakalarından kaynaklanan, ancak fizikötesi bir nitelik
taşıdığı için kulaklarımızla işitilmesi mümkün olmayan bir
armoniyle uyum içinde hareket ederler. Pythagoras’ın kozmik uyumu
bir tür musiki olarak algılayan bu yaklaşımı, sonraki dönemlerde
sadece şâirlere ilham kaynağı olmakla kalmamış, Kepler gibi
bazı astronomlarca da benimsenerek “De Harmonice Mundi” gibi
astronomiyle ilgili eserlerin ismine veya içeriğine de
yansıtılmıştır.
Pythagoras, varoluşun esasını
Miletliler gibi temel bir nesnede değil, soyut bir bağıntıda
aramakla, günümüzün bilimsel yasa anlayışına onlardan daha
fazla yaklaşmayı başarmıştır. Pythagorasçı okula hakim olan
görüşler arasında “Orfik kült”ü andıran ve bu çerçevede
reenkarnasyon inancını da içeren unsurlara rastlanmaktadır. Okul
mensupları, sürekli tekrarlanan yeniden doğuşlar döngüsünden
kurtulup, “ideal varoluş” düzeyine ulaşılabilmek için;
arınma, dünyevi duygusallığı terk etme ve çileci bir anlayışla
maddi hazlardan uzak durma gibi teknikler içeren özel bir yaşantı
şekli benimsemekteydiler.
Duyguların ruhu kirletmesini önlemek
ve ruhun bedene hakimiyetini kalıcı hale getirebilmek için
kullanılan başlıca yollar müzik, jimnastik ve tefekkürdü. Yine
bu bağlamda; dostluk, kölelere iyi davranma, kadın-erkek eşitliği,
insanlar arası ilişkilerde uyumluluk gibi prensiplere de riayet
edilmekteydi.
Kişilerin yaşantı tarzının ve
ahlâki düzeyinin, ruhun gelecek yaşamındaki statüsünü
belirleyecek başlıca hususlar olacağına inanıldığı için,
okul mensupları bu gibi kurallara var güçleriyle uymaya çalışmakta
idiler. Yaygın olarak benimsenen bazı kurallara göre; asıl tercih
ve arzu edilmesi gereken hayat; bir hekimin, bir prensin veya ozanın
hayatı olmalıdır. Pythagoras okulunun bazı mensupları, toplumu
yönlendirecek manevi liderler olabilmek amacıyla devlet yönetiminin
çeşitli kademelerinde de görevler alarak inançlarını yaymaya ve
yaşatmaya çalıştılar. Fakat okulun bizzat kendisi, çok kesin ve
katı olan bazı kurallar nedeniyle, zaman içinde, topluma kapalı
esrarengiz ve gizli bir örgüt haline dönüştü. Bu durum, bir
süre sonra, halk içinde büyük bir rahatsızlığa yol açtı.
Devlet yönetimine ilgileri ve bir tür seçkinler yönetimi kurma
şeklinde algılanan siyasetleri, çok şiddetli sosyal reaksiyonlar
doğurdu. Sonunda bir gün Kroton’daki merkezleri yakılarak tahrip
edildi. Bazı kaynaklara göre Pythagoras’ın kendisi de birçok
taraftarıyla birlikte bu yangında ölmüştür. Ancak diğer bazı
rivayetlere göre ise oradan kaçan Pythagoras, Metapont’a
yerleşerek, uzun yıllar orada yaşamıştır.
Pythagoras’ın öğretilerinin önemli
kısmı günümüze, daha sonraları Philolaos tarafından kaleme
alınan yazılar vasıtasıyla ulaşmıştır. Elimizde, düşünürün
bizzat kendisine ait hiçbir yazılı metin mevcut değildir.
Örgütün dağıtılmasından sonra bu
öğreti unutulmamış, tüm ilkçağ boyunca belirli çevrelerde
varlığını sürdürmüştür. Hıristiyanlığın yayılmaya
başladığı yüzyıllarda bile kendisini bu geleneğin devamı
olarak niteleyen “Yeni Pythagorasçılık” akımı hâlâ oldukça
müessir ve yaygın bir durumdaydı.
Philolaos ve izleyicilerince derlenerek
günümüze ulaştırılan bu felsefe, Herakleitos’un vurguladığı
“oluş” ile Parmenides tarafından ifade edilen “süreklilik”
kavramlarının matematikten yararlanılarak uzlaştırılması
çabası olarak da görülebilir. Sayılar, fiziksel varoluşun soyut
bir süreklilik taşıyan özü gibidir. Fiziksel nesneler,
kendilerini biçimlendiren matematiksel kalıplar çerçevesinde
“belirirler”. Bu durumda, fiziksel alem bir taraftan,
Herakleitos’un dile getirdiği gibi bir değişim ve dönüşüm
süreci içinde görünmekle birlikte, diğer taraftan da, sabit ve
değişmez matematiksel yasalara bağlıdır.
Pythagorasçıların “sürekli
matematiksel form” anlayışları, daha sonra Platon’da “idea”
kavramına dönüşecek ve buna, “fiziksel olgusallıktan daha üst
ve önemli düzeyde bir varoluş” atfedilecektir.
Metafiziksel
Çoğulcular
“Oluş” ve “Varlık” kavramlarını esas almış olan
iki temel yaklaşımı uzlaştırmayı hedefleyen bir değer
Helenistik felsefe okulu da, başlıca temsilcileri Empedokles,
Anaksagoras ve Leukippos ile Demokritos olan “Metafizikçi
Çoğulculuk”tur.
Okulun
öğretisi başlıca iki temel var sayıma dayanmaktaydı: 1-)
Olgusallık tek bir temel tözden değil, birçok unsurdan
kaynaklanmıştır. 2-) Bunların
karekteristik davranışları, belirli bazı esaslar çerçevesinde
gerçekleşir. Bu anlayışa göre, “bizzat ve sürekli var olan
temel olgusallık unsurları, aynı zamanda da devamlı olarak bir
değişim, dönüşüm, yok oluş ve yeniden düzenleniş sürecine
maruz bulunurlar.”
Empedokles
Bu
öğretinin sistemleştirilmesi yönünde ilk adımları atmış olan
Agrigentum’lu Empedokles (M.Ö. 495-435) takdire değer bazı
başarılarına karşılık, felsefi gündeme birtakım yeni
problemler de getirmiştir. Sicilya’daki Akragas (Agrigentum)’da
doğmuş olan Empedokles, bir devlet adamı, şâir, mistik, şaman,
otacı, hekim ve filozof olarak gerçekten çok renkli ve çok yönlü
bir kişiliğe sahipti. Felsefe tarihçileri onu, orijinal bir
düşünür olmaktan çok, farklı kaynaklara ait bilgileri alıp,
derlemeler yapan bir ‘eklektik’
olarak nitelerler. Ancak Empedokles’in, bazı ilginç sentezlere
de ulaştığı görülmektedir.
Empedokles,
Miletos Okulu filozoflarının arkheleri
olan suyu ve havayı; Herakleitos’un ateşi ve Elea’lıların
yer kavramıyla birleştirerek, klâsik “dört unsur” (anasır-ı
erbaa) anlayışını ortaya koymuştur. Varoluşun temel
mekanizmasının ve unsurlarının açıklanmasına yönelik bu
ontolojik model, etkisini asırlarca sürdürmüştür.
Empedokles bu dört temel unsura etki
eden zıt yönlü “sevgi” (çekme-birleştirme) ve “nefret”
(itme-dağıtma) kuvvetlerinin; kâinattaki değişim, dönüşüm,
oluş ve yok oluş süreçlerinden sorumlu olduklarını iddia
etmiştir. Tanrı’nın tüm temel varlık unsurlarını ve karşıt
kuvvetleri eksiksiz ve mükemmel bir uyum içinde düzenleyerek
kusursuz bir kâinat yarattığını söyleyen Empedokles, kozmik
varoluşun, ancak, “sevgi”nin üstün gelmesiyle mümkün
olduğunu vurgular. Eğer böyle olmayıp da nefret ağır basmış
olsaydı, evrenin tüm unsurları tamamen ve ebediyen ayrışıp, yok
olurdu. Ancak, buna rağmen kısmi olarak kâinatın bazı
kesimlerinde yer yer hâlâ sevgi ve nefret kuvvetlerinin
çatışmaları sürmekte ve buna bağlı olarak da doğuş, gelişme,
yokoluş ve yeniden düzenlenme süreçleri vuku bulmaktadır.
İnsanın durumunun ve konumunun diğer tüm varlıklardan farklı ve
üstün olduğuna dikkat çeken Empedokles, insanoğlunun yeryüzünde
belirmesinden çok önceleri, ruhlarımızın, ilahi bir ortam ve
toplulukta, sevinç ve huzur içinde yaşamış olduğunu söyler.
Ancak günah işlediği için oradan sürülen insan, cezasını
yeryüzünde ruhu fiziksel bir bedene hapsedilmiş olarak yaşamakla
çekecektir.
Empedokles, fiziksel alemin ötesindeki
ilahi alemin, gerçek ve kusursuz olduğunu söyler. Ona göre,
ruhunun beden içinde hapsedilişi, insanın bilme yeteneğini de
sınırlar. Bu nedenle duyu algısı, mutlak ve gerçek bilgi olamaz.
Gerçek bilgiye ancak akıl ve doğru düşünme yoluyla
ulaşılabilir. İnsanın bilgeliğe erişebilmesi, iç
dünyasındaki her unsurun, dış dünyadaki mütekabil bir unsurla
bağlantı kurmasıyla mümkün olur. Empedokles’in felsefesi,
temelde dualist bir nitelik taşır ve fiziksel dünya, ruhsal
dünyadan tamamen ayrı, hatta onunla büyük bir karşıtlık
içinde mütalâa edilir. Bu çerçevede, filozoflara düşen de, bu
iki dünyanın unsurlarını ve bunların ilişkilerini, “doğru
düşünme” vasıtasıyla ortaya çıkarmaktır.
Anaksagoras
Anaksagoras da, buraya kadar ele
aldığımız diğer filozoflar gibi, merkezi Yunanistan’da değil,
çevresindeki kolonilerden birinde yetişmiştir. M.Ö. 500
yıllarında Anadolu’daki Klazomenai (bugünkü Urla)’da doğan
Anaksagoras, felsefe sevgisini, daha sonraları felsefe
çalışmalarının merkezini teşkil edecek olan Atina’ya
ulaştırmış olan filozofların başında gelir. Ancak henüz o
sıralarda, Atina’daki şartların felsefenin serbestçe gelişimi
için pek uygun olmadığı; Anaksagoras, Sokrates ve diğer bazı
filozofların dinsizlikle suçlanıp, yargılanarak ölüm cezasına
çarptırılmalarından anlaşılmaktadır.
Anaksagoras daha çok gökyüzü ve gök
cisimleriyle ilgilenmiştir. Astrofiziksel nesneleri zamanın bilgi
birikimi çerçevesinde objektif bir yaklaşımla açıklama
çabaları, Atina’ya o yıllarda hakim olan cahil ve bağnaz
çevrelerin öyle şiddetli tepkisine yol açtı ki, sonunda “Tanrı
tanımazlık”la suçlanarak ölüm cezasına çarptırıldı. Bu
korkunç hükmü, kendisine daima büyük yakınlık göstermiş olan
dönemin ünlü devlet adamı Perikles bile önleyemedi. Anaksagoras
idamdan, ancak Atina’dan kaçmak suretiyle kurtulabildi.
Anaksagoras’ın
felsefi yaklaşımı da ana hatları itibariyle diğer “tabiat
filozofları”nınkine benzer. Miletos Okulu mensupları temel unsur
(arkhe’yi)
“tek” ve “bir”, Empedokles “dört”, atomcu görüşü
savunanlar ise nitelik bakımından “sayısız” addeder.
Anaksagoras da birbirinden nitelik bakımından farklı, sayısız
arkheik unsur bulunduğu görüşünü ortaya atar ve bunları bir
“tohum” veya “çekirdek” olarak tasvir eder. Anaksagoras,
çağdaş atom ve molekül kavramlarını çağrıştıran bir
şekilde, son derece ince yapılı sayısız çekirdeğin tüm evrene
saçılmış durumda iken, belirli bazı güçlerin etkisiyle
bunların yer yer yoğunlaşarak bir araya geldiklerini ve görünür
nesnelerin maddi yapıtaşlarını oluşturduklarını söyler.
Anaksagoras bu toplayıcı ve birleştirici güçlerin maddi olmayıp
“ruhi-manevi” nitelikte olduklarını ve bazı yönleriyle de
zihnimizin tabiatına benzerlikler taşıdıklarını belirtir.
Yönlendirici manevi gücün belirli bir gaye, ayrıca da bunu mümkün
kılacak muayyen bir program ve plân çerçevesinde etkinlik
gösterdiğini öne süren Anaksagoras, kâinatın gözlenebilen
düzenlilik ve
güzelliğinin kaynağının Nous adını verdiği bu
“Akıl-İrade-Güç” sahibi Ruh olduğunu vurgular. Kâinatın
varedilişi belirli bir amaca yönelik olduğu için, tabiatı bu
hedefe yönelten kuvvetlerin tamamı, Nous’un belirlediği program
çerçevesinde etkinlik gösterir. Kozmik varoluş gayesi, tabiatı
belirli bir istikamete yönlendirmek suretiyle; tüm varlıkların
nitelik ve niceliklerinin muayyen sınırlar içinde tutulmasına ve
çevremizde sürekli gözleyebildiğimiz uyum ve estetiğin devamına
rehberlik eder.
“Nous” olarak adlandırdığı
soyut felsefi kavram Anaksagoras’ı, diğer ”tabiat
filozofları”ndan en kesin çizgiyle ayıran özelliğidir. Nous’u
“düşünen, zeki, her şeye gücü yeten, ancak maddi bir bedene
sahip olmayan” bir tür Ruh olarak tanımlayan Anaksagoras, bu
yaklaşımını şöyle açıklar: “Yalnız başına var olabilen,
tamamen saf, arı ve tertemiz olan bu Ruh, başlangıçtaki kaostan;
güzel ve anlamlı bir evrenin oluşumunu sağlamıştır. Ancak, bu
kozmik düzenlemeden sonra Nous’un külli yaratıcı etkinliği
sona ermiştir. Artık bundan sonra bizler, varlıkların ve
hadiselerin oluşumunu ve düzenliliğini, neden-sonuç ilişkileri
çerçevesinde yorumlayabilir ve kavrayabiliriz.”
Anaksagoras’ın
tanımladığı nous kavramı, gelecekte idealizm olarak şekillenecek
temel felsefi yaklaşımlardan birinin genel çerçevesini teşkil
edecektir. Aristoteles, Anaksagoras’ın başarısını şöyle
yorumlar: “Sokrates
öncesi filozofları içinde o, kâinatı
düzenleyen Ruh
düşüncesi ile, bir sürü sarhoş içindeki ‘ayık ve aklı
başında olan sayılı kişilerden biri’ gibidir.”
Leukippos
ve Demokritos
Eski
Yunan felsefesi üzerinde önemli bir etki yapmış olan Leukippos’un
hayatı hakkın- da elimizde fazla bir bilgi mevcut değildir.
Miletos’da doğduğu sanılan Leukippos’un M.Ö. 5. yüzyılın
ortalarından itibaren Abdera’da felsefi çalışmalarda bulunmaya
başladığı rivayet edilir. Kendisinden günümüze ulaşabilmiş
olan yazılı belge, şu cümleyi içerir: “Hiçbir
şey rastgele
oluşmaz, her oluşumda bir anlam ve gereklilik vardır!”
Leukippos
“Atomculuk Okulu”nun kurucusu olarak kabul edilir. Felsefesi,
bazı yönleriyle “Metafiziksel Çoğulcu”larınkine benzerlik
taşır. Ona göre de nihai olgusallık, nitel ayrımlara sahip
olmayan ve esas özellikleri uzayda yer kaplamak olan bazı temel
oluşumlara dayanır. Bu oluşumlar tek bir tözden ibaret olmayıp,
atom adı verilen bölünmez ve yoğun unsurlardan müteşekkildir.
Leukippos’un felsefesinde yokluk(veya boşluk) da en az varlık
kadar olgusal ve zorunludur. Çünkü, atomsal unsurların içinde
serbestçe hareket etmeleri için, böyle bir ortama ihtiyaç vardır.
Leukippos’un
atom öğretisini ve diğer görüşlerini, kendi kişisel
düşünceleri içinde harmanlayarak günümüze ulaştıran kişi,
yetenekli öğrencisi Demokritos olmuştur. Demokritos Abdera’da
doğmuş ve M.Ö. 470-360 yılları arasında orada yaşamıştır.
Bu iki düşünüre göre kâinat, yaygın boşluğu dolduran bir
dizi yoğun, bölünmez ve ezeli unsurdan oluşur. Ancak bunlar, çok
küçük oldukları için duyularla direkt olarak algılanamaz.
Bölünemez, yok edilemez ve değişmez olduklarını öne sürdüğü
atomların; büyüklük ve ağırlık bakımından da farklı
olduklarını belirten Demokritos’a göre varlıkların bütün
mevcut ve muhtemel bileşimleri, ayrı ayrı atomların bir araya
toplanmalarıyla oluşurken, yok oluş ve çözülüş süreçleri
de, atomların birbirinden ayrılıp, dağılmalarıyla gerçekleşir.
Nesnelerin tüm temel nitelikleri sadece ağırlık, yoğunluk ve
katılık gibi nicel özelliklere bağlıdır. Renk, koku, ısı, tat
gibi subjektif özellikler ise bizim duyularımızla ilişkili olup,
gerçekte o nesnenin özünde bulunmayan sekonder ve izafi
özelliklerdir. Mutlak ve nesnel gerçeklik sadece atomlara ve
boşluğa bağlıdır.
Materyalist
felsefenin kurucusu olarak kabul edilen Demokritos’a göre sonsuz
zamanlardan beri, sayısız atom, “ağırlık” kanununa göre,
yine sonsuz olan boşlukta hareket etmektedir. Bunların birbiriyle
rastgele çarpışmaları sonucu, bazen atomlar bir araya gelerek,
kümelenirler. Birbirine benzer kümelerin birleşmesiyle de gözle
görülebilir büyüklükteki varlıklar oluşur. Bu sürecin çok
büyük ölçeklerde gerçekleşmesi sonucunda da “dünyalar”
oluşur ve bir süre sonra atomlarının dağılmasıyla bu dünyalar
yok olur. Bizler de şu anda, bunlardan biri üzerinde yaşamaktayız.
Neden-sonuç ilişkileri çerçevesinde kendi kendisine gelişen ve
işleyen bu süreç için, bir “düzenleyici, tasarlayıcı ve
yönetici” ruha gerek olmadığını öne süren Demokritos,
kâinatın ve insanın varoluşunu şansa ve tesadüfe bağlar.
Demokritos’a göre insanın bedeni gibi ruhu da bazı atomlardan
oluşan maddi bir yapı niteliğindedir. Daha ince olan bu atomlar,
ölümden sonra ayrışıp dağılırlar. Demokritos, manevi olduğu
söylenen tüm şeylerin, ya algı- altı atomik yapılara ya da boş
inanca indirgenebileceğini söyler.
Bu
maddeci yaklaşımına rağmen, Demokritos da felsefesine birkaç
manevi unsur eklemekten geri kalmamıştır: “Kaba güç yük
hayvanlarına yakışır. İnsanın asaleti, düşünce gücünden
kaynaklanır. Ulaşabileceğimiz en büyük mutluluk, “(ataraxia),
yani sevinç ve huzurla dolu bir rahatlık hali”dir. Bizi buna
götürecek yol ise; önce kendimizi tanımak, anlamak, sonra heves
ve arzularımızı frenlemek ve nihayet, bazı yüce değerlere
riayet etmekten geçer.”
Ancak,
Demokritos’un etik öğretisi, kendi içinde belirli bir bütünlüğe
ve sistematiğe sahip görünen “tabiat
öğretisi” ile
yeterince ilişkilendirilmemiş bir durumdadır ve ona kıyasla,
oldukça belirsiz ve düzensizdir.
Direkt
olarak gözlenemeyen ancak dolaylı olarak-akıl ve düşünce
yoluyla-var oldukları kavranabilen atomlar ve atomların
hareketleri, Demokritos’a göre kâinatta gözlenen tüm varlık ve
süreçlerin esası ve kaynağıdır. Duyularımız aracılığıyla
yaptığımız gözlemler, sadece atom guruplarının çok büyük
ölçekli kümeleriyle sınırlı olduğu için, Demokritos ampirik
bilgiyi “güvenilmez” olarak niteler. Ona göre, duyu verileri
birtakım zanlardan ibarettir; çünkü insanlar duyusal fenomenleri
değişik bakış açılarından algılayabilir ve yorumlayabilirler.
Duyular aracığıyla türetilmiş olan bilgi, kişiden kişiye
değişebilen izafi bir özellik taşır. O halde insan bilgisi,
gerçek olgusallığa, yani atomik olgusallık dünyasına hiçbir
zaman ulaşamayacağı için, daima subjektif ve kesinlikten uzak
olmak zorundadır.
Demokritos’un bu gibi görüşleri,
Pirho gibi izleyicilerini en sonunda, insanın hiçbir şeyi tam
olarak bilmesinin mümkün olmadığını esasına dayanan koyu bir
şüpheciliğe yöneltti. Ve okulu, Sofistik felsefenin odağı
konumuna geldi.
Sofistler
M.Ö.
6. ve 5. yüzyıllarda, Yunanistan’da, önce kolonilerden başlayıp,
daha sonra Atina’ya ulaşan “sistematik-özgür-kişisel”
birçok düşünce akımı doğdu ve gelişti. Yöre insanı, düşünce
tarihinde, o döneme kadar eşi görülmedik bir şekilde, içinde
yaşadığı alemi ve bizzat kendisini anlamaya ve açıklamaya
yönelik yoğun bir entelektüel faaliyete koyuldu. Düşünürler,
yeni ve orijinal görüşleri, bir “bayrak
yarışmacısı”
coşkusuyla birbiri ardınca ortaya koymaya başladı. Günümüz
uygarlığına has olanlar dışında neredeyse hemen tüm felsefi
hususlar o dönemde ortaya konulmuş, tamamen çözülmemiş olsalar
da, sistematik bir şekilde ele alınıp, analiz edilmişlerdi.
Bazıları birbirini destekleyen ve geliştiren nitelikte, ancak çoğu
farklı, hatta bir kısmı birbirine tamamen zıt özellikte olan bu
kadar çok görüşün nasıl olup da böyle kısa bir zaman dilimi
içinde felsefe tarihi sahnesine çıkmış olduğu, gerçekten
anlaşılması ve izahı zor bir olgudur.
Yunan felsefesinin ilk dönemine ait
görüşler genelde sadece kozmoloji alanına ait idi ve insan
konusu, büyük ölçüde göz ardı edilmiş durumdaydı. Her ne
kadar Ksenophanes, Herakleitos ve Pythagoras’ın felsefelerinde
insan unsuruna değinilmişse de, ana konu olarak insanı ele alan
ilk felsefi ekol, Demokritos’un görüşleri üzerinde yükselen
Sofistik yaklaşım oldu.
Sofistlerin felsefe tarihinde
belirmelerinden önceki dönemde Yunan düşünce dünyası, adeta
bir “görüşler ve yaklaşımlar” bombardımanı altındaydı.
Çoğu birbiriyle çelişen pek çok sayıdaki farklı felsefi öğreti
ve bakış açısının mevcudiyeti başlangıçta, üstün düşünme
gücüne sahip sıra dışı parlak zekâlar için, verimli sonuçları
olan mukayese ve sentezlere imkân sağlamış olsa da, daha
sonraları bu durum özellikle toplumun ezici çoğunluğunu teşkil
eden sıradan insanlar için kafa karıştırıcı bir etki yapmaya
başladı. Bu ortamda farklı görüşleri sağlıklı bir şekilde
yorumlayabilmek, onlardaki doğruları ve yanlışları tespit
edebilmek, artık gerçekten de imkânsız denebilecek kadar
zorlaşmıştı. Buna zamanla, bazı filozofların, insanoğlunun
doğru bilgiye ulaşma yeteneğine atfettikleri şüpheler ve
güvensizlik de eklenince, tüm toplum kesimleri, tam bir düşünsel
kaosa gömülmüş oldu.
Aslında
o yıllarda Yunanistan maddi bakımdan en parlak dönemlerinden
birini yaşamaktaydı. Pers savaşları başarıyla sonuçlanmış,
bunu, büyük bir ekonomik gelişme olgusu izlemişti. Ancak bu maddi
rahatlık ve refaha ne yazık ki entelektüel alanda
rastlanamamaktaydı. Zaten, ayrıca maddi refah kaynakları da,
zamanla toplumun çok küçük bir azınlığını teşkil eden bir
seçkinler topluluğunun eline geçmiş ve adaletsiz uygulamalarla,
toplumun büyük bir çoğunluğu, yoksulluğun içine itilmişti.
Sofistler, işte böyle bir
ortamda faaliyete başladılar. Yunanca ”sophistai” kelimesi
“bilgelik öğreten” manâsına gelir. Sofistler başlangıçta,
gezgin öğretmenler olarak kentten kente dolaşarak öğrencilerine
-para karşılığı- çeşitli hususlarda, özellikle de güzel
konuşma konusunda, eğitim vermekteydiler. Gerçekte, Sofistlerin
çoğu birer bilge veya filozof olmayıp, “yarar ve çıkar sağlama
tekniklerini para ile öğreten ve hemen hemen hiçbir ilke veya
değer yargısına tâbi olmayan kişiler” idi. O günlerde
Yunanistan’da yaygın olan siyasal karışıklıklar ve sosyal
adaletsizlikler nedeniyle, insanlar; hakları olan şeyleri kolay
kolay elde edemedikleri için Sofistler, böyle bir ortamda kimin
haklı olduğunun değil, kimin haklı göründüğünün önem
taşıdığını iddia etmekte ve mevcut şartların da zorlamasıyla,
geniş bir taraftar kitlesini ikna etmeyi başarmakta idiler.
Platon
bir eserinde, bir Sofistin bu konuda halka şu telkinlerde
bulunduğunu aktarır: “Yasaları ve töreleri aslında bilgisiz ve
güçsüz olan kuru kalabalıklar koymuştur. Onların amacı,
kendilerinden daha güçlü ve yetenekli bir kimsenin daha fazla hak
elde etmesini önlemektir. Bunun için onlar; “umuma verilenden
fazlasını istemek çirkin, adaletsiz ve ayıptır!” derler. Oysa
gerçek doğruluk ve adalet; ‘soylu, yetenekli ve güçlü’nün,
‘soysuz, yeteneksiz ve zayıf’tan çok daha fazla şeye sahip
olmasını gerektirir. Bu, tabiatta yaşayan pek çok canlıda böyle
olduğu gibi, devletler ve insanlar arası ilişkilerde de öyledir.
‘Güzel konuşma’ sanatı ile kişi; mahkemede hakimlere,
seçkinler meclisinde seçkinlere, halk toplulukları karşısında
halka bu gibi görüşleri aşılayıp, onları yönlendirebilir.
Eğer bu güç senin eline geçerse o zaman doktorun, silah
eğitmenin, öğretmenin senin hizmetçin olur. Hatta borç istediğin
tefeci bile, parayı başkasından alıp, sana verir!”
Tüm Sofistlerin aynı prensipleri
ve görüşleri paylaşan ortak bir düşünce okuluna mensup
oldukları söylenemez. Onlar genelde birbirinden kopuk, bağımsız
ve farklı düşünceleri savunmaktaydılar. Ayrıca duruma ve
ihtiyaçlara göre de, hemen fikir ve beyanlarından tavizler
verebilmekteydiler.
Bu
ekolun en ünlülerinden biri, Abderalı Protogoras (M.Ö.
480-410)’tır. İlk Sofistlerden olan Protogoras, Yunanistan’ı
baştan başa dolaşarak, özellikle hakim karşısında haklı
çıkmayı ve insan topluluklarını ikna etmeyi mümkün kılabilecek
etkili ve güzel konuşma teknikleriyle ilgili dersler verdi. Bu
şekilde büyük bir servete ve üne sahip olduktan sonra, Atina’ya
yerleşti. Protogoras’ın öğretisinin esası “kesin ve mutlak
gerçekliğin olmadığı ve hakikatin,
kişiye ve zamana göre değişen subjektif bir niteliği olduğu”
iddiasına dayanıyordu. Onun şüpheciliği dini konuları da
kapsıyordu: “Tanrıların var olduğunu veya olmadığını
anlamak öyle zor bir iştir ki, bunu başarabilmeye ömür yetmez!”
Bu sözleri üzerine Protogoras da dinsizlikle suçlandı ve
yargılandıktan sonra, Atina’dan sürüldü. Protogoras’ın
görüşlerinin şekillenmesinde, Demokritos’un önemli etkileri
olmuştur.
Bir
diğer önde gelen Sofist olan Leontini’li Gorgius (M.Ö. 483-375),
“Doğa veya Varolmayan” başlıklı yazısında şu üç öncül
üzerine kurulu olan nihilistik felsefesini anlatır: “1-) Hiçbir
şey mevcut değildir. 2-) Eğer herhangi bir şey varolmuş olsaydı
bile, biz bunu bilemezdik. 3-) Şayet büyük bir şans eseri o şeyi
bilmiş olsak da, onu bir başkasına aktaramazdık.”
İlkesiz, faydacı ve çıkarcı
eğilimleri nedeniyle zamanla, Yunan toplumunda Sofistler hakkında
olumsuz tepkiler doğdu ve sonuçta “Sofist” terimi yüz
kızartan; hakaret ya da aşağılama ifade eden bir anlam kazandı.
Bunda özellikle bazı Sofistlerin açıkça hileli ve sahte akıl
yürütmelerle “metot, doğrululuk, adalet” gibi kavramların
iyice içini boşaltıp, değersizleştirme girişimlerinin büyük
rolü oldu. Platon ve Aristoteles’e göre Sofistik yaklaşımın
nihai olarak gelip, dayandığı nokta; yararsız ve boş söz
cambazlıklarıyla felsefi sorunları iyice yozlaştırıp, içinden
çıkılamaz bir hale getirmek olmuştur. Bu iki büyük düşünüre
göre Sofizm, başlı başına bir çirkinlik felsefesi olup, tüm
Sofistik ilke ve metotlar tamamen yararsız, hatta toplumsal yapı ve
düzen için zararlı safsatalardır.
Sokrates
Sofistlerin
Yunan toplumunu yozlaştırıcı etkileriyle en müessir ve başarılı
mücadeleyi verme şerefi Sokrates (M.Ö. 470-399)’a ait olmuştur.
Sahakian, Sokrates’ı niteleyen en karakteristik özelliğin,
büyük bir içtenlikle savunduğu ve Sofistlerin ilkesizliğine
taban tabana zıt bazı evrensel prensipler olduğunu belirtir.
Meselâ, Sofistler haksızlığa uğramanın, haksızlık yapmaktan
daha yüz kızartıcı olduğunu söylerken; Sokrates, haksızlık
yapmaktansa, haksızlığa maruz kalmanın tercih edilmesi
gerektiğini öğretir. Sofistler, davranışın subjektifliğini
savunur ve bireyin duygu ve isteklerine dayalı faydacı ve çıkarcı
davranışları teşvik ederken; Sokrates, objektifliği ve tüm
insanlığın hayatında müştereken geçerli olması gereken erdem
ilkelerini savunur. Sofistler, insan için özgürlüğün, arzu ve
dürtülerini serbestçe ve sınırsızca ifade etmesiyle mümkün
olacağını iddia ederken; Sokrates, gerçek özgürlüğün, ancak
tutkulara kölelikten kurtulmakla, yani benliğin, erdem tarafından
tam olarak denetimiyle mümkün olabileceğini belirtir.
Sokrates’ın Hayatı
Sokrates ile ilgili rivayetler günümüze
Platon ve Xenophon gibi öğrencilerinin yazıları vasıtasıyla
ulaşmıştır. Ne yazık ki bizzat kendisinden bize yazılı hiçbir
şey kalmamıştır. Bu nedenle onun hakkında söylenen ve bilinen
her şey tartışılabilir niteliktedir. Meselâ, Platon’un
diyaloglarında söylenenleri gerçekten Sokrates’ın söyleyip,
söylemediği kesin olarak belli değildir. Sokrates’ın hayatını
ve öğretilerini tam ve şüpheden uzak bir şekilde ortaya koymak
mümkün görünmemektedir. Störig, Platon’un Sokrates’ın
ağzından verdiği görüş ve düşüncelerin esas olarak
Sokrates’a değil, Platon’a ait olduğunu belirtir. “Sokrates
araştırmaları” felsefe tarihinin en çetin ve tartışmalı
konularından birini teşkil etmiştir. Sokrates’a aitmiş gibi
görünen sözler ve bilgiler, çeşitli süzgeçlerden geçirilerek
iyice elendikten ve seçildikten sonra derlenmiştir. Ancak sonuçta
ortaya konan öğreti ve “Sokratik Metot”, yine de tamamen
dolaylı bilgilere dayanmaktadır.
Sokrates’ın M.Ö. 470 yılında
Atina’da taş yontucusu bir baba ile ebe olan bir annenin oğlu
olarak dünyaya geldiği söylenir. Rivayete göre, doğduğu şehri
sadece askerlik yapmak üzere terk etmiş ve çıktığı seferde tüm
güçlükleri göğüsleyerek ve tehlikeli sorunların çözümlerine
öncülük ederek çok büyük yararlılıklar göstermiştir.
Başkaları soğuk nedeniyle kalın giysiler içinde büzüşüp,
bekleşirken; o, incecik elbiseleri ve çıplak ayaklarıyla buzlar
üzerinde durup, usanmadan mücadelesini sürdürmüştü.
Çevresindeki hemen herkes korku içinde kaçışıp, uzaklaşırken
o, komutanının çevresinde olağanüstü bir soğukkanlılıkla
görevini ifa etmeye devam etmişti. Bir savaşta, taktik icabı geri
çekilme yönünde tartışma götürmez bir emir alınca, sırtını
düşmana dönmüş olmamak için emredilen noktaya kadar göğsü
düşman saflarına dönük olacak şekilde geri geri yürümüştür.
Onun kahramanlıkları, metaneti ve dayanıklılığı hakkında
inanılması güç söylentiler vardır.
Barış dönemlerinde, hemen her gün,
çok sade bir kıyafetle Atina sokaklarında ve alanlarında dolaşıp,
“içinden gelen sese” uyarak, oldukça farklı bir öğretmenlik
anlayışıyla insanları uyarırdı. Zamanla çevresinde çok renkli
bir öğrenci gurubu toplandı. Öğrencileri arasında şehrin ileri
gelenlerinin çocukları da vardı. Dersleri, tamamen ücretsizdi.
Üzerinde en çok durduğu konular; erdemin niteliği, doğruya
ulaşmanın yöntemleri, ideal devlet yönetimi olsa da, aslında
Sokrates için insanla ilgili her şey önemli idi. O, insanın tüm
yönlerini bir bütün olarak ele alır; hayatın her cephesi için
en güzeli ortaya koymaya çalışırdı.
Sokrates’ı daha iyi tanımak için
ve anlamak için devrinin sosyal şartlarını ana hatlarıyla bilmek
faydalı olacaktır: O yıllarda Atina demokrasiyle yönetilmekteydi.
Ancak dönemin demokrasi anlayışı günümüzünkinden oldukça
farklıydı. İlk olarak, Atina nüfusunun yarıdan fazlasını,
hiçbir sosyal ve siyasi hakkı olmayan köleler oluşturmaktaydı.
Kenti yönetenler, servetlerinin çok büyük bir kısmını
kölelerin sırtından kazanıyorlardı. İkinci olarak, çeşitli
bakımlardan kölelere benzer bir durumda olan kadınlar da tıpkı
onlar gibi, seçme ve seçilme başta olmak üzere, hemen tüm temel
yurttaşlık haklarından yoksundular.
Yunanlı
düşünürler ve yazarlar; birer vatandaş, hatta bir insan olarak
bir kadını veya bir köleyi muhatap alıp, onlara seslenmezlerdi.
Devlet yönetimi ve sosyal organizasyonla ilgili görüşler ve
ilkeler gerçekte, azınlıkta olan seçkinlere yönelikti. Bu
durumda Atina’da uygulanmaya çalışılan demokrasinin temellerin
çok sağlıksız olduğunu söyleyebiliriz.50
Yöneticilerin yanlış
uygulamaları ve yolsuzlukları, zamanla aristokratik bir yönetime
karşı genel bir ilginin ve özlemin doğmasına yol açtı. Otuz
yıla yakın süren (M.Ö. 431-404) Peloponnesos savaşları
sırasında bu durum iyice belirginleşti ve demokrasi
taraftarlarıyla, Isparta’nın yönetim şekli olan aristokrasiyi
savunanlar arasında kıyasıya bir çekişme başladı.
Böyle
bir ortamda, her aklı başında insan gibi, Sokrates da mümkün
mertebe siyasete karışmamaya gayret etti. Ancak mevcut problemlerle
ilgili tenkitleri ve çözüm önerileri, onun aristokrasi yanlısı
olarak nitelendirilmesine yol açtı. Atina, Isparta’ya yenilince
kısa bir yönetim değişikliği oldu. Ancak, idareden
uzaklaştırılan demokrasi taraftarları süratle toparlanıp,
yeniden işbaşına geçti. Bu sonuç, Sokrates’ı eleştiri
oklarının odağına yerleştirdi ve ona en az yakıştırılacak
bir suçlamayla -dinsizlikle- itham edilerek, yargılandı. Mahkeme
heyeti karşısındaki eşsiz savunmasını Platon günümüze
ulaştırmıştır. Ancak her şeye rağmen taraflı ve peşin
hükümlü yargı heyeti onu, tarihte eşi zor görülür bir
adaletsizlikle, ölüme mahkûm etti. 70 yaşındaki Sokrates af
dilemedi ve şerefiyle ölüme yürüdü. Platon bu olayı
“Phaidon”da şöyle anlatır: “-Geriye
bizler kaldık ve kendi aramızda, durumu ve son konuşmaları bir
kez daha gözden geçirdik. Sonra, başımıza gelmiş olan bu
uğursuzluğa verdik, veriştirdik. Artık, çok sevdiği babasını
yitirmiş bir yetim gibi hayatımızı sürdürmek zorunda
kalacağımız kanaatine hepimiz iştirak ettik.
O, yıkandıktan ve yanına
getirilen çocuklarıyla ve yakını olan kadınlarla Kriton’un
yanında bir süre konuştuktan sonra; onları dışarı gönderdi ve
geri döndü. İçeride uzunca bir süre kalmıştı. Artık güneş
batmak üzereydi. Yanımıza gelir gelmez tekrar yıkandı ve oturdu.
O ana kadar konuşmamıştı. Bu sırada içeriye ‘On birler’in
adamı girdi ve ona yaklaşarak şunları söyledi: “-Sokrates! Ben
görevim gereği, kendilerinden bu zehri içmelerini istediğimde
bana tepki gösteren kimselere karşı duyduğum hisleri, sana karşı
asla duymayacağımdan eminim. Senin, burada şimdiye kadar
karşılaşmış olduğum kimselerin en yücesi ve en iyisi olduğunu
görüyorum. Bundan dolayı öncekiler gibi davranmayacağını da
çok iyi biliyorum. Çünkü seni gerçekte kimlerin buraya getirdiği
hususunda en az benim kadar bilgin vardır. Kızacaksan, sen zaten
onlara kızarsın. Şimdi sana ne söyleyeceğimi de anlamışsındır.
Elveda! Sana, değiştirilmesi mümkün olmayan kaderine boyun
eğmekte kolaylıklar diliyorum”. Bunları söylerken birden bire
ağlamaya başladı ve sonra hemen dönüp, dışarı çıktı.
Sokrates ise arkasından bakarak: “Sana da elveda! Biz de üzerimize
düşeni yapacağız” dedi ve şunları söyledi: “Ne kadar nazik
bir adam. Bana hep iyi davrandı, benimle çok hoş konuştu.
Gerçekten çok iyi bir insan. Şimdi bakın nasıl samimiyetle
ağlıyor. Haydi Kriton! Biz de gerekeni yapalım artık. İçecek
hazırlanmışsa getirsinler, değilse hazırlasınlar”. Bunu duyan
Kriton: “Ama Sokrates, dışarıda dağlar hâlâ görünüyor,
demek ki henüz gün sona ermemiş. Hem ayrıca diğer mahkûmlar
infazdan önce kendilerine daima bir ziyafet çekip, alem yaparlar.
Sen niçin acele ediyorsun? Daha vakit var.” Sokrates, Kriton’un
sözlerine şu karşılığı verdi: “–Onların böyle
davranmaları çok normal, çünkü, bu şekilde bir şeyler
kazanacaklarını sanırlar. Oysa benim için, bu işin hemen veya
bir süre sonra olması, aynıdır. Eğer ben hayata, “beni hiç
bırakma” diyerek yapışırsam, artık benim olmayanı istemek
gibi komik bir duruma düşerim. Haydi beni dinle ve söylediğimi
yap!” Bunun üzerine Kriton yanında duran çocuğa dönerek kapıyı
işaret etti. Çocuk dışarı çıktı ve biraz sonra, elindeki bir
çanakta zehir taşıyan bir adamla geri döndü. Sokrates adama
“Pekalâ sen herhalde bununla ne yapacağımı biliyorsundur!”
Adam “Fazla bir şey yapman gerekmez. Sadece bunu içtikten sonra,
bacakların ağırlaşıncaya kadar biraz dolaşır, sonra yere
uzanırsın ve, bu etkisini gösterir.” diyerek çanağı uzattı.
O da çanağı hiç önemsemeden aldı, öyle ki; ne eli titredi, ne
de yüzünün rengi veya şekli değişti. Her zaman yaptığı gibi
karşısındakinin yüzüne bakarak : –“Bunun fiyatı nedir,
karşılığında ne istersin?” Adam onun şaka yaptığını
anlamamış olmalı ki “–Biz sadece etkili olacak kadarını
hazırlıyoruz, Sokrates!” karşılığını verir. Sokrates,
“Anlıyorum, şimdi bir sakıncası yoksa biraz dua etmeliyim:
‘Buradan oraya yolculuğumu kolaylaştır! Artık hazırım.’ der
demez, zehri hiçbir korku ve tereddüt emaresi göstermeden içip,
bitirdi.
Çoğumuz, ağlamamak için
kendimizi ancak bu noktaya kadar zaptedebilmiştik. Onun bu
hareketlerini görünce, artık hiçbirimizin daha fazla tahammülü
kalmadı. Ben, gözlerimden -damla damla değil- seller gibi yaşlar
boşanınca, yüzümü saklamak zorunda kaldım. Bizi özellikle
yıkan şey, böyle yüce bir dostun kaybıydı. Ben, hem ona, hem de
bu kaybım nedeniyle kendime ağlıyordum. Göz yaşlarını
tutamayan Kriton benden daha önce, köşelerden birine çekilmişti.
Ağlamaya bizlerden önce başlayan
Apollodoros’un bitmek bilmeyen hıçkırıkları da yüreklerimizi
dağlıyor, Sokrates dışında hepimizi perişan ediyordu. O ise
hiçbir şey yokmuşçasına büyük bir metanetle “Ne yapıyorsunuz
öyle bakayım? Sizler ne biçim adamlarsınız!.. Ben kadınları,
böyle yapmasınlar diye göndermiştim. Ölmek üzere olan bir
insanın sükûnete ihtiyacı olacağını işitirdim. Onun için
şimdi sizler de susun ve metin olun!” Bu sözleri duyunca öyle
utandık ki ağlamayı kesip, hemen toparlandık. O ise, rahat bir
tavırla odada dolaşmaya devam etmekteydi. Nihayet bacaklarının
ağırlaştığını anlayınca, celladın söylediği gibi sırtüstü
uzandı. Bundan sonra bu görevli şahıs, onun ayaklarını ve
bacaklarını yoklamaya başladı. Sonra ayağını sıkarak, bir şey
hissedip hissetmediğini sordu. “Hayır” cevabını alınca
dizini sıktı ve yavaş yavaş yukarıya doğru çıkarak, zehrin
etkisinin nasıl yayıldığını bize göstermiş oldu. Sonra bir
kez daha yoklayarak bize “–Kalbe ulaşınca bu iş bitecek!”
dedi. Bedeninin alt kısımları iyice soğumuş olan Sokrates
üzerine örtmüş olduğu örtüyü birdenbire açarak son sözlerini
söylemeye başladı: “–Ey Kriton! Bizim Asleipos’a borcumuz
vardı. Bunu ona ödeyin, ama sakın unutmayın!” “Bunu yapılmış
bilin.” diyen Kriton sordu “–Başka bir şey söylemeyecek
misin?” Sokrates, Kriton’a cevap vermedi. Biraz sonra titredi ve
tamamen hareketsiz kaldı. Görevli üzerindeki örtüyü kaldırınca,
bakışlarının sabitleşip, donduğunu gördük. Bunun üzerine
Kriton onun gözlerini ve ağzını kapadı.
İşte
yüce dostumuzu akıbeti böyle oldu. Hepimiz onun, gördüklerimiz,
tanıdıklarımız ve sınadıklarımız içinde en soylu, en
anlayışlı ve en doğru kişi olduğuna hemfikirdik...”
Sokrates’ın Öğretisi
Sokrates, Yunan tarihinin, siyasi ve
sosyal bakımdan, en karmaşık dönemlerinden birinde yaşamakta
olduklarını ve böyle bir ortamda kendisinin görevinin de;
toplumu, hızla içine yuvarlandığı kaostan kurtarabilmek için
insanları uyarmak olduğunu söyler. Öğrencilerinden Platon onun
bu inancını şöyle ifade etmişti: “Devletimiz, atalarımızdan
bize bozularak intikal eden örf ve adetlerle, son derece kötü bir
şekilde yönetilmektedir, çünkü dayanak noktası olan değerler,
tamamen dejenere durumdadır.”
W.
Weischedel ise, Sokrates’ın bu “uyarı” ve “eğitim”
görevini nasıl ifa ettiğini şöyle anlatır: “Sokrates, daima
yüreğinin sesini
dinlediğini ve böylelikle gerçekte Tanrı’yı dinlemiş olduğunu
söyler. O, ömrü boyunca sürdürdüğü ilginç öğretmenlik
uğraşını, içinden gelen ve Daimonion
olarak adlandırdığı
sese uyarak
yerine getirmiştir. O, en sıradan işlerden, en üst düzeydeki
ahlâki sorunlara kadar, insan hayatının her cephesine yönelik söz
ve davranışlarında–hiçbir
zaman kesilip, susmayan, asla duymazlıktan gelemediği, bir tür
uyarıcı olarak sürekli muhatap kaldığı ve Tanrısal olduğuna
inandığı–bu iç
sese uymayı sürdürdüğünü belirtir. Böylelikle tüm hayatı,
Tanrı’nın talimatlarına riayetle geçer. Ölümü de bu
çerçevede algıladığını şöyle ifade eder: “-Ey
Atinalı erkekler! Tanrı’nın beni bizzat görevlendirdiği bu
yerde ben; gerçekleri söylemekten, inancımın gereklerini yerine
getirmekten ve icabında çevremdekileri uyarmaktan, ne ölüm
tehdidi ne de bir başka tehlike
nedeniyle asla vazgeçip nöbet yerimi terk edemem.”
Kadere ve Tanrı’ya güveni, ölüm anındaki şu sözlerinden
bellidir. “–Şimdi görevim bitti ve gitme zamanım
geldi. Artık benim için ölüm, sizin için yaşama zamanı...Ama,
hangimizin akıbetinin daha iyi olacağını, ancak Tanrı
bilmektedir.”51
Sokrates,
Daimonion’un
onu daima iyiye ve güzele yönlendirdiğine ve onu kötülük
yapmaktan alıkoyduğuna inanırdı. Onu tanıyanlar, Sokrates’ın
diğer insanlardan çoğundan farklı birçok özellik ve
davranışlara sahip olduğunu söylerler. Meselâ Alkibiades şunları
anlatır: “ Belirli bir yerde durup, bir konu üzerine yoğunlaşarak
sabahtan itibaren hareketsiz bir şekilde, sanki
ruhen başka alemi ziyaret ediyor gibi
dururdu. Hiç kimse önünden geçmezdi. Bu durum, öğlene doğru
halktan bazılarının dikkatini çeker, birbirlerine, onun ne
zamandan beri böyle durup, düşündüğünü sorarlardı. Ve bu
şekilde akşam olurdu. Evlerin içi çok sıcak olduğu için gece
dışarıda yatanların hayret dolu bakışları altında sabaha
kadar bu halde kalır, ve nihayet güneşe yönelik olarak dua
ettikten sonra yerinden ayrılırdı. İradesine öylesine hakimdi
ki, ondan başka hemen herkesi baştan çıkarabilecek durumlarda ve
hemen hiç kimsenin onu göremeyeceği mekanlarda bile kendisini
daima tam bir denetim altında tutardı. O böyle insanlardan uzak
yerlerde de, kalabalıkların arasında da erdemli tavır ve
tutumlarını aynen sürdürürdü.”
Yazar ve komutan Xenephon, Sokrates’ı
şöyle anlatır: “O daima insanı ilgilendiren konular üzerinde
konuşur; neyin dindarca neyin dinsizce, neyin güzel neyin çirkin,
neyin adil neyin adaletsiz, neyin manâlı neyin manâsız
olduğunu; iyi bir devletin iyi bir yönetimin ve iyi bir
yöneticinin nasıl olması gerektiğini ele alır; iyi ve soylu
birisi olabilmek için bunların tamamının bilinmesi gerektiğini
söylerdi.”
Sokrates,
insanları bu önemli konularda aydınlatırken orijinal bir yöntem
kullanırdı. Bu, öğrencinin sorular sorup öğretmenin cevaplarını
verdiği klâsik sistemin tam tersi olan bir metottu. Soruyu o sorar,
belirli uzunluktaki diyalog sonunda cevabı muhatabı verirdi.
Sokrates, bu çabasını, annesinin mesleği olan ebeliğe
benzetmekteydi: “Ben yüce düşünceleri yoktan var eden birisi
değilim. Ben ancak karşımdakine, ruhunda zaten mevcut bulunan
yararlı ve geçerli düşünceleri doğurması
ve dile getirmesi için yardımcı olabilirim.”
Sokrates toplumun ve bireyin kurtuluş
reçetesini, yani mutlaka yerine getirmek zorunda oldukları görevi;
“yaratılış amacına uygun yaşamak” şeklinde formüle eder.
Bunun yolu da “bilgi” ile “erdem”in ideal bileşiminden
geçmektedir. İnsanın yücelmesi ve mutlak huzuru, ancak bu yolla
mümkündür. Erdemin bilgiyle sentezi, Sokrates’ın öğretisinde
ana temadır. Ona göre, iyi, faydalı ve güzel hareketler insanı
mutluluğa ulaştırırken; kötü hareketler ise başarısızlığa
ve felakete götürür. Bir hareketin iyi olması için, o hareketin
faydalı sonuçlar vermesi ve insanın var ediliş gayesine uygun
olması gerekir. İnsanın nihai hedefi “en üst düzeyde ahlâki
tekâmül” olmalıdır.
Sahaikan,
erdem kelimesinin-içgörü,
mükemmellik, yetenek ve sağgörü-gibi
çeşitli anlamlar taşıdığını, Sokrates’ın bu kavramla,
“insanın hedefi olması gereken gerçek
ve mutlak iyi”ye
göndermede bulunduğunu belirtir. Sokrates, geçici istek, heyecan
ve duyguların insan için güvenilir kılavuzlar olamayacağını,
ancak rehberi “doğru bilgi” (yalnız dış dünyanın değil; en
az, onun kadar kendi öz tabiat ve niteliğinin de doğru bilgisi)
olan kişinin, daima doğru
davranma şansına sahip
bulunduğunu söyler. Felsefe tarihçileri, elinde felsefi bir
literatür birikimi bulunduğuna dair hiçbir bulguya rastlanmayan
Sokrates’ı, kendi kendini yetiştirmiş bir bilge olarak niteleme
eğilimindedirler. Görevine önce Sofistlerin yanlış ve yanıltıcı
görüşlerinin toplumdaki olumsuz etkilerini giderme yönündeki
çabalarıyla başlayan Sokrates, Sofistlerin insanlara rehber
olarak önerdiği “duygu ve arzular” yerine, iç görüyle elde
edebileceğimiz “kendimize
ait kesin
bilgi”yi koyar.
Sokrates bir mabedin duvarına kazınmış olan Gnothi
Seauton! (Kendini bil, kendini
tanı !) sözünü sürekli olarak tekrarlayarak, çevresindekilere
bu hususun önemini daima hatırlatmıştır.
Kendini ve var ediliş amacını bilen
kişi, yapılması gerekeni yapılmaması gerekenden kolayca ayırt
ederek, daima huzur içinde yaşar. İnsanın iç alemine ait bu
irfan, erdemin de kaynağıdır. Böylelikle Sokrates’da bilgi,
erdemle özdeşleşmiş olmaktadır.
Sokrates
genelde, insanların bilerek ve isteyerek kötülük yapmayacağını;
normal bir kişinin, normal şartlarda kendi kendine fiziksel olarak
zarar verecek bir şeyden kaçındığı gibi, ahlâken kötü
şeylerden de-eğer
onların niçin kötü olduğu ve muhtemel sonuçları hakkında
yeterli bilgiye sahipse-kaçınacağını
söyler. Bir insan, ancak yeterince aydınlatılmamışsa kötülük
yapabilir.
Bilgi
ile özdeşleşen erdem, bu şekilde iyiye, huzura ve mutluluğa
götürür, ama bazen kötü davranışlar, bir kendini aldatma
süreci çerçevesinde de ortaya çıkabilir. Böyle bir durumdan,
bilgi eksikliğinden çok erdem eksikliği, yani kişinin kendine
karşı dürüst davranmaması sorumlu olabilir. Gerçek üstünlük,
fiziksel güçle değil, manevi meziyetlerle ölçülmelidir. Bunun
için ruhun yüceltilmesi ve kusurlardan arındırılması çabası,
lüks içinde yaşama tutkusuyla servet peşinde koşmaktan çok daha
güzel bir hedeftir. İyi bir insan, kötü olandan daha güçlüdür.
Ve onun başına gerçek anlamda hiçbir felaket ve zarar gelmez.
Çünkü gerçek zarar manevi olandır ve bu nedenle iyi bir insana,
ondan güçlü de olsalar, kötü kimseler zarar veremezler. Mutluluk
da ancak ruhun manevi ihtiyaçlarını gidermekle, yani doğru
yaşamakla teminat altına alınmış olunur.
Sokrates,
batı düşünce tarihinde Bilge
Kişi anlayışının en
yetkin örneklerinden biridir. O, bilgece hayatı boyunca “-
Kendini bil!”
ve “Ölçülü ol!”
ilkelerine, hem teoride hem de pratikte sonuna kadar uymuştur. Bu
ilkelerden birincisi Platon, ikincisi de Aristoteles tarafından ele
alınıp, genişletilerek sistemli birer felsefi öğreti haline
getirilmişlerdir.
Sokrates
Sonrası Dönem
Sokrates herhangi bir felsefi okul
kurmamış ve hiçbir zaman da böyle bir niyetinin olduğunu ifade
etmemiş olmasına rağmen öğretisi; taraftarlarının ve
öğrencilerinin oluşturdukları çevrelerce ortaya konan çeşitli
düşünce sistemlerine kaynaklık etmiştir. Sokrates’ın en
başarılı öğrencisi Platon’un eski Yunan düşünce tarihinde
“sistematik felsefe” dönemini başlatan ünlü öğretisini ele
almadan önce başlıca temsilcileri Antistenes, Diogenes ve Krates
olan “Kinik Felsefe Okulu”nu kısaca gözden geçirmek uygun
olacaktır. Çünkü Kinizm, daha sonraları, etkileri binlerce yıl
sürecek bir felsefi yaklaşım olan Stoacılığa dönüşecektir.
Kinikler
Zamanla Stoa felsefesine de temel
teşkil edecek olan Kinik düşünce okulunun esas aldığı ilkeler
“bağımsızlık, özdenetim ve en mükemmel iyilik hali olan
fazilet”dir. Bu Kinik ilkeler daha sonra Stoacılığa dönüşmek
suretiyle, batı felsefesini çok uzun bir süre boyunca
etkileyecektir. Orta Çağda oldukça açık bir şekilde müşahede
edilebilen bu etki, günümüzün bazı düşünürlerinde bile
görülmektedir.
Kinizmin
ilk temsilcisi, gerçek Sokratik maneviyatın izleyicisi olduğunu
ileri süren Atina’lı Antistenes (M.Ö. 445-365) idi. Tarihçi
Teopompus ondan, Sokratiklerin en ünlüsü olarak söz eder.
Antistenes’in hem Sokrates ile hem de Sofist Gorgias ile ilişkileri
olmuştur. Antistenes; öz
güven, sabır, metanet ve çalışkanlığı,
en mükemmel iyilik hali ve insanı gerçek mutluluğa götürecek
tek yol saydığı “fazilet”in
temel esasları olarak görür. Ona göre mutluluk fazilete eşlik
eden sekonder bir şey olmayıp, bizzat faziletin kendisiyle özdeş
olan bir şeydir. “İnsanın mükemmelliği, faziletle yaşamasının
tabii sonucudur” diyen Antistenes fazileti, ahlâklı yaşamayla da
özdeş görüyordu: “Erdem en güçlü silahtır. Kim erdemli bir
hayat sürdürürse, bağımsız kalmak ve dünyanın muhtemel
risklerinden sakınmak suretiyle gerçek huzura ulaşır. O zaman
faziletin bizzat kendisi hedef olur çünkü, erdemli kişi, günlük
hayatın değişmelerinden etkilenmeksizin tam bir özgürlük ve
bağımsızlıkla mutluluğa ulaşabilir. Biz, çevremizdeki dünyayı
tamamen denetleme gücünden yoksun olduğumuza göre, yapmamız
gereken şey, iç dünyamızı, arzu ve isteklerimizi kontrol altında
tutmaktır. Çünkü bizi zincirleyen, hepimizi kölelere çeviren
şey, sonu gelmez isteklerimizdir. Bu durumda kurtuluş, en temel ve
zorunlu ihtiyaçlarımız dışında kalan isteklere tam bir denetim
getirebilmekte yatar. Bunun için kişi doğru düşüncelerden
oluşan ve içine arzuların ulaşamayacağı ‘entelektüel
bir kale’ hazırlamalı
ve orada boş heveslerden korunmuş bir şekilde yaşamalıdır.
Böylelikle fazilet, bencil tutkulardan ve gereksiz şeyleri temin
çabası sonucu içine düşülecek sefaletten kurtuluşun anahtarı
olur. Faziletin karşıtı ise günahlar ve kötülüklerdir.
Arzularımın kalbimi esir almasındansa, deliliğin zihnime hakim
olmasını tercih ederim.”
Gözle görülemeyen Tek bir Tanrı’ya
inancı savunan Antistenes, bireyciliği ön plâna çıkararak,
siyasi görüşleri bakımından da Sokrates’ı izledi. Ahlâki
olarak yozlaşmış sosyal düzenin baştan sona yeniden elden
geçirilmesi gerektiğini ileri süren Kinikler, tüm insanların
kardeş olması nedeniyle savaşa ve köleliğe de karşı çıktılar.
Ayrıca, toplum içindeki yoksulların ve zayıfların problemlerini
çözmek, muhtaç anneleri ve çocukları korumak için bazı sosyal
organizasyonların gerçekleşmesi gibi reformları savundular.
Kiniklerin belki de en ünlü olanı
Sinop’lu Diogenes (M.Ö. 412-323)’tir. Antistenes’in öğrencisi
olan Diogenes, zamanın “tüm sosyal değerlerine” karşı eşi
görülmemiş bir savaş başlatmıştır. O çağlarda dünya
başlıca iki ana kültür kuşağına ayrılmış durumdaydı.
Diogenes bunların ikisini de, başta Atina ve Korint olmak üzere,
yaşadığı değişik şehirlerde yakından inceleme ve tanıma
imkânı bulmuş ve her iki kültürü de yaratılışa aykırı ve
yozlaşmış olarak nitelemiştir. Ona göre, böyle bir ortamda
zorunlu ihtiyaçların karşılanması dışında hiçbir sosyal
etkinliğe katılmamak, toplumun yürürlükteki tüm ilkelerini
reddetmek, faziletin ta kendisi olup, çıkmıştır. Sade bir hayat
sürmek, lüks ve fantezilerden uzak kalarak güçlü bir
öz-denetimle gereksiz isteklere karşı çıkmak, mutluluğun
başlıca reçetesi olarak görülmelidir. Diogenes’e ait olduğu
iddia edilen doğruluğu şüpheli birçok rivayet mevcuttur.
Bunlardan birine göre Diogenes, köle olarak satılması üzerine
efendisine, mesleğinin insanları yönetmek olduğunu söylemiş ve
onun çocuklarına dersler vermiştir. Gündüzleri Atina
sokaklarında elinde bir fenerle dolaşarak “dürüst bir adam”
aradığı da anlatılır. Bir gün dünya fatihi Büyük İskender
ona “-Dile benden ne dilersen!” deyince, “Gölge etme, başka
ihsan istemem!” karşılığını verdiği ve bu cevap üzerine
İskender’in duygularını “İskender olmasaydım Diogenes olmak
isterdim!” sözleriyle dile getirdiği de bu rivayetler
arasındadır. Aristoteles’in, Atina’da herkesçe tanınan bir
kişi olarak söz ettiği Diogenes, toplumun yerleşik kurallarını
sorgulamak suretiyle gerçekleştirdiği fonksiyonu “şüpheli
paranın üzerini kazımak” olarak tanımlamış, yani bu şekilde
“piyasayı, sahte değerlerden temizlemeyi” hedeflediğini
belirtmiştir.
Kiniklerin üçüncü ve son dikkate
değer temsilcisi olan ve milâttan önceki dördüncü asrın
ortalarında yaşayan Tebesli Krates, Kinik felsefe ile Stoacı
felsefe arasında bir geçiş halkası sayılabilecek bir öğreti
geliştirmiştir. Krates ve kendisi gibi çok zengin bir kişi olan
karısı, tüm servetlerini bir kenara itip, üstatları
Diogenes’inkine benzer bir hayat sürdüler. Ancak Krates’in
öğretisinin, hocasınınkinden çok daha ılımlı, benimsenebilir
ve uygulanabilir olduğu, sevimli ve nazik kişiliğiyle de büyük
sempati topladığı anlaşılmaktadır. Diogenes’in iğneleyici ve
aşırı derecede dobra olan menkıbelerinin tersine, Krates’in
ince espiri ve nükteleriyle insanları nasıl etkilediğine “Cüzdan”
isimli şiiri güzel bir örnek teşkil eder. Çok tanrıcılığı
subjektif bir zan ve iddia olarak niteleyen Krates, gerçek Tanrı’nın
varlığının ve özelliklerinin, kâinattaki düzenin ve güzelliğin
incelenmesi suretiyle kavranabileceğini vurgulamıştır.
Kinizm, sonunda “erken Stoacılık”ın
ilk örnekleriyle birleşti. Kinik gelenek, Stoacı öğreti içinde,
daha ılımlı ve benimsenebilir bir tarzda varlığını sürdürdü.
İlk Kinikler tüm istek ve tutkuların yok edilmesini gerçek
mutluluk ve kurtuluş için yegâne çare olarak gösterirlerken, son
Kinikler hayatı bir tiyatro, Tanrı’yı da her insanın rolünü
belirleyen bir yazar olarak görüp; kişinin ister zengin, ister
yoksul; ister hasta isterse sağlıklı; ister özgür, isterse
tutsak olsun; rolünü olduğu gibi benimseyerek, elinden gelenin en
iyisini yapmakla yükümlü olduğunu vurguladılar.
Hedonizm: Kireanik
Hazcılık
Kinizm
ile taban tabana zıt olan ve Kinik öğretinin tüm tezlerine karşı
birer antitez niteliğindeki kabullerden oluşan Kireanik Hedonist
felsefe de, görünüşte, Kinik felsefe gibi Sokratik öğretilerden
kaynaklanmıştır. Şu farkla ki, Kinikler, Sokratik erdem
kavramının önemini aslına sadakatle vurgularken, Kireanikler,
“mutluluğun erdemli davranıştan doğduğu” şeklindeki
Sokratik ilkeyi, “Erdemli insan mutluluğa nasıl ulaşacağını
bilen ve ne yapıp edip ona ulaşan insandır.” şeklinde
değiştirmişler ve ayrıca, bunun da ancak bedeni ihtiyaçların
doyurulmasıyla sağlanacağını öne sürmüşlerdi. Gerek Kinik,
gerekse Kireanik öğretiler bir süre sonra daha karmaşık felsefe
sistemlerine dönüştüler. Kinik öğretiler gelişerek Stoacılığa
temel oluştururken, Kireanik hazcılık daha sonra Epikürcülüğe
dönüştü. Ayrıca bu iki farklı öğreti, asırlar boyunca da
birçok değişik felsefe sistemi içinde varlıklarını
sürdürdüler. Meselâ, Stoacılığın ana kavramları Hıristiyan
Felsefesi, Kant, Spinoza ve diğer birçok ünlü düşünürün
öğretilerinde kendilerini hissettirirken, Kireanik hazcılığın
temel görüşleri de Faydacılık, Freudçuluk ve Darwincilik gibi
yaklaşımlarda tekrarlana geldiler.
Kireanik
hazcılık, görünüşteki hareket noktası ne olursa olsun, sonunda
”hazların, geçici de olsalar, insan hayatının başlıca
amaçları ve hedefleri” olduğu iddiasını esas alır. Bu
yaklaşımın başlatıcısı Kireneli Aristippus (M.Ö. 435-355)
Sofist Protagoras’ın izafiyet öğretisinden oldukça
etkilenmiştir. Aristippus, Sokrates’ın “Erdem, mutluluğun sine
qua non’udur.”
şeklindeki prensibini, “Haz, mutlulukla eşdeğerdir.” şeklinde
değiştirerek, hazzın insanın ulaşabileceği en yüksek hal veya
mertebe olduğunu iddia etti. Daha da ileri giderek öğretisine,
aslında tüm hazların bedeni arzuların doyumundan ibaret olduğu
gerekçesiyle, hazların bazılarını diğerlerinden ayrı veya
üstün tutmanın hiçbir anlamı olmadığı iddiasını da ekledi.
Hedonistler, hazlar arasına nitel değil ancak yoğunluk ve süre
gibi nicel farklılıklar olabileceğini öne sürdüler. Bu öğretiye
göre, gerçekte hiçbir haz bizzat kötü değildir. Her ne kadar,
geleneklerde ve kanunlarda bazı hazlar iyi, bazıları da kötü
veya düşük nitelikli addedilmişlerse de bu kabulün mantıksal
bir temeli yoktur.
Aristippus hazları, genelde elem ve
ıstırap yüklü bir şekilde devam eden insan hayatının akışı
içinde istisnai olarak yer alan hoşnutluk ve keyif verici haller
olarak tasvir etti. Kireanikler, hazzın insan hayatının tek
değerli unsuru olduğu yönündeki inançları nedeniyle, pratik
uygulamaları dışında tüm felsefi, matematiksel ve kültürel
faaliyetleri boş ve gereksiz olarak nitelediler. Ancak yararcı
yaklaşımları nedeniyle pratik sonuçları için mantıkla
ilgilendiler. Protogoras’ı teyit ederek, insan bilgisinin
duyumlarla sınırlı olduğunu ve duyuların dış dünyada nesnel
karşılıklarının bulunmadığını savundular. Bu durumda, insan
kendi subjektif duygu durumları dışında hiçbir şeyi bilemez. Ve
böylece, öznel yaşantılarımız olan duygular, varoluşumuzun
tamamını kapsar. Böyle bir durumda da mutluluk için, hayatımızın
her anında mümkün mertebe fazla haz almamız gerekir. Anlık ve
geçici de olsa haz peşinde koşmak, Aristippus’a göre, insanın
yapabileceği tek anlamlı faaliyettir. Çünkü, geleceğe dair
hiçbir teminatımız yoktur ve ölüm her an gelebilir. Böylelikle
Sokratik erdem anlayışı, tamamen ters-yüz edilerek, sadece haz
elde etmenin ve haz miktarını arttırmanın bir tekniği olup,
çıkar. Ama Aristippus, öğretisine hiç değilse görünüşte ve
şekilde bir Sokratik unsur katarak erdemli bir bilgenin, hazzı
yaşarken daima kontrollü ve ölçülü olması gerektiğini söyler.
Her türlü entelektüel, etik ve
estetik unsuru dışlayıp, insanı hayvanlara benzer şekilde sadece
fizyolojik dürtüleri peşinde koşan basit bir yaratık durumuna
düşüren Kireanik hazcılığın kötü sosyal etkilerini ve
olumsuz sonuçlarını düzeltmek amacıyla Annikenis ve Euhemerus
adlı düşünürler bazı girişimler de bulundularsa da, Hedonik
çizgi, son ulaştığı noktada haz-elem bilançosu negatif çıkan
izleyicilerine tek kurtuluş yolu olarak “intihar”ı önermek
zorunda kaldı. Kireanik hazcı okulun son temsilcisi Hegesias’a
göre insan hayatının çok büyük bir kısmına ve insanların da
büyük bir çoğunluğuna hakim olan acılardan ve çilelerden
kurtuluş için intihar, tek mantıklı çözüm yoludur. Ona göre
insanoğlu, arzularının sınırsızlığı ve bunların
karşılanmasındaki yetersizlik nedeniyle, ölümü serinkanlılıkla
tercih etmelidir.
Böylece, hazzı artırmak ve
yaygınlaştırmak amacıyla yola çıkan bu ekolün gelip, dayandığı
nokta, izleyicilerine “sistematik bir intihar girişimi” önermek
olmuştur.
Platon
Etik ağırlıklı felsefi sistemi,
mutlak olanı temsil eden idea veya eidos kavramı üzerine kurulu
olan Platon’un görüşleri, hem Hıristiyan, hem de İslam
felsefesini derinden etkilemiştir. Aristoteles ile birlikte, tüm
Orta Çağ’a egemen olan Platon’un tesiri, günümüze kadar süre
gelmiştir. Aslında Platon ve Aristoteles’nun felsefeleri, çağlar
boyu birbiriyle yarışmış, Platonizm en yaygın egemenliğini Orta
Çağ’ın başlarında tesis ederken, Aristotelesçi görüşler
özellikle daha sonraki dönemlerde ağırlıklarını
hissettirmişlerdir.
Platon,
M.Ö. 427 yılında Atina’nın ileri gelen soylu ailelerinden
birinde dünyaya geldi. Sokrates ile karşılaşıp, ondan “–Edebiyat
yapmayı bırak, felsefe öğren!”
tavsiyesini aldığında, yirmi yaşındaydı. Sekiz yıl ondan ders
aldı. Sokrates’ın yargılanarak idam edilmesi karşısında
duyduğu üzüntü ve öfkeyle Atina’yı terk etti. Artık Platon
için seyyahlık dönemi
başlamıştı. Bir süre Eukleides’in yurdu olan Megara’da
kaldıktan sonra, Mısır’a giderek orada uzunca süre yaşadı.
Mısır bilgeliğini, dinini ve rahiplerini yakından tanıdı. Bazı
kaynaklarda yer alan “seyahatini daha doğuya, Hindistan’a kadar
sürdürmüş olduğu” yönündeki iddiaları, Platon tarafından
kalem alınan ve Doğu kaynaklı öğretilerin derin izlerini taşıyan
bazı yazılar da desteklemektedir. Batıya dönünce, vatanına
değil, İtalya’ya yerleşti. İtalya’yı gezip, gördükten
sonra, Sicilya’daki Yunan kolonilerinde Pythagorasçılarla yakın
ilişkiler kurmuş, 40 yaş civarında iken Siraküs’e gelerek bir
süre Tiran Diyonis’in yanında kalmıştır. Danışmanlık
yaptığı Diyonis’e bazı tavsiyelerde bulunmuş, ancak
nasihatleri netice vermeyince, sonunda Atina’ya geri dönmüştür.
M.Ö. 387’de Atina dışındaki bir zeytinlikte, bir manâda
bugünkü üniversitelerin prototipi sayılabilecek olan “akademia”yı
kurmuştur.
Platon,
kendisinden sonra, asırlar boyu ayakta kalacak olan bu müessesede
ömrü boyunca ücretsiz dersler vermiştir. Bu okul, bir felsefi
tartışma ortamı oluşturmasının yanında, verimli bir araştırma
merkezi olarak da etkili olmuş; derslere katılan öğrencilere,
matematikten retoriğe kadar uzanan pek çok farklı alanda eğitim
verilmiştir. M.Ö. 4. yüzyıldaki önemli matematik çalışmalarının
çoğu ‘akademia’da,
Platon’un öğrencileri veya dostları tarafından
gerçekleştirilmiştir.
Batı’da
konik kesitler teorisi, ilk defa burada ele alınıp, öğretildi.
Katılar geometrisinin kurucusu Theaitetos, ‘akademia’
üyesiydi. Orantılar teorisinin yazarı olan, eğrilerle
sınırlanmış alanları ve hacimleri “tüketme yöntemi”yle
hesaplamayı bulan ve eşmerkezli kürelerin astronomik şemasını
hazırlayan Knidos’lu Eudoksos, Platon’la çalışabilmek için
okulunu Atina’ya nakletmişti. Tabiat tarihi, hukuk ve yasama
konularında da çalışmaların yapıldığı ‘akademia’daki
araştırma ve eğitim etkinlikleri, Platon’un ölümünden sonraki
üç asır boyunca devam etmiştir.
Başka
düşünür ve yazarlarca, Platon’un kişiliğiyle ilgili olarak
hazırlanmış olan eserler çok azdır. Öğrencisi Aristoteles’e
göre o, “övmek için bile olsa; kötülerin, hakkında asla
konuşmaları meşru olmayan” mükemmel ve asil bir insandı.
Platon, Eski Yunan felsefesinde
Herakleitos’tan Pythagoras’a uzanan önemli bir geleneğin
mirasçısı olmuştur. Hem üstadı hem de “yaşlı dostu” olan
Sokrates ile birlikte, felsefenin bir yandan sağlam ve tutarlı
düşünce ve çıkarımlara; bir yandan da akıcı ve zengin bir dil
kullanımına önem veren klâsik çizgisi üzerinde yer almıştır.
Kendisinden bize hiçbir yazılı metin kalmamış olan Sokrates’ın
uyguladığı “diyalog” metodunu bir yazı biçimi haline
getirerek, üstadına bu yazı türünün baş kişisi olarak yer
vermiştir. Yeni Çağa kadar kullanılan bu tarzın en yetkin
örneklerini Platon yazmıştır.
Sokrates öncesi fizikçilerin
eserlerinden, hiç değilse onlarda yer alan önemli görüşlerden
haberdar olduğu anlaşılan Platon’un, yarı dini bir akım olan
Pythagorasçılıkla da yakın ilişkileri olduğu söylenir.
Metinlerindeki mistik ve sembolik unsurlar; Mısır, Hitit ve Asya
gezilerinde tanıştığı öğretilerle ve bu gibi ilişkilerle
açıklanır. Sokrates’ın en önemli etkisi ise, Platon’un
felsefeyi temelde “faziletli yaşama bilgisi” olarak görmesini
teminidir. O da, Sokrates’ın, erdemin bir bilgi sorunu olduğu
kanaatine bağlı kalarak, eserlerinde kendi bilgi sistemi
çerçevesinde, faziletli ve iyi bir hayatın entelektüel şartlarını
ele almıştır.
Platon’un tüm yapıtlarının
günümüze ulaştığı sanılmaktadır. Ayrıca, Orta Çağda bir
çok Hıristiyan din adamı kaleme aldığı eserini Platon adıyla
imzalamıştır. Günümüzde, bu sahte metinler elenmiş ve
gerçekten Platon’a ait olan eserler, genel çizgileri bakımından
iki döneme ayrılmıştır.
Platon’un
eserleri genel olarak “Sokratik” ve “Platonik” diyaloglar
olarak ikiye ayrılır. İlk bölüm, daha çok Sokrates’ın etkisi
altındaki gençlik döneminde yazılmış metinleri, ikincisi ise
olgunluk döneminin orijinal düşüncelerine yer verilmiş olan
metinleri kapsar. “Theaitetos Diyalogu” bu iki dönemi ayıran
sınır olarak kabul edilir. Birinci dönem metinlerinde diyalogların
baş kişisi olan Sokrates, ikinci dönemde sadece tek bir diyalogun
baş kişisidir. Öte yandan birinci dönem diyaloglarındaki tüm
kişiler gerçek kişilerken, ikinci dönemde uydurma isimlere, “Bir
Atinalı” gibi hayali şahıslara da yer verilir. Ayrıca, iki
dönemde, kullanılan dil bakımından da bariz farklılıklar
vardır. Ama, tüm bunlara rağmen, çağdaş uzmanların çoğu,
Platon’un düşüncelerinde bir kopukluk bulunmadığını, iki
dönem arasında sadece bir gelişim ve olgunluk düzeyi farkı
olduğunu, temel yaklaşımın ise nitelik ve bütünlüğünü
koruduğunu söylerler. Asıl tartışılan nokta, Platon’un
diyaloglarının ne ölçüde Sokrates’ın öğretilerini
yansıttığı ve hangi oranda da Platon’a ait fikir ve beyanlar
taşıdığı hususuna aittir.
Platon’un Öğretisi
Felsefe tarihçileri, Platon’un
ortaya koyduğu düşünce sisteminin Yunan felsefesinin doruğunu
oluşturduğu görüşünde genellikle hemfikirdirler. Kendinden
önceki düşünürlerin geçerli ve tutarlı görünen tüm
görüşleri onun öğretisinde yer almakla birlikte ortaya koyduğu
sentez, onları çok aşar.
İşe
Sofistlerin yanlışlarını analiz ve tenkitle başlayan Platon,
sonra yoğun şekilde Demokritos’a muhalefet ederek, tüm var
oluşun ‘evrensel
aklın’ tasarı ve
uygulamalarından ibaret olduğunu, kâinattaki düzenin ve
güzelliğin de bunun en büyük delili olduğunu söylemiştir.
Platon,
eski ozanlar ile bazı Yunan düşünürlerin karamsar görüşlerine
de katılmaz. Onun yaklaşımı ‘parlak
ve aydınlık bir metafizik’
olarak nitelenir: “Platon her zaman idealist felsefenin kurucusu
olma şerefini taşıyacaktır. O, insan hayatın için, ruhsal
boyutun önemini en güzel şekilde ifade ederek, manevi tekamül
için ahlâk ilke ve yasalarına uymanın önemini mükemmel bir
üslûp ve teknikle ortaya koymuştur. O, böylelikle insanlığın
en büyük öğretmenlerinden biri olma şerefini de kazanmıştır.”52
İdealizmin kurucusu Platon’un
felsefesinde temel kavram “idea”dır. İdea, Platon’a göre,
dünyada insanların aynı adı verdikleri farklı ve çeşitli
nesnelerin her birinin “o şey” (o adı taşıyan şey)
olmalarını sağlayan temel “varoluş biçimi”dir. Bu kelimeyi
felsefe tarihinde ilk defa kullanan kişi olan Platon “idea”
terimine, bir şeyin “ne”liğini belirleyen form veya maddesiz
nesne manâlarını yükler. Bu varlıklar, algılanabilir fiziksel
dünyadan farklı bir “idealar alemi”nde bulunurlar. İnsanoğlu
üzerinde yaşadığı dünyadan bu aleme, ancak belirli bir yaşama
ve düşünme disiplinin tatbik suretiyle ulaşabilir. İdeal formlar
burada, yukarıdan aşağıya doğru belirli bir hiyerarşik düzen
içinde ve hiçbir değişikliğe maruz kalmadan yer alırlar. Bu
organizasyon içinde en üstte, her ideayı “o idea” yapan İyi
İdeası vardır. İyi İdeası, bütün formları belirleyen temel
formdur.
Platon’un
idealar kavramını, üstadı Sokrates’ın kullandığı
“diyalektik akıl yürütme tekniği” vasıtasıyla geliştirdiği
sanılmaktadır. Sokrates her varlığın özünü oluşturan temel
ontolojik forma, o varlığın zahiri özelliklerini bir ip ucu
olarak kullanarak, diyalektik düşünme yoluyla ulaşabileceğini
öne sürmüştü. Platon, benzer varlıkların tamamını kapsayan
bir kümenin ortak karakterine sahip ideal biçim olarak tarif ettiği
ve idea adını verdiği bu terimi, başlangıçta bir nesnenin sınıf
adını belirlemek için kullandı. Daha sonraları bu terime;
“nesnenin kalıcı özü, nihai gerçekliği, ontolojik aslı;
primer varlık veya kâinatta kendisine birçok kopya
karşılığın tekabül
ettiği bir temel örnek veya arketip” manâlarını da yükledi.
Buna göre dünyadaki karşılıkları, bu ideanın birer taklidi,
kopyası veya o baskı kalıbından çıkmış nüshalar gibidir.
Böylece
Platon’da, bütün felsefi sistemini kuşatan hakim bir tema
olarak, “ontolojik olarak olgusal olan” ile “reel olarak
varolan” şeklinde bir metafiziksel ayırım ve dualizm ortaya
çıkar. Böylece, ontolojik olgusallık, duyular aracılığıyla
görünenden (fenomenden) ayrılmış olur. Platon’a göre maddeden
oluşan fenomenal dünya, uzay ve zaman sınırlamaları altındayken;
ontolojik-olgusal dünya, uzay ve zamanı aşan, fiziksel
sınırlamalardan ve kayıtlardan bağımsız bir nitelik taşır.
Zamanın kendisinin de maddi dünyanın yaratılışıyla başladığını
belirten Platon; fenomenal dünyanın duyular tarafından
algılanabilen ve kendisine erişilip, dokunulabilen bir alem; ideal
dünyanın ise ancak zihin tarafından algılanabilen ve fiziksel
olarak ulaşılması imkânsız bir alem olduğunu söylemek
suretiyle, asıl gerçekliğe veya nesnel olgusallığa ancak akıl
vasıtasıyla ulaşabileceğini ifade etmiş ve böylece modern
“soyut ve formel” teori anlayışının da temelini atmış
olmaktadır.35 Platon
bu suretle, sadece zihinsel (teorik) ve maddi iki varlık (ontoloji)
düzeyine değil ayrıca, duyusal ve kavramsal olarak iki farklı
bilgi (epistemoloji)
düzeyine de dikkat çekmiş olmaktadır.
Platon’un bu yaklaşımına göre
kendini duyularımıza sergileyen fenomenal dünya, gerçek-ideal
dünyanın bir çeşit alt tasarımı ve ontolojik olarak reel olan
asıl alemin hali hazırdaki bir tür kopyasıdır. Dahası,
fenomenal dünya bu üst aleme bir mütekabiliyet sağlamak için hiç
durmaksızın tekamül etmekte, bir başka deyişte, fenomenal dünya,
ideal dünyada mevcut üstün ve güdüleyici kalıba göre, sürekli
bir yeniden şekillenme ve kusursuzlaşma çabası içinde
bulunmaktadır. Bu nedenle fenomenal veya duyusal varoluş dünyası,
devamlı bir gelişme hali sergilemekte; birbirini izleyen zaman
dilimleri içinde yeni yeni “oluş” süreçleri arz etmekte, ama
bu gelişme hali hiçbir zaman nihai noktaya ulaşamamakta ve bu
“idealleşme–eksiksizleşme” çabası da sürüp gitmektedir.
Platon, bu şekilde, “ideal alemin tasavvur ve dizayn”
programının, fenomenal varoluş evreni için belirli bir hedef ve
amaç teşkil edeceğini ifade etmiş olmaktadır.
Platon, “Devlet” adlı eserinde,
dünya hayatında ruhun nasıl “kısıtlandığını” ve duyular
vasıtasıyla algılanan varlıkların gerçek olgusallıkla
ilişkisini ele alır. Platon, bu kitabında ruhun yukarılara
(ışığa–aydınlığa) yükselerek idealara ulaşmaya gayret
etmesinin niçin gerekli olduğunu şöyle anlatır: “-Yeraltında,
yukarıdaki bir açıklıktan ışık alan mağaraya benzer bir yerde
bazı insanların bulunduğunu tasavvur et. Bu kişiler, bebeklik
döneminden beri öylesine sıkı şekilde bağlı durumdadırlar ki,
hiçbir yere kımıldamalarına imkân yoktur. Bu bağlar nedeniyle
başlarını da oynatamamakta, sadece önlerini görebilmektedirler.
Onlara, arkalarından, çok uzakta ve yukarılarda yanan bir ateşin
ışığı ulaşmaktadır. Bu ateş ile ona arkaları dönük
tutsaklar arasından, yine yükseklerde, bir uçtan diğerine bir yol
uzandığını da farz et. Bu duvarın arkasında, birileri, duvarın
boyunu aşan bir yükseklikte, türlü biçimlerdeki kaplar
taşımaktadır. Bunlardan bazıları konuşurken, bazıları
susmaktadır.”
“-Bu anlattığın ne garip bir yer
ve o tutsaklar ne tuhaf bir durumdalar?”
“-Ama
bize benziyorlar.” dedim. “Ne dersin, bu durumda oradaki
insanlar, ateşten gelen ışık altında, karşılarındaki
mağaranın duvarına yansımakta olan gölgelerden başka bir şey
görebilirler mi? Peki, acaba o taşınan kaplar nedir? Tabii ki
onların gölgeleri de mağaranın duvarına yansımaktadır. Sence
bu tutsaklar, ömürleri boyunca karşılarında gördükleri ve her
birine bir isim verdikleri bu gölgeleri, tek ve yegâne gerçeklik
sanmazlar mı? Ve arkalarından gelen seslerin yankılar oluşturduğu
bu mağarada, yukarıdaki yoldan geçen birileri konuştuğunda,
tutsakların bu seslerin karşılarındaki gölgelerden geldiğini
sanmaları çok tabii olmaz mıydı? Ve şimdi de, içlerinden
birinin bağlarının çözüldüğünü ve doğrulmak, konuşmak ve
başını arkaya çevirip ışık kaynağına bakmak zorunda
bırakıldığını; tüm bunların da ona çok acı verdiğini, onun
bu durumdayken, ilk defa gördüğü ateşin ışığından kamaşmış
gözleriyle o anda, daha önce gölgelerini görmeye alıştığı
şeylerin asıllarını seçemediğini düşün. Acaba o kişi,
gözleri ışıktan rahatsız olduğu için, başını tekrar önüne
çevirip, yine sadece alışık olduğu gölgelere mi bakacaktır? Ve
o kişi bu gölgelerin, gözünü kamaştıran ışık altında
seçmekte zorluk çektiği asıllarından daha gerçek olduğuna hâlâ
inanacak mıdır? Görüyorum ve sen de görüyorsun ki güneş,
çevremizde bulunan varlıkların sadece görülebilmesini değil;
oluşmasını, büyümesini, beslenmesini de sağlar; ama o, bu
olayların dışındadır. Yine böyle düşünerek diyebilirsin ki,
gördüğümüz varlıklar yalnız biçimlerini değil, varoluşlarını
da bir “En İyi”ye
borçludurlar ve O, varoluşun dışındadır; ama gücü ve
yüceliğiyle varoluşun üzerindedir..."
Böyle
bir ontolojik temele dayanan bilgi felsefesine göre Platon,
insanların ruhlarının, bedenlerinin içine girmeden önce “idealar
dünyası”nda bir süre “bulunarak” bütün formları görmüş
olduğunu öne sürer. Ama ruh fiziksel aleme gelip bir bedene
bürününce, adeta bir şok geçirmişçesine, formlar dünyasında
gördüklerini “unutur”. Sonra çocukluktan itibaren
algılanabilir dünyanın nesnelerini görüp, öğrendikçe de,
gerçekte bu nesnelerin asılları olan ideaları “hatırlamaya”
başlar. Bu epistemolojik ilke çerçevesinde, en mükemmel eğitim
sistemi; dünyanın algılanabilir nesnelerinden hareketle, “idealara
ulaşmaya imkân
sağlayacak
öğretim prosesi”
olarak tasarlanabilir. Buna göre ideaların hiyerarşik
organizasyonu içinde adım adım ilerleyerek sonunda “İyi
İdeası”na ulaşmak, eğitimde nihai amaç olmalıdır. Ancak,
kişinin tek başına bu süreci tamamlaması mümkün olmadığından,
daha önce bu eğitimi almış bir rehbere ihtiyacı vardır.
Platon
“Phaidre”
adlı diyalogunda ruhun fiziksel aleme gelişinden önceki bu
yolculuğu şöyle anlatır: “Ruhlar,
tanrıların eşliğinde gök kubbenin üzerinde bir yolculuk
yaparlarken, bütün gerçek varlıkların idealarını görürler.
Zeus, gökteki büyük kanatlı kraliyet arabasıyla önce çok
uzaklara yönelir ve tek tek her şeyle ilgilenerek oraları düzene
sokar. Onu tanrılardan ve cinlerden bir ordu izlemektedir. İnsan
ruhlarını taşıyan araba da onların ardından gelir. Yeterince
yükseldiklerinde ruhlar bu araçtan inerek gök kubbenin üzerine
basarlar. Buradan tüm gökler ve onun dışındakiler
görülebilmektedir. Ruhlar hakikati görür, onu sever ve onunla
“beslenirler”. Her ruh, bir dairenin çevresinde yaptığı dönüş
boyunca ‘adaleti, bilgiyi, hikmeti ve Gerçek
Var Olan’ı
seyreder ve bundan zevk alır. Dönüşünü ve seyrini tamamlayan
ruh, gök kubbenin altındaki geçitten evine döner. Ancak bu
tecrübenin ruhta, tam bir bilinçlilikle olmasa da, büyük bir
tutku ve özlem halinde izleri kalır. Ruh içinden çıkıp geldiği
bu ortama tekrar dönebilmek için sürekli bir hasret duyar. Dünya
hayatının maddi hazlarından kurtulması için gerekli gücü, ona
bu özlem sağlayabilir. İyi bir eğitimle dünya üzerindeki
kopyalar bile, bu asıllar ve idealar alemine dönüş tutkusunu
geliştirebilir. Dünyadaki güzellikler de aslında ‘İdeal
Güzel’ ve ‘Gerçek
Varlık’ın (Tanrı’nın)
bir tür yansımasıdır.”
Belki
de hiç yazılı metin bırakmayan Sokrates’ın etkisiyle, Platon
da öğretisinin bazı önemli kısımlarını yazıya geçirmemiş,
sadece yakın çevresindeki güvenilir dostlarına sözlü olarak
anlatmıştır. Böyle kişilerden gelen bir rivayete göre Platon
bir gün şunları söyler: “Bunları hiçbir zaman
yazmadım ve yazmayacağım. Çünkü bunlar, başkalarına kolayca
iletilebilen türden bilgiler gibi kelimelerle tam anlamıyla ifade
edilemez...”
Platon’a
göre ölümsüz bir şekilde yaratılmış olan insan ruhu, gerçekte
zaman ve mekanla sınırlı olmadığı için, dünya hayatındaki
durumu geçici bir kısıtlılık halidir: “Ruh,
idealarını gördüğü için erdemin ve gerçeğin ne olduğunu
öğrenmiştir. Kâinattaki her şey birbiriyle ilişkili ve ruh da
vaktiyle her şeyi tanımış olduğu için, kendisine bir şeyin
sadece küçük bir bölümü hatırlatılan bir kişi-eğer
yeterince azimli, dürüst ve çalışkansa-ruhunun derinliklerinden
o şeyle ilgili bilgilerin tamamını bulup, çıkarması,
hatırlaması veya herkesin kullandığı ifadeyle söyleyecek
olursak ‘anlaması’ gayet tabiidir.”
Platon bu şekilde, belirli bir yaşama disiplini ve eğitim
aracılığıyla, kişinin sınırlı gözlem verilerini veya duyusal
yolla algılananı fazlasıyla aşan bir kavrayışa ve bilgiye sahip
olabilme sürecini; yani sezgi, ilham ve keşfin mekanizmasını
ilginç bir tarzda açıklamış olmaktadır.
Platon’un
öğretisine göre insan ruhu; bir yanda duyusal algının konusu
olan maddi alem ve öte yanda da ideal olgusallığa ait manevi alem
olmak üzere, birbirinden tamamen farklı iki dünyanın üyesi
olarak tuhaf bir ara konumda bulunur. Ama gerçekte ruh, duyular
üstüdür ve ideal-manevi dünyaya aittir. Nasıl kâinat ilahi bir
Ruh’a (kozmik Ruh,
Nous) sahipse, minyatür
bir kâinat olarak yaratılmış olan insanın da gerçekte fizik
ötesi aleme mensup bir ruhu vardır. Tıpkı evrendeki kötü
güçlerin iyilerle mücadelesine benzer şekilde; bir mikrokozmos
olan insanın da, içinde bulunan ve onun “İyi”ye ulaşmasını
engellemeye çalışan kötü güç ile sistemli bir şekilde
mücadelesi gerekir. İnsanın ahlâki görevi, imkânları ölçüsünde
iyiliğe erişmektir. İyinin ne olduğunu ve nerede bulunduğunu
anlayan kişi, iradesiyle sürekli ona yönelmek isteyecektir.
Böylece bilgi, insanı ideal varlık aleminde iyi bir konuma sahip
olmaya sevk eder. İyi ile özdeşleşme erdemi, daha sonra eğer bir
de adalet erdemiyle birleştirilebilirse bu, en sonunda insanın,
ebedi ve eksiksiz bir mutluluk ile ödüllendirilmesini sağlayacak
en yüksek manevi mertebesi olacaktır.
Platon’un
bazı görüşleri, onun orta ve uzak Doğu kaynaklı öğretilerden
geniş ölçüde etkilenmiş olduğunu göstermektedir. Bazı
düşünürler, bu özelliği nedeniyle onu “.....Yunan kanındaki
yabancı damla” olarak tanımlarlar. Nihilist F. Nietzche de bu
bağlamda Platon’un öğretisini “..İsa
öncesi Hıristiyanlık”
olarak niteler ve “Bu Atinalının Mısırlılardan aldığı
dersler bize çok pahalıya mal oldu!” diyerek onu tenkit eder.
Fakat her şeye rağmen Platon’un
felsefi etkileri yaklaşık 25 asırdan beri devam ede gelmektedir.
Antik çağdan sonraki birkaç yüzyıl boyunca onun görüşleri
farklı bir yorumla Yeni Platonculuk adıyla canlılığını
sürdürmeye devam etmiştir. Orta Çağda gelişen Hıristiyan
teolojisinin ve felsefesinin de en güçlü kaynağını ve
dayanağını yine Platon’un öğretisi teşkil etmiştir. Yeni
Çağın başında, Rönesans ile beraber Platonculuk, gerçek bir
yeniden doğuşla tekrar tüm dikkatlerin odağı oldu. Çağımızda
bile kimi kesimlerde bazı öğretilerinin popülaritesi hâlâ devam
etmektedir.
Aristoteles
Platon’un en ünlü öğrencisi olan
Aristoteles, M.Ö. 384 yılında Ege kıyılarındaki eski bir Trakya
kenti olan Stageira’da doğmuştur. Zengin bir aileye mensup olduğu
için çocukluğundan itibaren müreffeh bir hayat yaşamıştır.
Çağdaşı olan Diogenes sade bir yaşantıyı en büyük fazilet
sayarak bir fıçı içinde gecelerini geçirirken, Aristoteles “Tam
bir mutluluk hali için dünya nimetlerinden de yeterli payı almak
gerekir!” diyerek çok farklı bir yaklaşım sergilemiştir.
Anlatıldığına göre Aristoteles,
baba mesleği olan eczacı-hekimlik işine devam edip etmeme
konusunda tereddüde düşünce, o yıllarda herkesin yaptığı gibi
bir kâhine giderek ondan gelecekteki mesleğine dair kehanette
bulunmasını ister. Kâhinden “filozofluk” cevabını alan
Aristoteles, Platon’un akademisine müracaat eder ve yaklaşık 20
yıl orada ondan eğitim alır. Bu olayla ilgili olarak W. Weischedel
“Eğer kâhin Aristoteles’e farklı bir cevap vermiş olsaydı,
Batı felsefesi kim bilir hangi yönde ve nasıl gelişecekti?”
demekten kendini alamaz.
Akademos’un
kutsal koruluğundaki okulda 18 yaşlarında iken eğitime başlayan
Aristoteles’in, o yıllarda 60 yaşlarında olan hocası Platon ile
zaman zaman sürtüştüğü de olur. Bir süre sonra, artık
aralarında önemli görüş ayrılıkları doğmuş durumdadır. Ama
Platon geniş hoşgörüsüyle onu yine de araştırmalarını
sürdürmeye teşvik etmektedir. Platon bu durumu “Tayların
zaman zaman annelerine çifte attıkları gibi, Aristoteles de beni
bazen hafifçe
tekmeler” diyerek
tasvir ederdi. Platon, bu öğrencisinin en çok okuma tutkusunu
takdir eder ve bu nedenle onu “Okuyan”
lâkabıyla çağırırdı. Platon’un ölümünden sonra
Aristoteles Atina’dan ayrılarak Anadolu’daki Assos kentine
gitti. Sonra eski bir okul arkadaşı olan Troas beyinin yanına
yerleşti ve onun evlâtlığı olan bir kızla evlendi. O yıllarda
askeri gücüyle Yunanistan’ın siyasi birliğini tesis etmiş olan
Makedonya kralı Philipp, Aristoteles’i oğlu Alexandros’un
eğitimiyle ilgilenmesi için sarayına davet etti. Daveti kabul eden
Aristoteles, gelecekte Büyük İskender olarak anılacak olan 13
yaşındaki prensin mürebbiliğine başladı. Daha sonra öğrencisi
tahta geçince, Aristoteles de Atina’ya geri döndü ve Lykeion
adını verdiği okulunu açtı. Okul bünyesinde çok kapsamlı ve
sistemli bir araştırma, inceleme ve eğitim hamlesi başlattı. Bu
iş için İskender'den büyük destek gördüğü anlaşılmaktadır.
Okul bünyesinde çok büyük ve zengin bir kütüphane de kuran
Aristoteles, ayrıca tabiat araştırmaları için pek çok bitki ve
hayvan örneği içeren geniş bir koleksiyon da oluşturdu.
Anlatıldığına göre İskender, bahçıvanlarına, balıkçılarına,
avcılarına ve benzeri görevlilere bulabildikleri tüm değişik ve
yeni canlı türlerini Aristoteles’e ulaştırmalarını
emretmişti. İskender, okulun sosyal konularda çalışan bölümü
için de geniş imkânlar sağlamıştı. Bu çerçevede, farklı
ülkelerde uygulanmakta olan değişik yönetim şekilleri ve
kanunlar ile ilgili bilgiler derlenip toplanarak 158 farklı örnek
içeren bir arşiv oluşturulmuştu.
Aristoteles okul yöneticiliği ve
başöğretmenliği görevinde 12. yılını tamamlarken,
Yunanistan’ın siyasi şartları değişmeye başladı. Zaten
Atinalıların önemli bir kısmı, kendilerini baskı ve denetim
altında tutan İskender’e olan yakınlığı nedeniyle Lykeion
mensuplarına hiç de dostça duygular beslememekteydi. Bir süre
sonra İskender ölünce Atina’daki “Makedonyalılar Partisi”
tüm şimşekleri üzerinde topladı. Bu sırada bazı muhalifleri ve
düşmanları Aristoteles’i önce bazı siyasi suçlarla itham
ettiler. Ama bu şekilde yeterince ağır bir ceza almasını temin
edemeyince, bu defa onu dinsizlikle suçladılar. Aristoteles
“Atinalıların ikinci bir defa felsefeye karşı günah
işlemelerine meydan vermemek” gibi hicivli bir gerekçeyle
Atina’dan kaçmak suretiyle idamdan kurtuldu. Ancak sürgünde tek
başına sadece bir yıl yaşayabildi ve M.Ö. 322 yılında öldü.
Aristoteles
çok enerjik, azimli ve üretken bir düşünürdü. Öldüğünde
arkasında, bazı araştırmacılara göre 400 cilt, diğer
bazılarına göre ise 1 000 cilt yazılı materyal bırakmıştı.
Ancak bunlardan önemli bir kısmı daha İlk Çağda kayboldu.
Zamanımıza kadar gelen metinlerin çoğu, görünüşlerine
bakılacak olursa, ya ders ve konuşma metni müsveddesi ya da
öğrenciler tarafından tutulmuş notlar türünden şeyler
olmalıdırlar. Çünkü bunlar yazı dili kuralları pek
gözetilmeden çala kalem yazılmış metinlerdir. Ayrıca bunların
yazılış tarihlerine göre tasnif edilip düzenlenmeleri de mümkün
olamamıştır. Ancak ele alınan konulara göre bir sınıflama
yapıldığında ortaya çıkan tabloya göre Aristoteles’ten bize
ulaşan metinler başlıca şu 6 alana aittir:
I-)
Mantık :
Kategoriler öğretisi (iki inceleme), Sonuç çıkarma ve ispatlama
öğretisi ve Topik (Aristoteles Diyalektiği). Aristoteles’in
mantıkla ilgili yazıları Orta Çağda derlenerek “Organon”
(Doğru Düşünme Kuralları) adlı kitapta toplanmıştı.
II-)
Tabiat Bilimleriyle
İlgili Yazılar :
Fizik: Gökyüzü, Oluş ve Yokoluş, Meteoroloji, Ruh ve Hayvanlar
Üzerine Yazılar.
III-)
Metafizik:
Bu kelimeyi Aristoteles’in kendisi kullanmamıştır. Metafizik
terimi, milâttan önceki birinci yüzyılın ortalarında onun
yazılarını derleyip yayına hazırlayan Rodoslu Andronikus’un,
kitabın iç düzenini plânlarken, konu sıralamasında bu bölüme,
fizikle ilgili kısımdan sonra yer vermiş olmasından ( Meta
Ta Physika: Fizikten sonrası)
kaynaklanmıştır. Bölüm sıralaması amacıyla konan bu başlık
İlk Çağın sonlarına doğru artık “Tabiat ötesi” sayılan
her türlü kavramı ifade eden bir terim olarak kullanılmaya
başlanmıştır.
IV-)
Etik:
Aristoteles’in ahlâk üzerine yazıları, oğlu Nicomachos’un
adıyla anılan 10 kitap oluşturur (Nicomachos Etiği).
V-)
Politika:
8 kitap.
VI-)
Retorik:
Güzel konuşma üzerine 3, şiir üzerine 1 kitap.
Aristoteles,
gerçek felsefenin anlaşılabilmesi için ve genelde doğru bilgiye
ulaşabilmek için “mantık” (kendi deyişiyle analytika)
adlı disiplinin genel kurallarının bilinmesi gerektiğini söyler.
Aristoteles felsefeyi teorik, pratik ve poetik olarak üç bölüme
ayırmış ve teorik felsefenin alt dallarını ise matematik, fizik
ve metafizik olarak belirlemiştir. Pratik felsefe, kültür ve
siyasette olduğu gibi, teorinin uygulamasına yöneliktir. Poetik
felsefede ise, sanat eserlerindeki estetik ve eğitsel unsurlar ile
bunlara gösterilen duygusal tepkilerin analizine yer verilir.
Aristoteles’in tabiat bilimleriyle
ilgili düşünceleri ”Fizik” başlığı altında toplanmıştır.
Bu kitapta önce mekan, zaman, madde ve hareket gibi temel fiziksel
kavramlar belirli bir sırayla tanımlanıp, gözden geçirilir. Bu
arada daha önceden yaşamış düşünürlerin bu konularla ilgili
görüşleri de aktarılır ve bazıları oldukça sert bir üslûpla
tenkit edilir. Bu alıntılar, günümüz düşünce tarihi arşivi
için çok değerli bir belge özelliği taşır.
Aristoteles’in fizik ve astronomideki
temel yaklaşımı teolojiktir. Öğretmeni Platon’dan
gökcisimlerinin kutsal ve dolayısıyla kusursuz bir mükemmellikte
oldukları şeklindeki dini önermeleri harfi harfine alan
Aristoteles’e göre de gökcisimleri ancak ve ancak yetkin, sürekli
ve değişmez özellikteki bir hareket şekline sahip olabilirler.
Kutsal olmayan dünya ise, bu yetkin ve düzenli sistemden ayrı ve
uzak bir şekilde merkezde yer alır. Yerden aya kadar olan noksanlık
ve kusurluluk bölgesinde her şey sürekli değişip, dönüşerek
yeni yeni biçimler oluşturur ve sonra bozularak biçimini yitirir.
Ayın ötesindeki mükemmel evren ise, eş merkezli kusursuz
kürelerden oluşur. Bu küreler, aralarında belirli açılar
bulunan eksenler çevresinde ideal bir şekilde hareket
etmektedirler. Tüm bu düzenlilik ve hareketliliğin kaynağı ve
nedeni ise kendisi fiziksel alemin ötesinde bulunan ve hareket
etmekten münezzeh olan Tanrı’dır.
“Fizik”
adlı kitabında, tabiatla ilgili temel tanımlara, gözlemlere ve
genel değerlendirmelere ayrılan kısımlarından sonra Aristoteles,
şu sonuçlara ulaşır: “Varlık
alemiyle ilgili gözlemlerimizde, incelediğimiz her yerde ve her
şeyde şaşırtıcı bir plân ve düzenlilik ile tüm kâinatı
kuşatan bir gayelilik olgusu karşımıza çıkmaktadır. En
büyükten en küçüğe kadar tüm varlıklar belirli bir amaç
(telos) ile birbirine bağlanmıştır. Her yerde gözlenmekte olan
bu durum tesadüfle açıklanamaz. O halde tabiatın bünyesindeki bu
gayeliliğin sırrı, ancak ‘evrensel
yaratılış amacının gerçekleşmesi’
olabilir.”
Aristoteles bu çerçevede tabiatta boş ve gayesiz hiçbir şeyin
bulunmadığını, çünkü Tanrı’nın her şeyi belirli bir amaç
için yarattığını söyler. Tanrı maddenin biçimlendirilişini,
bu evrensel amaç çerçevesinde gerçekleştirir.
Aristoteles’e göre bir şeye ait
gerçeklik, onun özü (Platon’un ideası) ile bir ve aynıdır.
Platonun idea anlayışını eleştirmesine rağmen kendisi de
onunkine oldukça benzeyen bir ontolojik sistem geliştirmiştir.
Tümel kavramlarla gerçekliğe yaklaşabileceğimizi belirten
Aristoteles, yine Platon’u hatırlatan bir şekilde varlığın
bilinmesiyle varoluşun kendisi arasında tam ve bire bir ilişki
olduğunu söyleyerek, ontoloji ile algı ve bilme olayları
arasındaki kopmaz bağlara dikkat çeker.
Ancak, Aristoteles Platon’un aksine,
bilginin esas kaynağını kavramlar arasındaki ilişkilerde değil,
duyularla algılanan olgularda görmüştür. Ama sadece duyulara
bağlı kalan bilginin yetersizliğini ve genelin bilgisinin önemini
vurgulamaktan da geri kalmamıştır. Aynı şekilde mantıksal
çıkarım ve akıl yürütmelerin mutlaka duyularla sağlanacak
veriler ile doğrulanmasının gereğinin altını da çizmiştir.
Buna karşılık, olgusal dünyanın akli bir düzene sahip
bulunması nedeniyle, genel ve zorunlu bilgiye akıl yoluyla ulaşmayı
da mümkün görmüştür.
Diğer
taraftan Aristoteles, “nesnelerin gizli özelliklerini açığa
çıkarmak amacıyla olağan şartların değiştirilmesi işlemi”
olarak gördüğü deneyin, tabii bir yöntem olmadığı için,
varlığın özünü açığa çıkarmakta yararlı olamayacağına
inanmaktaydı. Aristoteles’in deneyi hor görüp, tabiat
araştırmaları için en uygun yöntemin gözlem olduğu hususundaki
bazı ifadelerine rağmen, uygulamada gözleme de yeterince yer
vermemesi, eski Yunan düşünce geleneğinde gözlem ve deneyin
ihmal edilmesi gibi olumsuz bir sonuca yol açmış ve bu olumsuzluk,
bu geleneği örnek alan başka toplumları da etkilemiştir.
Aristoteles’in ölümüyle birlikte antik
Yunan felsefesinin altın çağı da kapanmış olur. Ancak bundan
sonraki iki bin yıllık çok uzun bir dönem boyunca felsefe
sahnesine çıkan tüm yaklaşımlar, Platon ve Aristoteles’in
öğretilerince yönlendirilmiştir. Antik dönemin geri kalan
kısmında ve Orta Çağın ilk bölümünde hakim felsefi
yaklaşımlar Platoncu renkler taşırken, ondan sonraki üç asır
boyunca, yani yaklaşık 1500 yıllarına dek Aristotelesçi felsefe
tek başına egemen olmuştur.
Platoncu ve Aristotelesçi öğretilerin
etkilerinin dağılımı sadece zamana göre değil, coğrafyaya göre
de değişiklikler arz eder. Meselâ, Alman felsefi geleneğinde
Platon çoğu zaman Aristoteles’ten üstün görülürken,
Anglosakson dünyasında ise Aristoteles’e gösterilen ilgi daha
yoğun ve büyük olmuştur. Hemen tüm ünlü İngiliz
üniversiteleri, asırlardan beri Aristoteles’in etik ve siyasi
görüşlerinin en hararetli müdafileri ola gelmişlerdir. Onun
akılcı, kuşkucu, empirist eğilimli ve serinkanlı kişiliği
İngilizlerinkine benzediği için mi baştan beri bu tercihin
geliştiği, yoksa Anglosakson karakterinin evriminde bizzat
Aristoteles’in mi etkili olduğu hususu, başlı başına bir
tartışma ve araştırma konusudur.
Philosophia
Perennis: “Geleneksel Bilgelik ve Kültür”
K.
Demirci ve diğer bazı “dinler tarihi” uzmanları,
Sokrates-Platon çizgisinin zamanın Yahudi geleneklerinden biriyle
bağlantılı olduğunu söylerler. Bu görüşe kaynaklık eden pek
çok bulgu ve veri mevcuttur. Bunlardan, M.Ö. III. yüzyılda
Demetrius tarafından yazılmış olan bir dinler tarihi kitabında,
Hz. Musa’nın Grek ülkesine bir yolculuk yaparak oradaki bazı
bilginlerle tanıştığı ve onlara bazı “orijinal bilgiler”
öğrettiği anlatılır.
Yapılan
bazı araştırmalar, sık sık esrarlı ve mistik tavsiye ve
beyanlarda bulunan Sokrates için de vahiy aracılığıyla bir
“eğitimin ve görevlendirmenin” söz konusu olabileceğini
ortaya çıkarmıştır. İnsanları, gerçek varlığa ulaşabilmek
için geçici heves ve zevkleri terke çağıran Sokrates’tan,
ibadet ve nefis terbiyesinden başka türlü nitelenemeyecek birçok
uygulama ve tavsiye rivayet edilir. Meselâ, belli zamanlarda
“içinden gelen sese uygun şekilde insanlara hikmetle tavsiyelerde
bulunma”, “yıkanma”, “hareketsiz ayakta durma ve sonra dua
etme” şeklinde aktarılan rutin davranışlarıyla vahiy ya da
ilham, abdest ve namaz uygulamaları arasındaki benzerlik ve
ilişkiler, son derece açıktır. Sokrates, “Enkateia” olarak
adlandırılan ruh terbiyesi yöntemini “Bilge olmak, kendini
denetleyebilmek duyguları ve arzuları kontrol altında
bulundurmak” şeklinde tanımlar. “Benim felsefemin esası size
insanca yaşamayı ve ölmeyi öğretmektir!” diyen Sokrates’ın
yaklaşımı ancak bir dinden kaynaklanmış olabilir. Bu tavsiyesini
tüm diğerleriyle beraber büyük bir samimiyetle kendi hayatına
uygulayan ve böylelikle ölüme de âdeta sevinerek giden
Sokrates’ın tutumu, tıpkı ahiret hayatını da dünya hayatı
kadar açık ve net bir şekilde gören ve bilen semavi dinlerin
peygamberlerini hatırlatır.
Sokrates’ın
ünü günümüze ulaşabilen öğrencilerinden Platon da mürşidinin;
ortaya koymuş olduğu felsefi sistem üzerindeki büyük etkisini,
“İnsan her şeyin ölçüsüdür.” diyen Protogaras’a “Her
şeyin ölçüsü insan değil, Tanrıdır.” diyerek sergilemiştir.
F. Schwarz “Geleneksel Bilgeliğin Yeniden Keşfi” adlı
eserinde bu konuyla ilgili olarak şunları söyler: “Eğer
Platon felsefesini özetlemek istersek, bu düşünce sistemini;
‘binlerce senedir kuşaktan kuşağa aktarılan bir geleneğin
Sokrates ve öncesine ait halkaları’ ile ‘ileride Batı
felsefesinin temelini oluşturacak fikirlerin’ rasyonel bir sentezi
olarak ifade edebiliriz.”53
Günümüz
filozoflarından A. Whitehead, “Felsefenin tamamı, Platon’a
yapılan şerhler ve onun ifadelerine eklenen dipnotlardan
ibarettir!” diyerek modern batı felsefesini Platon ve Sokrates
üzerinden dini bir orijine bağlamış olmaktadır. Bu satırların
yazarı olarak ben de; aşağıda yer alan ”Düşünce Tarihi”
başlıklı kısmın Sokrates’a ayrılan parçasını okurken,
çoğunuzun Sokrates’ı bir filozof olarak mı, yoksa bir peygamber
olarak mı nitelendirmenin daha uygun olacağına karar vermekte
oldukça büyük bir zorluk çekeceğinizi sanıyorum.
T.
Burchardt ise “Aklın Aynası” adlı kitabında şunları ekler.
“Antik
Yunan Felsefesi tamamen insan akılı kaynaklı değildir. Batı
rasyonalizminin kurucusu Aristoteles’de bile görülen ‘biçim’
(eidos) ve ‘madde’ (hyle) şeklindeki ayrıma dayanan kavramlar
tamamen kutsal kaynaklı metinlere kaynaklanır. Aristoteles bu
geleneksel bilgeliği, zamanının nesnel bilgi dağarcığı
çerçevesinde diyalektik bir yaklaşımla ‘dünyevileştirmiştir’.
Gerçekliği sadece mantıksal ve olgusal olan kısmını
dile
getiren Aristoteles’in öncüsü Platon ise onun nesneleştirilmiş
kozmolojisini çok aşan bir manevi bir bilgeliğe sahiptir.”
54
Önde
gelen temsilcileri; R. Guénon, S. H.. Nasr, F. Schuon, A. K.
Coomaraswamy ve G. Eaton gibi araştırmacılar ve düşünürler
olan “gelenekselci” ekol mensuplarına göre;
Mezopotamya, Mısır,
Çin ve Hint geleneksel
metinlerinde de izlerini
gördüğümüz bu bilgelik ve medeniyet, esasen
“vahiy orijinli” olduğu için
“philosophia perennis
“ terimi ile “vahiy kültürü ve uygarlığı” kavramı, eş
anlamlıdırlar. Bu düşünce okuluna ait literatürde,
“Philosophia Perennis” terimi, esas olarak “insanlığa
vahiy yolu
ile ulaşmış olan-teorik ya da pratik-tüm bilgi kategorilerini”
ifade eder.
Hıristiyanlık ve Orta Çağ
Felsefesi
Hıristiyanlığın Doğuşu
ve Gelişimi
Hz. İsa’nın doğum tarihi kesin
olarak bilinmemektedir. Konuyla ilgili farklı görüşler vardır.
Şu an kullandığımız takvim, 6. yüzyılda D. Exiguus tarafından
ortaya atılan Hz. İsa’nın Roma’nın kuruluşunun 754.
yıldönümünde doğmuş olduğu şeklindeki iddiaya dayanır. Luka
İncil’inde ise (2:1) Mesih’in bu tarihten 6 yıl önce İmparator
Augustus’un Yahuda’da yaptırdığı nüfus sayımı sırasında
doğduğu söylenir. Ancak bu konudaki kaynakların çoğunda, Hz.
İsa’nın günümüzde “milât” olarak kabul edilen tarihten 4
veya 5 yıl önce doğmuş olduğu görüşü benimsenir.
Hz. İsa’nın doğum yeri de kesin
değildir. Markos İncil’inde sık sık “Nasıralı” olarak
bahsi geçen Hz. İsa’nın Matta (1:18-25) ve Luka (2:1-7)
İncillerinde ise Beytlehem’li olduğu söylenir. Bunlar,
Filistin’de Kudüs’ün kuzeyinde ve güneyinde bulunan yerleşim
yerleridir. İncil metinlerinde Hz. İsa’ya yurttaşlarının sık
sık “rabbi” veya “rabboni” şeklinde hitap etmelerinden
anlaşıldığına göre, gençliğinde geleneksel bir Yahudi
eğitiminden geçmiş olmalıdır. Ailesiyle birlikte hac ziyareti
için birkaç defa Kudüs’e gittiği de bildirilmektedir. (Luka
2:41)
Hz. İsa’nın peygamberlik görevinin
Hz. Yahya’nın tövbe çağrısıyla aynı tarihlerde başladığı
rivayet edilir. Luka İncil’inde (3:1) Tiberius’un
hükümdarlığının 15. yılı (M.S. 28-29) olarak belirlenen bu
tarih, başka kaynaklarca da doğrulanır. Hz. İsa, kendi ağzından
nakledilen sözleriyle Hz. Yahya’ya daha önceki
peygamberlerinkinden farklı bir fonksiyon atfederek onu, kendisinin
habercisi olarak niteler.
Hz. İsa, peygamberlik görevini
Celile’nin köyleri ile, Beysayda, Horazin ve Kefernahum gibi
kentlerde halkın arasına karışıp, sıradan insanların yaşamını
paylaşarak yerine getirmeye çalışmıştır. Ne yazık ki bunu,
muhataplarının anlayışsız ve sert tutumları nedeniyle ancak çok
kısa bir süre devam ettirebilmiştir.
Bazı İncil metinlerinde, Hz. İsa’nın
çevresindeki kişilere zaman zaman yazılı bir materyalden
pasajlar okuduğu söylenir. Hz. İsa ile bizzat görüşmüş olan
çeşitli şahıslardan da bu yönde rivayetler vardır.
Bu
hususta araştırma yapan dinler tarihi uzmanlarının konuyla ilgili
ortak görüşleri; Hz. İsa’dan kalan yazılı materyalin hayret
edilecek kadar kısa bir süre içinde kamuya açık her yerden
“esrarengiz bir şekilde kaybolmuş” olduğu şeklindedir. Bu
işlemden sonra, ellerinde hiçbir yazılı metin kalmayan ilk
Hıristiyanlar, başlangıçta sadece dini içerikli şarkıları,
ilâhileri ve duaları yazıya geçirdiler. IV. yüzyıla kadar devam
eden bir süreç sonunda kilise otoritelerince benimsenen doktrine
göre, tarihi sıralama içinde ilk İncil metinlerinden biri olarak
kabul edilen Matta İncili Hz. İsa’nın hayatına ve ilahi
görevine dair çeşitli hikâye ve rivayetleri bir düzene sokma
amacıyla kaleme alındı. “United Bible Societies” tarafından
(The New Testament)’in
Kitabı Mukaddes yayınevi aracılığıyla yapılan Türkçe
baskısında bu metin şöyle tanıtılır: “Matta
(Alfeos oğlu Levi) Romalılar adına gümrük vergisi toplayan bir
Yahudi idi. Hz. İsa, kendisini öğrencisi olmaya çağırınca, her
şeyi bırakarak ona yöneldi. Bu metin, birinci yüzyılın
ortalarında Antakya’da yazıldı ve Hz. İsa hakkında bilgi
edinmek isteyen ilk Hıristiyanlar’a kaynaklık etti. Yazar Matta
anlattığı olaylara Eski Ahit’te sözü edilen peygamberler
tarafından da dikkat çekildiğini ve ‘Böylece, peygamberlik
vaadinin artık yerine gelmiş olduğunu’ ifade eder. Eski
Ahit’ten 123 alıntı yaparak konunun nasıl bir bütünlüğe
kavuştuğunu gösterir. Temel dokusunu çeşitli peygamberlere ait
sözlerin oluşturduğu bu metinde ‘Göklerin
hükümranlığı’
deyişi 30 kez geçer. Ayrıca Hz. İsa’nın beş uzun konuşmasına
yer verilerek, 20 tane de mucizesine değinilir.”
Kitabı
Mukaddes yayınevi Markos İncil’ini ise şöyle tanıtır: “İ.
S. 55-60 yıllarında Tanrı esiniyle Roma’da yazılan bu kitapta
yazarının adı geçmemektedir. Markos olduğu kabul edilen bu kişi,
öğrenci Petros aracılığıyla Mesih’e bağlanmıştır (I.
Petros 5:13). İlk Hıristiyanlar dua etmek için onun evinde
toplanırlardı. Metin boyunca Hz. İsa’nın hayatı ve icraatları,
büyük bir çaba ve fedakârlıkla sürdürülen olağanüstü bir
hizmet olarak anlatılır.”
Matta İncili ile hemen aynı
tarihlerde, ama ondan bağımsız bir şekilde Anadolulu bir yazar,
kendi adıyla anılan Luka İncili’ni ve Hıristiyan Kilisesinin
ilk yıllarını tasvir eden “Resullerin İşleri” adlı metni
kaleme aldı. Bu metinlerde öncelikle Roma İmparatorluğu içindeki
Yunanca konuşan kesime seslenilir. Yine o yıllarda, büyük bir
ihtimalle Hz. Meryem ile birlikte Ephesos’a gelerek orada bir
Hıristiyan topluluğu kurmuş olan Havari Yuhanna’nın yazdığı
kabul edilen üç mektup, esas olarak, Hz. İsa’nın kimliği
konusunda bu bölgede doğmuş olan yanlış kanaatlere bir cevap
niteliği taşımaktadır. Aynı havarinin adını taşıyan Yuhanna
İncili ise Ephesos cemaati tarafından işlenip, geliştirildikten
sonra, 90 yıllarında ortaya çıkmıştır. Bu metin, öteki üç
İncil’de tekrarlanan tarihi materyale büyük ölçüde benzeyen
unsurlar içerir. Farklılığı, Hz. İsa’nın mücadelelerinden
ve çektiği sıkıntılardan söz eden kısımlarındadır.
Günümüzde mevcut dört İncil’in
kaynağı, Hz. İsa’nın sözlü olarak aktarılan konuşmaları ve
hayat hikâyesidir. Bu İncillere esas teşkil eden materyal 30-40
yıl boyunca sözlü olarak muhafaza edildikten sonra, bazı
cemaatlerin temsilcileri tarafından derlenerek kaleme alınmıştır.
Her bir İncil yazarı, belli bir cemaatin sözcüsü konumundadır
ve kendi kişisel tercih, kabiliyet, yaşantı, birikim ve üslûp
özellikleri çerçevesinde kendi metnini hazırlamıştır.
Hıristiyanlığın
temel öğretilerinin biçimlenme süreci, İncillerin yazılışından
sonra da devam etti ve ancak 4 asır içinde tamamlanabildi.
Günümüzde Hıristiyanlığın temel literatürü “Eski” ve
“Yeni” ahit olarak adlandırılan iki koleksiyona dayanır. Eski
Ahit, Musevilerin ve daha önce yaşamış bazı toplumların
peygamberlerine Tanrı tarafından bin yılı aşan bir dönem
boyunca indirilen çeşitli metinlerin bir değerlendirmesi olup,
bugün için Tevrat’a tekabül eder. Yeni Ahit terimini ise ilk
defa 200 yılında Tertullianus kullanmıştır. Kilise öğretisinin
henüz kesinleşmemiş olduğu bu tarihlerde özellikle havarilerin
adlarını taşıyan pek çok İncil metni ve mektubunun ortaya
çıkması, tüm Hıristiyanlar için bağlayıcı nitelikte olduğu
kabul edilecek kutsal metinlerin seçilip, derlenmesini zorunlu
kılmıştır. Heretik akım taraftarlarının Eski Ahit ile Yeni
Ahit’in büyük bölümünü reddetmeleri, bağlayıcı Yeni Ahit
metinlerini tespit sürecini hızlandırdı. Özellikle “İbranilere
mektup, Yakub’un Mektubu, Petrus’un II. mektubu, Yuhanna’nın
II. ve III. mektupları ile Vahiy” adlı metinler, üzerinde en çok
tartışılan hususlar oldu. Bu arada Clemens’in I. ve II.
mektupları, Didakhe, Hermas’ın Çobanı ve II. Esdras gibi bazı
metinler, değişik dönemlerde bağlayıcı bölüme dahil edildi.
Yeni Ahit metinlerinin “Kanonik” (güvenilir ve gerçek) olarak
seçilen bölümünün listesi ancak 4. yüzyılda kesinleşti.
Buna göre
Yeni Ahit şu 27 metinden oluşmaktadır: “1-) Matta İncili,
2-) Markos İncili, 3-) Luka İncili, 4-) Yuhanna İncili, 5-)
Habercilerin İşleri, 6-18-) Paulus’un 13 Mektubu, 19-) İbranilere
Mektup, 20-) Yakub’un Mektubu, 21-22-) Petrus’un 2 Mektubu:
23-25-) Yuhanna’nın 3 Mektubu, 26-) Yahuda’nın Mektubu, 27-)
Vahiy.”
4. yüzyıl sonuna kadar kilise
yetkililerinin çeşitli nedenler ve değişik ölçülerle Kanonik
bulmadığı başlıca Hıristiyan metinleri de şunlardır:
(Günümüze ulaşmamış olan) Gnostik Metin, Yetkinlik İncili,
Hakikat İncili, Yahuda (İskariyot) İncili, Petrus İncili, Filip
İncili, Tommaso İncili, Barnabas İncili, Andreas’ın ve
Matthias’ın İşleri, Paulus ile Thekla’nın İşleri, Barnabas,
Bartolomenios ve Yuhanna’nın Serüvenleri, Havarilerin Mektupları,
Paulus’un İskenderiyelilere Mektubu ve Petrus’un Vahyi.”
Hz. İsa’nın esas olarak, çok ağır
ve zorlu olan bazı hükümlerini değiştirdikten sonra, Eski Ahit
çerçevesinde hareket ettiği anlatılır. Hıristiyanlık
öğretisindeki Eski ve Yeni Ahit terimleri, Hz. İsa’nın tebliği
ile, Tanrı’nın İsrailoğulları’yla yapmış olduğu eski
antlaşmanın nihayete erdiği ve Tanrı ile tüm insanlar arasında
yeni bir antlaşma döneminin başlamış olduğu inancından
kaynaklanır.
İncil metinlerine göre Hz. İsa’nın
öğretisinin odağında, “Göklerin Egemenliği”nin (kıyametin)
artık çok yaklaşmış olduğu bildirisi ve tövbe çağrısı yer
almaktadır. Tanrı, yüreği şefkatle dolup, taşan bir kurtarıcı
olarak tüm insanlığa yönelmiş durumdadır. Dönemin insanına
düşen de bu çağrıyı ebedi kurtuluşu için bir fırsat bilip,
Hz. İsa’ya tüm varlığıyla bağlanmaktır.
Hz. İsa’nın gerçekleştirdiği
mucizeler ve getirdiği sevgi yasası da, Tanrı’nın egemenliğinin
artık çok yaklaştığının delilleriydi: ”–Eğer ben,
Tanrı’nın kudretiyle cinleri kovuyorsam, o hâlde, Tanrı’nın
hükümranlığı artık sizlere kadar ulaşmış demektir!” (Luka
11:20). Hz. İsa’nın tövbe çağrısı, insanları geçmişe veya
kendisine yöneltmeyi değil; geleceğe, Tanrı’nın krallığına
hazırlamayı amaçlıyordu. (Matta 4:17) Bu nedenle Hz. İsa, Tevrat
şeriatinin bazı katı biçimsel kurallarını iptal ederek
dikkatleri, onun asıl mesajı olan “Tanrı iradesine ve yaratılış
amacına” yöneltmekteydi. Artık Tanrı insan soyundan, kayıtsız
ve şartsız bir şekilde ancak ve ancak kendisine bağlanmasını ve
sonsuz sevgisine yönelmesini beklemekteydi.
Hıristiyanlık
öğretisi, temelde tek Tanrı inancına dayanır. Fakat kaynağı
tartışmalı olan teslis veya üçleme adlı bir inanç daha sonra
Kanonik addedilen literatürde kendisini göstermiştir. Dinler
tarihi alanında teslis öğretisinin orijinine yönelik olarak
yapılan hemen tüm çalışmalar, bu inancın geriye yönelik
izlerinin odağında Paulus ( İbranice’de Saul)
adlı kişinin bulunduğuna işaret etmektedir. Ancak Paulus baş
mimarı olmakla birlikte, bu yapıyı tek başına kurmuş değildir.
Konuya yönelik olarak dinler tarihi uzmanlarının yaptığı
araştırmalar sonunda Paulus’a, “farklı çevre,
gelenek ve inançlara mensup bir mimarlar ve
işçiler grubu(!)”nun
da yardım etmiş olduğunu gösteren bulgulara rastlanmıştır.
Paulus, hem bir ticaret hem de bir
kültür merkezi olan Tarsus’a yerleşmiş bir Yahudi ailesine
mensuptu. Tarsus’ta, Stoacı öğretinin merkezlerinden biri olan
ünlü bir düşünce okulu da mevcuttu. Bu ortamda yetişen Paulus,
başlangıçta Hıristiyanlığa en şiddetli şekilde muhalefet eden
kişilerden biri olmuştu. Hıristiyanların çok ağır şekillerde
cezalandırılmasına yönelik eylemlere bizzat katılmıştı. Yine
bu amaçla Şam’a doğru yola çıkan Paulus, şehre vardığında,
başından geçtiğini iddia ettiği garip bir hikâyeyi oradaki
Hıristiyanlara anlatarak, artık kendisinin de bu yeni dine inanmaya
başladığını söyledi. Hikâye şöyleydi: “Gökte ansızın
büyük bir nur parlamış ve sonra yere inerek Paulus’a şöyle
seslenmiştir: ‘ – Saul, Saul, niçin bana eziyet ediyorsun?’
Paulus irkilerek sorar: ‘–Ya Rabb, sende kimsin?’ Işıktan
cevap gelir: ‘-Ben, düşmanlık ettiğin İsa’yım. Artık
yeter, kalk ve şehre gir, orada yapman gerekenler sana
bildirilecektir!’ ” Böylelikle ilahi bir görev üstlenmiş
olduğunu iddia eden Paulus, gelecekte kanonik sayılacak olan
literatürün tamamına nüfuz edecek teslis inancının alt
birimlerini sentezlemeye koyulur. Yeni Ahit’te yer alan
“Galatyalılara Mektubunda” bu misyona dair yetkisinin kaynağını
da şöyle açıklar: “-Artık yaşayan, ben değilim; bende
yaşayan Mesih’tir”. Ve Paulus, teslis öğretisine esas
oluşturan yazılarını yazmaya ve orijinal Hıristiyan öğretisinde
bulunmayan bu fikirleri, çevrede yaşayan topluluklara telkine
başlar. Öğretinin temeli, “Mesih’in insan soyunun kaderini ve
kurtuluşunun bedelini bütünüyle üstlenmek için Tanrı’nın
bir insan bedenine bürünmüş hâli” olduğu iddiasına
dayanmaktadır.
Prof.
C. Sunar, Paulus’un bu katkısını felsefe tarihi açısından
şöyle yorumlar: “Hıristiyanlığın
Yunan dünyasından yaptığı bu alıntı, esas olarak Orphic
kaynaklıydı. Bu öğreti, ‘önce ölen ve sonra tekrar dirilen
bir Tanrı’dan söz eden bir mite dayanır. Buna göre, Tanrı’nın
söz konusu bu acılı eylemine iştirak eden insanlar da onun gibi,
tekrar dirilme şansını kazanır. Bu mit Hıristiyanlığa, Hz.
İsa’nın aynı şekilde ölen ve sonra tekrar dirilen bir Tanrı
olduğu iddiasıyla aktarıldı. Benzer şekilde, ona ibadet eden
insanların da öldükten sonra tekrar dirilterek ebedi bir hayata
mahzar edilmekle mükâfatlandırılacağı öne sürüldü. Yunan
dünyasına ait bu öğretinin, özellikle Paulus tarafından büyük
bir başarıyla Hıristiyan dünyasına empoze edilmesiyle bu görüş,
bu dinin temel esaslarından biri hâline geldi.”
Başlangıçta,
Yahudi toplumunun ileri gelenlerinin de etkisiyle Roma İmparatorluğu
yöneticileri, hakimiyetleri altındaki topraklarda doğup, gelişen
Hıristiyanlığa karşı çok sert bir tepki ve muhalefet
gösterdiler. Fakat en sert ve acımasız saldırılara rağmen bu
yeni din yayılmaya devam etti. Sonunda öyle bir noktaya gelindi ki,
Romalı idareciler hakimiyetlerini sürdürebilmek için
Hıristiyanlara giderek daha ılımlı ve iyi davranma mecburiyetini
hissetmeye başladılar. Ve nihayet 313’te imparator
Constantinus’un Hıristiyanlığı benimsemesiyle Hıristiyanlar ve
kilise, devlet çapında örgütlenmeye koyuldu. Bu yeni süreçte
kilisenin gücü zamanla arttı ve bu gelişme; kilise, Roma’nın
diğer tüm resmi kurumlarıyla başa baş mücadele edebilecek bir
konuma ulaşana dek sürdü.
Roma
imparatorluğu, “kavimler göçü”nün etkisiyle yıkılıp,
parçalandığında, devletin kültürel birikimi, bir süre boyunca
sahipsiz ve korumasız kalma, hatta unutulma tehlikesiyle yüz yüze
gelmişti. Bu dönem içinde Roma dünyasının kültürel birikimini
koruma fonksiyonunu kilise yerine getirdi. Çünkü yıkılan Roma
imparatorluğunun ayakta kalmayı başaran tek kamu kurumu kilise
idi. Kavimler göçüyle tarih sahnesine çıkan birçok yeni topluma
ve ulusa Greko-Romen kültürü, kilise aracılığıyla tanıtıldı
ve benimsettirildi.
Kilise, resmi
öğretisini belirlerken, eski Yunan felsefesinden büyük ölçüde
yararlanmıştı. Ancak antik Yunan felsefi birikimi Hıristiyanlığa
transfer edilirken, kilise liderleri son derce seçici ve politik
davranmışlardır. Zamana göre tercih edilen veya popüler olan
filozof değişse de, kilise önderlerinin bu tavrı daima aynı
şekilde devam etmiştir. Bu stratejiye göre, filozofların
kilisenin o dönemde savunduğu fikir ve inançlara paralel olan
görüşleri alınıp, Hıristiyanlığın resmi öğretisini
şekillendirmekte veya muhaliflerin tenkitlerini cevaplamakta
kullanılırken; filozofların, kilisenin o dönemde benimsemekte
olduğu inançlara aykırı bulunan görüşleri ise gizlenmekte ve
unutulmaya terk edilmekteydi. Aristoteles’in Hıristiyan dünyasında
uzunca bir dönem sadece bir mantıkçı olarak tanınması ve
bilinmesi; bu sürecin işleyiş şekline ve sonuçlarına ilginç
bir örnek teşkil eder. Bu dönem boyunca Aristoteles’in eserleri
ve fikirleri arasından sadece mantıkla ilgili olanlar âdeta
cımbızla çekilir gibi ayıklanarak alınmış, geriye kalan asıl
büyük kısım ise sansür edilmişti. Platon’un
Hıristiyanlaştırılması ise çok daha kolay ve kapsamlı olarak
gerçekleştirilmişti.
Orta Çağ Felsefesi
Orta Çağ
felsefesi başlangıçta, Hıristiyan kilisesinin dini inanç
esaslarını antik felsefeden yararlanmak suretiyle desteklemek ve
savunmak amacıyla kullanma çabaları sonunda ortaya çıkan
dini-felsefi spekülasyonlardan ibaretti. Kilise yetkilileri, hem
dinde hem de antik felsefede her şeyin en mükemmel bir şekilde ele
alınıp, ortaya konmuş ve son sözlerin söylenmiş olduğu
varsayımıyla hareket ettikleri için bu dönemin entelektüel
hayatı, yenilik ve orijinallikten yoksun statik bir durum arz eder.
Bazı düşünce
tarihçileri, Orta Çağ felsefesinin I. Justianus’un Atina’da
Akademia’yı kapattığı 529 yılında başladığını kabul
eder. Ancak araştırmacıların çoğu, J. S. Erigena’yı
(810-877) Orta Çağın en büyük filozofu ve Charlemagne’nin taç
giyme tarihi olan 800 yılını da Orta Çağ felsefe geleneğinin
başlangıcı olarak görürler. Bu kanaatte olan tarihçiler, 476’da
Roma’nın düşüşünden 800’de Charlemagne’nin
imparatorluğunun başlamasına kadar geçen dönemi, entelektüel
bir durgunluk dönemi olduğu için “karanlık çağ” olarak
nitelerler. Onlara göre, Charlemagne’nin eğitim görev ve
yetkilerini kilise görevlisi hocalara, yani skolastiklere
(schola=okul) vermesiyle, felsefe tarihinde yeni bir dönem başlamış
oldu.
Orta Çağ felsefesi, genel çizgileri
bakımından iki ana döneme ayrılabilir. Orta Çağın başlarından
1200 yılına kadar süren birinci dönem, esas itibariyle Platoncu,
daha doğrusu Yeni Platoncu bir renk taşır. Bu dönemin felsefesi
oluşturulurken, Aristoteles’in özellikle “mantık” ile ilgili
görüşlerinden de faydalanılmıştır. Ancak Aristoteles’in
mantık, retorik ve estetik gibi dini bakımdan nötr konular
dışındaki fikirleri, kilise dogmalarına uygun bulunmadığından,
göz ardı edilmişlerdir. Orta Çağ felsefesinin 12. ve 15.
yüzyıllar arasındaki ikinci dönemi ise bariz bir şekilde
Aristoteles felsefesi tarafından şekillendirilmiştir.
Orta Çağda
felsefi etkinliklerin merkezleri kiliselerle manastırlar olduğu
için bu çalışmaların tamamı din adamlarının mutlak otoritesi
altında gerçekleştirilmekte ve ele alınan konular da, İncil ile
antik felsefenin kilisece onaylanmış kısımlarıyla
sınırlandırılmaktaydı.
Bu şekilde,
çoğu ansiklopedik ve didaktik özellikte olan birçok kitap kaleme
alınmıştır. Bunlar genelde manastırlardaki din adamı adayı
öğrenciler için ders kitabı olarak hazırlanmışlardı. Ders
kitapları genelde; gramer, diyalektik, retorik, aritmetik, geometri,
astronomi ve müzik olarak yedi konuda yazılmaktaydı. Bu dersler;
ilki “gramer, diyalektik ve retorik” (Trivium=Üçlü) ve
diğeri de “aritmetik, geometri, astronomi ve müzik”
(Quadrum=dörtlü) olmak üzere başlıca iki ayrı
kategoride işlenirdi.
Tüm bu
etkinliklerde amaç, Hıristiyan dogmalarını akıl ve bilgi
yoluyla savunmak, açıklamak ve geliştirmekti. “İnancı”
düşünme eyleminin ilk basamağına yerleştiren bu yaklaşım,
“anlamak, kavramak ve gerçeğe ulaşmak için inanmaktayım”
ifadesiyle sloganlaştırılmıştı. Buna göre, kilise dogması
önce iman ile kabul edilecek; sonra da akıl ve bilgiyle aydınlığa
kavuşturulup, kavranılacaktır.
Skolastizmin
ilk dönemlerinin en ünlü temsilcisi olan Anselmus’un (1035-1109)
felsefesi, tümel kavramların, insan bilincinin dışında da bizzat
mevcut olduklarını varsayan “kavram gerçekçiliği”nin tipik
bir örneğidir. Ona göre, tümel kavramların nesnel gerçekliğinden
şüphelenmek, iman ile aklın yani din ile felsefenin uyumunu bozar.
Çünkü, iman esasları, ancak bu çerçevede kavranılabilir.
Nitekim, Tanrı’nın varlığını göstermek için Anselmus, bu
yaklaşıma dayanan “ontolojik ispat” tekniğini
gelişmiştir.
Anselmus’un
felsefesine bir tür tepki olan Adcılık (Nominalizm) öğretisinin
Orta Çağdaki ünlü temsilcisi Roscellinus (1050-1125) ise tümel
kavramların kendi başlarına var olan reel nesneler olmadığına
işaret ederek, bunların ancak benzer nesneleri ifade için insan
zihni tarafından oluşturulmuş adlardan (nomen) ibaret olduğunu
vurgulamış, gerçek mevcudun, ancak tek tek varlıklar
olabileceğini belirtmiştir.
Skolastik eğitimciler “lektio”
(ders) uygulamasında öğrencilerine, programda yer alan konuyu
anlatırlar, sonra “disputatio” (tartışma) kısmında bunları
öğrencilerle karşılıklı olarak müzakere ederler ve nihayet
“summa” (özet) bölümünde de en önemli noktaları
vurgularlardı.
Eğitimin amacı
ve metodu hususunda ortak bir yaklaşım benimsenmiş olmakla
birlikte, kabul edilen temel öğretilerdeki bazı farklılıklar
nedeniyle uygulamada bazı değişik skolastik akımlar ortaya çıktı.
Bunların en yaygınlarından ikisi, Duns Scotus’un (1270-1308)
izleyicileri olan Fransiskenler ile Aquino’lu Tommaso’nun
(1225-1274) takipçileri olan Dominikenlerdi. Fransiskenler,
Tanrı’nın mutlak ve özgür iradesiyle yaratmış olduğu
kâinatta tam ve kesin deterministik nedenlerinin bulunamayacağını
vurgulamaktaydılar. Dominikenler ise aklın Tanrı’nın
yaratmasında esas belirleyici unsur olduğunu ve kâinatın
akliliğinin-yani muhtemel biçimler arasında en uygununa sahip
bulunuşunun-bunun delilerinden biri olduğunu belirtmekteydiler.
Tommasoculuk
olarak da adlandırılan ikinci görüş zamanla üstün geldi ve
Aquino’lu Tommaso’nun “Summa
Theologica”sı
skolastizmin temel eseri sayıldı. Bundan sonra skolastizmde başlıca
etkinliğin, Tommaso’nun bu kitabı hakkında yorumlar yapmaktan
ibaret olduğu bir dönem başlamış oldu.
Scotus ve Tommaso arasındakine benzer
tartışmalar, çok daha sonraki tarihlerde zaman zaman diğer bazı
düşünürler arasında tekrarlanmıştır. Meselâ, Alman
idealistlerinden Schopenhauer’ın özgür-iradeciliği ile Hegel’in
tümel mantıkçığı, bunun bir örneğidir. Schopenhauer’ın
Scotus’un iradeye öncelik veren görüşlerinin etkisini taşıyan
felsefi yaklaşımı “Volantarizm” olarak adlandırılır.
“İradecilik” ismiyle de bilinen bu yaklaşıma göre gerçeğe;
düşünce ve aklın değil, ancak iradenin eğilim ve özellikleri
göz önünde bulundurulmak suretiyle ulaşılabilir. Schopenhauer bu
çerçevede tüm varoluşu, yaşama ve yaşatma tasavvuru veya
arzusunun bir tezahürü olarak mütalâa etmiştir.
Aquino’lu
Tommaso, skolastizmin ikinci, yani Aristotelesçi dönemini başlatan
ve Katolik ilahiyatını sistemleştiren kişi olarak kabul
edilebilir. İlk olarak Napoli üniversitesinde öğrenciyken Arapça
ve Yunanca’dan çevrilen bilimsel ve felsefi eserleri okuma fırsatı
bulan Tommaso, o sıralarda yeni.
yeni yaygınlaşmakta
olan Dominiken tarikatına katılır. Daha sonra, Paris’teki Saint
Tacques manastırına gider. Dominikenlerin üniversitesi
niteliğindeki bu eğitim merkezinde, Albertus Magnus’un derslerini
izler. Buradaki eğitimin Tommaso’nun görüşleri üzerinde çok
derin etkileri olmuş ve zihninde; skolastizmin birinci dönemi ve
Hıristiyanlığın ilk 12 asrı boyunca hakimiyetini sürdürmüş
olan Platonculuğa karşı, Aristotelesçi bir felsefenin genel
çerçevesi şekillenmiştir.
Bu
dönemde, Hıristiyan dünyasının, parlak İslâm uygarlığı ve
felsefesiyle ilişkileri de giderek artmaktaydı. Ancak tutucu
Hıristiyanlar arasında, önemli bir kısmı kendilerine Müslüman
düşünürlerin eserleri vasıtasıyla ulaşan Aristoteles’in
metafizik, tabiat ve teolojiyle ilgili öğretilerine karşı büyük
ve yaygın bir tepki de oluşmaya başlamıştı. Kilise yetkilileri;
gençleri baştan çıkardığı iddiasıyla bu tür tabiatçı ve
rasyonalist öğretilere karşı, sonunda bir savaş açtı. Ama
bütün bunlara rağmen, Tommaso ve hocası A. Magnus cesaretle
Aristoteles’in eserlerini okumaya ve okutmaya devam ettiler ve
derslerinde Aristotelesçi görüşleri hiç çekinmeden
öğrencilerine anlatmaya başladılar.
Aslında, o yıllarda, kırsal
bölgelerden kentlere göç hızlanmış, teknik gelişmeler sosyal
ve ekonomik hayatı etkilemeye başlamıştı. Böyle bir ortamda,
özellikle yeni kuşaklar, dünya hayatını tamamen aşağılayan
mevcut dogmalara içten içe bir tepki göstermeye ve akıl ya da
felsefe yoluyla tabiata hakim olmanın gereğini dile getirmeye
başlamışlardı. Bu eğilimler, Aristoteles felsefesine gösterilen
ilginin artmasıyla sonuçlandı.
Artık, Avrupa’nın önemli kültür
merkezlerinde Aristoteles öğretisinin kaynak eserleri olan Müslüman
düşünürlerin kitapları, geniş ölçüde okunuyor ve bu çevreler
üzerinde etkili oluyordu. Özellikle İbni Rüşd’ün görüşleri,
yorumları ve yaklaşımları 1266’dan sonra taraftar bulmaya
başladı. Tommaso, henüz şartlar olgunlaşmadığı için
Augustinusçu Aristoteles eleştirileriyle İbni Rüşd yanlıları
arasında bir süre tarafsız kaldı. Ancak kilise bu gelişmeler
karşısında tavrını iyice sertleştirdi ve İbni Rüşdçülük
1270’de aforoz edildi.
Tommaso, buna rağmen adım adım
Aristotelesçi öğretiler üzerinde yeni bir skolastik anlayış
geliştirmeyi sürdürdü. Buna göre teoloji, bir “bilim”di,
ancak Tanrı tarafından açıklanmış oldukları için kesin bir
şekilde kabul edilmesi gereken bilgileri içermekteydi. İlahiyatçı
önce “inanç” tan hareket eder, sonra akıl yoluyla dinin bu
dogmalarını açıklayıp, yorumlardı. Oysa bir filozofun tek
dayanağı ise aklın gücüydü. Tommaso, aklın kendine has
kuralları olmakla birlikte, tamamen dinin sınırları içinde
kalmasının mümkün olduğunu öne sürdü. Bu yaklaşımda
tabiatın yapısındaki aklilik ve tutarlılık da önemli bir
konuma sahiptir. Tommaso’ya göre tabiatın deterministik
yasalarını bulmaya yönelik bir felsefi etkinlik, sonunda, ilahi
logosa uygun bir bilgiler topluluğuna ulaşmayı mümkün
kılacaktır. O güne kadar hakim olan ve tamamıyla tabiat üstü
dünyaya yönelik olan yaklaşım, insanlarda zihinsel bir
karışıklığa yol açmıştı. Artık, tabiata ait doğru bilgiler
de dindeki yerini almalı ve insan Tanrı’ya daha akılcı
yollardan ulaşmalıydı.
Ancak tutucu Hıristiyanlar, tabiatta
bazı zorunlu yasaların bulunduğu görüşüne; bu yaklaşımın,
“kişisel sorumluluk duygusunu ortadan kaldıracağı ve ilahi
taktire olan inancı sarsacağı” gerekçesiyle karşı çıktılar.
Tommaso bu itiraza, “insanın özgürlüğünün akli bir olgu
olarak savunulabileceğini, ama tabiattaki determinizmin de kabul
edilmesi gerektiğini” söyleyerek karşılık verdi. Tanrı,
yarattığı her şeyi harekete geçirmişti, ama onun kâinattaki bu
yüce yönetimi de zaten onun ilahi takdirinin yasalarına göre
gerçekleşmekteydi. Bu ilahi takdir çerçevesinde her varlık,
kendi tabiatına uygun şekilde davranmaktadır. Bu özellik, en
ideal şekline akıllı varlık “insan”da ulaşmıştır.
İnsanın, kendi zihinsel, fiziksel ve iradi varoluşunda kendi
hareketini kendisinin belirlemesi esnasında bir yandan da Tanrı ile
ilişki içinde bulunması, onun “özgürlüğünü” kısıtlamak
şöyle dursun, tam aksine, onu olması gereken ideal niteliğe
ulaştırır.
Tommaso, 1277’de İtalya’daki
Napoli üniversitesinde Dominiken bir fakülte kurdu ve aynı yıl
içinde orada dersler vermeye başladı. O yıllarda yaygın olan
ruh-beden ilişkisi tartışmalarına da katılan Tommaso ruhun,
bedenin “form”unu teşkil ettiğini savunan Aristotelesçi
öğretiden faydalandı. Tommaso, Ocak 1274 de zamanın Papa’sının
daveti üzerine Lyon Konsiline giderken, yolda hastalandı ve öldü.
1277’de
Paris’te, kilisenin en yüksek yargı organının aforoz ettiği
219 önermeden 12 tanesi Tommaso’ya aitti. Ancak 46 yıl sonra,
isminin azizler listesine alınması ve Trent Konsili’nde
öğretisinin aklanmasıyla Tommaso’nun ünü, yaşadığı dönemle
kıyaslanamayacak kadar artmış oldu. 1400 yılından itibaren de
bir grup yorumcunun, eserlerini sistemli bir şekilde inceleyerek,
onların “inanç ile felsefe arasındaki ilişkiyi ortaya koyuş
tekniğinin, bireyi ön plâna çıkarışının ve Tanrı’nın
arzusunu izah ediş biçiminin” ne kadar önemli ve mükemmel
olduğunu gösteren sonuçlara ulaşmalarıyla, Tommaso öncesi
dönemde sakıncalı bulunan Aristotelesçi görüşler, kilisenin
temel öğretileri arasına katıldı. Bu benimseyiş öylesine
güçlüydü ki artık Aristoteles felsefesine karşı çıkmak
Hıristiyanlığa karşı çıkmakla bir tutulur olmuştu.
Skolastizmin bu döneminde, Tommaso’nun
akılcı yaklaşımına rakip “iradeci” bir öğreti
sistemleştirmiş olan Duns Scotus ise; iradenin, hem Tanrı’da hem
de insanda, akıldan daha öncelikli bir yere sahip olduğunu iddia
etmiştir. Scotus’a göre eğer bu böyle olmasaydı, irade
özgürlüğünden söz edilmezdi; çünkü o zaman irade, bir dış
etken olan aklın kontrolüne girmiş olurdu.
Scotus’a
göre “Tanrı ister, ve
o şey olur. Tanrı özgürce seçer. Sonra O’nun bu özgür
seçimi, tüm ‘varlık’ için ölçü ve referans olur. Tanrı
kâinatı, mevcut şekliyle, özgürce yaratmıştır. Eğer istemiş
olsaydı, kâinatı çok farklı bir şekilde de yaratabilirdi.
Aquino’lu Tommaso’nun, kâinat’ın mevcut biçiminin mümkün
olanın en mükemmeli olduğu nitelemesi doğru değildir. Tanrı’nın
iradesi özgür olduğu ölçüde “kavranılmaz” dır da. Bu
nedenle akıl, Tanrı’nın eylemlerini tam olarak açıklanmasında
hiçbir zaman yeterli olmayacaktır. Bu nedenle insan, tabii olguları
incelerken, onları deterministik kalıplar içine sokmaya
çalışmamalı sadece ampirik yönlerini ifadeyle yetinmelidir. Hiç
unutulmamalıdır ki bunlar zorunlu bağlantılar değildir, eğer
Tanrı isteseydi onlara çok farklı özellikler de verebilirdi.”
Scotus, sadece bilimin değil, ahlâkın
yasalarının da Tanrı’nın iradesine bağlı olduğunu belirtir.
Çünkü bir şey eğer iyiyse bu, Tanrı’nın mutlak iradesi öyle
olmasını istediği için iyidir ve Tanrı’nın iradesi daima
iyilik yönünde tecelli eder. Bunda bazı ahlâki zorunluluk
prensiplerinin hiçbir etkisi yoktur. Benzer şekilde insan hür
olduğuna göre, kişisel çabalarıyla kurtuluşa ulaşması mümkün
ve hatta gereklidir. Bu nedenle de kilisenin aracılığına hiçbir
şekilde ihtiyacı yoktur.
Scotus’un öğrencilerinden Ocham’lı
Wiliam, biraz zorlamayla da olsa, hocasının öğretilerini saf bir
Adcılık felsefesine dönüştürmüştür. Bazı çevrelerce “İlk
Protestan” olarak nitelenen William’ın bilim ve felsefeyle
ilgili görüşleri, Rönesans hareketinin alt yapısının
hazırlanmasına önemli katkılar sağlamıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder