İslâm Dünyasında Entelektüel Hayat
İslâmın
Doğuşu ve Gelişimi
Yaklaşık
olarak 570 yılında, Arabistan yarımadasındaki Mekke şehrinde;
soylu , saygın ancak pek varlıklı olmayan bir aileden doğan Hz.
Muhammed’e, 610 yılında Kur’an’ın ilk ayetlerinin
vahyedilmesiyle, dünya düşünce ve kültür hayatında yepyeni bir
dönem başlamış oldu. İslâm kelimesinin kökü olan “silm”;
barış ve esenlik, aynı kökten türeyen “esleme” fiili ise
boyun eğmek ve teslim olmak anlamına gelir. Buna göre İslâm,
Tanrı iradesine boyun eğerek esenliğe kavuşmaktır.
Hz. Muhammed’in doğup, büyüdüğü
şehir olan Mekke, tüm Arabistan gibi, kültür ve uygarlık düzeyi
bakımından çok geri ve dışa kapalı bir durumdaydı. Vahyin
başladığı günlerde, Mekke’de okuma yazma bilenlerin sayısının
17 olduğu söylenir Bu şehirde yaşayan insanların bilim veya
felsefe olarak nitelendirilebilecek hiçbir etkinlikleri yoktu.
Kur’an’ın
ilk ayetinin “-Oku!”
emri olması ilginçtir. İzleyen ayetlerde ortaya çıkan mesajın
esası, “Tanrı’nın tekliğinin vurgulanması ve insanların
putperest yaklaşımın tabii nedenleri ve sonuçları olan cahillik,
adaletsizlik, ve çirkinliklerden kendilerini kurtarmaya davet
edilişleridir.” Mekke’nin ileri gelenleri bu yeni gelişmeyi
egemenliklerine yönelmiş bir tehdit olarak algıladılar ve Hz.
Muhammed’i çağrısından vazgeçirmek için, çeşitli yollar
denediler. Zengin ailelerden birinin kızıyla evlendirmek,
ticaretten büyük paylar vermek veya Mekke yönetiminin başına
getirmek, bunlardan ilk akla gelenlerdi. Ancak, Hz. Muhammed bunları
geri çevirince, zorbalığa başvurdular. Hz. Muhammed, Arap
geleneklerine göre kabilesi tarafından himaye altına alındığı
için, başlangıçta, bazı aşağılayıcı hareketler dışında
bir saldırıya uğramadı. Fakat genç Müslümanlar, ailelerinden
gelen yoğun baskılarla karşılaştılar. Yoksul, kimsesiz ve
korumasız kölelerle azatlılar ise çok ağır işkencelere maruz
kaldılar. Bunun üzerine, Hz. Muhammed, 615 yılında, hayatlarını
güvenli bir ortamda sürdürebilmeleri için bazı Müslümanların
Etiyopya’ya göç etmelerini istedi. Etiyopya’nın Hıristiyan
olan yöneticileri, inandıkları dini esasların Müslüman
göçmenlerinkine uygunluğunu öğrenince, onlara büyük bir
sevgiyle kucak açtılar.
Ancak 616’da Mekke ileri gelenleri
daha radikal kararlar alarak Hz. Muhammed’i korumakla ısrar eden
Haşimoğulları’na karşı ekonomik ve sosyal bir ambargo
uygulamaya ve onları toplumdan tecrit etmeye başladılar.
Mahallelerinde kuşatma altında tutulan kabile mensuplarıyla
alışveriş yapmak, evlenmek ve hatta konuşmak bile yasaklandı. Üç
yıl süren bu boykot sırasında Hz. Muhammed’in eşi Hz. Hacer
ile Haşimoğulları’nın lideri Ebu Talip öldüler. Liderliğe
geçen Ebu Leheb, amansız bir düşmanı olduğu Hz. Muhammed
üzerindeki korumayı kaldırdı. Artık Mekke’de Hz. Muhammed’in
faaliyetlerini sürdürmesi, imkânsız denecek kadar zorlaşmıştı.
Olağanüstü
bir gayretle, Hac mevsiminde Mekke dışından gelenlere davetini
ulaştırmaya çalışan Hz. Muhammed’e Yesrib’den gelen bir
grup, büyük ilgi gösterdi. Komşuları olan Yahudilerden dünyaya
son bir peygamberin gelmesinin beklendiğini öğrenmiş olan 6
Yesribli İslâm’ı kabul etti. Bir yıl sonra 621’de kalabalık
bir grup hâlinde tekrar Mekke’ye gelen Yesribliler, Hz. Muhammed’e
bağlılık yemini ettiler ve kabileleri arasında İslâm’ı
yayacaklarına dair söz verdiler. 622’de gelen Yesribliler ise onu
kendi şehirlerine davet ettiler ve ne pahasına olursa olsun, sonuna
kadar kendisiyle birlikte hareket edeceklerini belirttiler. Bunun
üzerine Mekkeli Müslümanlar küçük guruplar hâlinde Yesrib’e
göçe başladılar. Mekke ileri gelenleri Hz. Muhammed’in de
Mekke’ye gideceğinin öğrenince onu öldürmeye karar verdiler.
Ancak onların bu plânını öğrenen Hz. Muhammed, Ebubekir ile
birlikte Mekke’den ayrıldı. Onların Yesrib’e gelmelerinden
sonra bu şehir, artık “Peygamber’in
Kenti” veya “Medine”
ismiyle anılmaya başlandı.
Medine’de
Hz. Muhammed’e verilen bir arsa üzerinde hem peygamberin evi, hem
de sosyal ve kültürel hayatın merkezi olacak Mescid-i Nebi inşâ
edildi. Mescidin bir yanına kurulan sofa (suffe), yoksul ve evsiz
Müslümanlara ayrıldı. Zamanla burası İslâm’ın ilk eğitim
kurumu hâline geldi. Mekke’den göç etmiş Müslümanları
güçlendirmek için bir dayanışma kurumu oluşturuldu. Hz.
Muhammed, Arap ve Yahudi kabile başkanları ile gerçekleştirdiği
antlaşmalar sonucunda Medine Anayasası olarak adlandırılan
belgenin yürürlüğe girmesini sağladı.
Ancak,
Yahudi kabilelerinin antlaşmaya bağlılığı uzun sürmedi.
Özellikle Abdullah bin Selâm gibi önde gelen Yahudi bilginlerinin
Müslüman oluşundan sonra, bir yandan Hz. Muhammed’i küçük
düşürmeye çalışmaya, diğer yandan da Mekkeli Arap kabilelerini
kışkırtmaya başladılar. Medine’de krallığını ilan etmeyi
tasarlarken, Hz. Muhammed’in gelişiyle bu amacına ulaşması
engellenen Hazreç kabilesi liderlerinden Abdullah bin Ubey
başkanlığındaki bir grup ise, Müslümanmış gibi görünerek,
Yahudi kabilelerinin plânlarının gerçekleşmesine içten içe
katkıda bulunuyordu. Bu sırada bazı putperest Arap kabileleri de
Medine’ye saldırılar düzenleyerek Müslümanlara ait ekili
alanları ve bahçeleri yakıp, hayvanlarına el koymaya başladılar.
Bu zorlayıcı nedenler üzerine
Müslümanlar ilk defa müfrezeler düzenleyerek saldırganlara
karşılık vermeye başladılar. 624 Martında gerçekleşen Bedir
savaşında ise Müslümanlar, Mekkeli putperestler karşısında ilk
büyük zaferi kazandılar. Bu savaşta Mekkeli önderlerin ileri
gelenleri öldürüldü. Savaştan sonra Medineli putperestlerden ve
Yahudilerden bir kısmı Müslüman oldu. Medine döneminde vahyin
içeriğinde, Mekke’dekine göre önemli değişiklikler oldu.
Mekke ayetleri daha çok Allah’ın varlığı, birliği,
özellikleri ve kâinatın yaratılış amacı gibi inanç esaslarını
kapsarken; Medine ayetleri, ağırlıklı olarak ibadetleri ve
toplumsal ilişkileri konu almaktaydı.
Mekkeli putperestler, İslâm
toplumunun gelişimini önlemek amacıyla 625 Martında tekrar
saldırdılar. Yapılan Uhud Savaşının sonunda iki taraf da kesin
bir üstünlük sağlayamadı. 627 Martındaki Hendek savaşıyla da
istedikleri sonuca ulaşamayan Mekkeliler, bundan sonra önemli ve
düzenli bir harekât gerçekleştiremediler. Artık putperest Arap
kabileleri kitleler hâlinde Müslüman olmaya başlamışlardı.
Hz.
Muhammed 628 Martında umre niyetiyle 1500 kadar Müslüman’la
birlikte Mekke’ye doğru yola çıktı. Mekkeliler onları kente
sokmama kararı alınca, Müslümanlar, Hudeybiye’de konakladılar.
Birkaç gün sonra taraflar arasında bir antlaşma yapıldı.
Hudeybiye antlaşmasının yakın bir gelecekte, Müslümanlar lehine
çok olumlu sonuçları olacaktır. Antlaşmaya göre iki taraf da
karşılıklı olarak düşmanca davranışlara son verecek ve
Müslümanlar gelecek yıl Kâbe’yi ziyaret edeceklerdi.
Bu barış ortamında Hz. Muhammed
çağrılarını yoğunlaştırdı. Başta Bizans, İran ve
Etiyopya’nınkiler olmak üzere bazı devlet başkanlarına
mektuplar göndererek onları İslâm’a davet etti. Etiyopya kralı
Müslüman oldu. Mekkeli putperestlerin Hudeybiye antlaşmasını
bozmaları üzerine Hz. Muhammed 630 Ocağında 10 bin Müslüman
ile, açık bir direnişle karşılaşmadan Mekke’ye girdi. Hz.
Muhammed genel bir af ilan etti ve Mekkelilerin büyük bir çoğunluğu
gönül rızasıyla Müslüman oldu. Hz. Muhammed Mekke’de 20 gün
kalarak yeni yönetimi şekillendirdikten sonra, Arabistan’daki
kabilelerin en güçlüleri olan Havazın ve Sakifliler’in
saldırılarını karşılamak üzere doğuya doğru harekete geçti.
Yapılan Huneyn savaşıyla putperest saldırılar artık tamamen
sona erdirilmiş oldu.
632 yılında Hz. Muhammed ilk ve son
haccını yaptı. Bu sırada gerçekleştirdiği “Veda Hutbesi”
adlı ünlü konuşmasıyla İslâm öğretisini özetleyerek; sınıf
ve ırk ayrımı yapılmaksızın tüm Müslümanların eşitliği;
can, mal ve namus dokunulmazlığı, kadın hakları, gelir dağılımı
adaleti, akrabalık gibi sosyal ilke ve ilişkilerin önemini İslâm
toplumuna tekrar hatırlattı. Hz. Muhammed, veda haccından kısa
bir süre sonra öldü.
Hz. Ebubekir’in Hz. Muhammed’e
halife seçilmesiyle başlayan dönemde (632-661) birçok çevre
ülkenin halkı İslâm’ı kabul etti. Bunu izleyen Emevi döneminde
İslâm devleti büyük bir imparatorluk hâlini aldı. Bu dönemde
sınırlar, Çin’den Afganistan’a ve Hindistan içlerine kadar
uzanmaktaydı. 670 den 709’a kadar geçen süre içinde Mısır’dan
Atlas Okyanusu kıyılarına kadar tüm Kuzey Afrika da devletin
topraklarına katıldı. 711-713 arasında İspanya fethedilmiş,
sınırlar Avrupa içlerine kadar ulaşmıştı.
Halifeliği bir hanedanlığa
dönüştüren Emevilere karşı gelişen muhalefetin ayaklanmaya
dönüşmesi sonucu yönetim 750’de Abbasilere geçti. Abbasiler
döneminde, İspanya’da Endülüs Emevileri devleti kurulunca
(756-1031), İslâm dünyasında ilk kez iki farklı yönetim ortaya
çıkmış oldu.
İslâm Düşünce Hayatı
İslâm’ın
en temel kaynağı olan Kur’an vahyedildikçe kısım kısım
yazıya geçirildiği için, orijinalliğini günümüze kadar aynen
korunarak gelmiştir. İslâm’ın ikinci temel kaynağı sayılan
ve Hz. Muhammed’in sözleri ve davranışlarıyla ilgili kayıtlar
olan Hadisler ise özel bir disiplinin ayrıntılı kuralları
çerçevesinde, birkaç asır süren titiz çalışmalar sonunda
derlenip, sınıflandırılarak yazıya geçirilmiştir.
Hz.
Muhammed ve dört halifesi döneminde İslam toplumu, acil ve önemli
bir çok askeri, siyasi ve sosyal problemle karşı karşıya
kalmıştı. Bu hayati derecede önemli sorunların çözümü için
toplumun hemen tüm fertlerinin seferber olduğu bu dönemde, en göze
çarpıcı entelektüel etkinlik; İslâm’ın teori ve pratiğinin
Kur’an’dan okunarak veya Peygamber ve halifelerine sorular
yöneltmek suretiyle öğrenilmesi ve sonra da öğrenilenlerin hemen
uygulamaya geçirilmesi şeklinde gerçekleştirilmekteydi.
Acaba
İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an’da ve Hadislerde
“bilime, düşünmeye, araştırmaya, bilginlere ve akla” ne
oranda ve nasıl yer verilmişti? Genel bir incelemeyle ortaya çıkan
tablo şudur: Kur’an’ın yaklaşık her dokuz ayetinden birinde
ilim (bilim) kelimesine veya ondan türeyen isimler ile fiillere yer
verilmektedir. 750 kadar ayette, insanın ve kâinatın yapısına
veya özelliklerine dikkat çekilmekte, 60 dan fazla ayette aklın
veya düşünmenin önemi vurgulanmaktadır. Anlaşılan odur ki,
Kur’an, insanları hiç düşünmeden, gözleri kapalı olarak
inanmaya çağıran bir kitap değildir. Aksine, Kur’an pek çok
ayetiyle, insanı gözüyle görüp, kulağıyla işitmeye ve ancak
bu yollarla edindiği bilgileri, aklıyla doğru bir şekilde
yorumladıktan sonra, onu “inanmaya” davet etmektedir. Bir
yönleriyle Kur’an’ın açıklamaları ve yorumları olan
Hadislerde de aynı tablo göze çarpar. İşte bunlardan bazı
örnekler: “Allah beni
bir öğretmen olarak gönderdi. İlim, İslâm’ın hayatıdır.
Kıyamet günü,
âlimlerin mürekkebi,
şehitlerin kanlarına denk tutulur. Âlim, yeryüzünde Allah’ın
güvenli kulu, peygamberlerin de mirasçısıdır. Kişi, ilim
öğrenirken ölürse, şehit olmuş sayılır. İyilik ve bağışın
en üstünü, ilim öğrenip öğretmektir. Kişinin ilimden bir
konu öğrenmesi, bin rekat (farz ya da sünnet olmayan) namaz
kılmasından daha hayırlıdır. Beşikten mezara, ilim öğreniniz.
Hikmet, Müslüman’ın yitik malıdır, nerede bulursanız alınız.
İlim Çin’de de olsa gidip, alınız. Bir babanın evladına
bırakabileceği en değerli miras, iyi bir eğitim ve öğretimdir.
Her şeyin bir yolu vardır, cennetin yolu da ilim öğrenmektir.
Cehaletten daha kötü bir fakirlik olamaz. İlim rütbesi,
rütbelerin en yükseğidir. Cahiller arasında bir alim, ölüler
içindeki diri gibidir. Bir âlimin ölümü, bütün bir milletin
ölümünden daha büyük bir kayıptır. Alimin uykusu, cahilin
ibadetinden hayırlıdır.”
Kur’an’ın
ve Hadislerin bu teşvikleri İslâm toplumunu her zaman araştırmaya,
okumaya ve düşünmeye özendirmişse de, bu yönlendirmenin en
belirgin sonuçları, sosyoekonomik, siyasi ve askeri şartların en
elverişli hâle geldiği Abbasiler döneminde görülmüştür.
Abbasi iktidarı sırasında Müslümanlar dünyanın en büyük ve
en zengin devletine sahip hâle gelmişlerdi. Halife Mansur, bir
rahatsızlığı nedeniyle, Cundişapur okulunun tıp bölümü
yöneticilerini Bağdat’a davet etti. Bu şekilde kurulan bağlantı,
kısa bir süre içinde Cundişapur’dan sonraki felsefe ve bilim
merkezinin Bağdat olmasıyla sonuçlandı. Halife Mansur’un ilgisi
sadece tıpla ve Cundişapur ile sınırlı değildi. Mansur, tüm
büyük ülkelere ve kültür merkezlerine elçiler gönderdi.
Meselâ, Bizans imparatoruna gönderdiği davette, ondan özellikle
bazı matematik ve mantık kitaplarını Bağdat’a göndermesini
istedi. Benzer şekilde Hindistan’a da elçiler göndererek kimi
bilim adamlarını Bağdat’a davet etti. Bu geniş çaplı ve
dinamik girişimin tabii bir sonucu olarak dünyanın en ünlü ve
başarılı pek çok düşünürü ve bilim adamı ile çoğu Yunanca
ve benzeri kültür dillerindeki tüm klâsik bilim ve felsefe
eserleri Bağdat’ta toplanmış oldu.
Tüm
bu entelektüel çalışmaların Bağdat’taki merkezi “Beytül
Hikme” olarak
adlandırılan bilimsel ve felsefi araştırma kurumudur. Mansur,
maddi ve manevi her türlü desteği sağlayarak kurduğu sistemin en
yüksek verimle çalışması için de gereken her şeyi yaptı.
786 yılında iktidara gelen Abbasi
halifesi Harun Reşid zamanında bu etkinlikler daha büyük bir ivme
kazandılar. Harun Reşid, Anadolu’ya bizzat giderek çeşitli
şehirlerde bulduğu değerli kitapları Bağdat’a getirdi.
İmparatorluğa bağlı toplumların vergilerini kitap olarak
ödeyebilmelerini mümkün kılan kanunlar çıkardı. Harun Reşid,
topladığı çeşitli dillerdeki bu kitapların Arapça’ya
tercümelerini de çok yakından takip ve kontrol etti.
Bir
sonraki Abbasi halifesi Me’mun zamanında bilimsel ve felsefi
etkinlikler daha da hızlandı. Çünkü Me’mun, felsefeyle bizzat
ve çok yoğun bir şekilde meşgul olan bir yöneticiydi. Çok
yorucu felsefe çalışmalarıyla geçirdiği bir günün gecesinde
Me’mun, rüyasında Aristoteles’i görür ve bu “çatık kaşlı,
geniş alınlı ve gür saçlı” filozofa “-Güzel
ve doğru
olan nedir?” diye
sorar. “-Akla uygun
olandır” cevabını
alan Me’mun sorusunu tekrarlar: “-Sonra?”,
Aristoteles ”–Dinin
uygun gördüğüdür.”
der. Halife sorusunu üçüncü kez yine tekrarlayınca, Aristoteles
bu defa “-Çoğunluğun
doğru bulduğudur.”
karşılığını verir.
Me’mun sadece felsefeye değil,
çeşitli bilim dallarına karşı da büyük ilgi duyan bir
halifeydi. Onun zamanında Beytül Hikme yeniden düzenlenerek daha
da geliştirilir. Me’mun mevcut kütüphanenin zenginleştirilmesi
için olağanüstü çabalar gösterdi. Kıbrıs’a düzenlediği
bir seferden zaferle çıktıktan sonra Kıbrıslı yöneticilerden,
savaş tazminatı olarak “kitap” kabul etmesi, tarihte eşine çok
az rastlanan bir olaydır. Me’mun, başlamış olan bilim ve
felsefeyi geliştirme hamlesini siyasi otoritenin iradesinden
bağımsız bir hâle getirmek için geliri Beytül Hikme tarafından
kullanılmak üzere büyük vakıflar kurmuştur. Zamanın zenginleri
de liderlerini bu kültür ve bilim hamlesinde yalnız bırakmamış;
servetlerinin önemli bir kısmını, kitap toplamak ve tercüme
ettirmek için sarf etmişler ve gerektiğinde bu amaçla, yabancı
ülkelere uzun ve yorucu geziler düzenlemekten de kaçınmamışlardı.
Bütün
bu çabalar sonunda Beytül Hikme bünyesinde, her bir bölümü
kurucusunun adıyla anılan ve içlerinde bir milyona yakın kitap
bulunan dev bir kütüphaneler kompleksi oluştu. Geniş bir okuma
salonuna da sahip bulunan kütüphane, isteyen herkesin istifadesine
açıktı. Kütüphane bünyesindeki kitaplar bir yandan Arapça’ya
çevrilirken, diğer yandan da Beytül Hikme kadrosunda görevli ünlü
bilim adamları, kendi telif eserlerini yazmaktaydılar.
Ancak bu dev bilimsel ve felsefi
atılımın esas olarak plânlı ve sistemli bir tercüme hareketiyle
başladığı kesindir. Sümerlerden eski Yunanlılara, onlardan
İskenderiye ve Cundişapur Okulları’na kadar uzanan insanlık
düşünce tarihinin tüm önemli kaynaklarına ait bütün değerli
eserleri, her türlü fedakârlık göze alınarak önce Beytül
Hikme kütüphanelerinde toplanmış ve sonra bunlar belirli bir
program çerçevesinde tercüme edilmiştir. Beytül Hikme’de
görevli olan zamanın ünlü düşünür ve bilim adamları, uzmanı
oldukları konuda, o güne kadar yapılmış olan tüm çalışmaları
inceledikten ve hatta bazen onları bizzat kendi gözlem ve deney
sonuçlarıyla test ettikten sonra, kendilerine ait orijinal
araştırma programlarını tatbike koyulmuşlardır.
Beytül Hikme’de uygulanan bu çalışma
tekniği, astronomi konusundaki şu örnekle daha iyi kavranabilir:
Halife Me’mun zamanında, tam ve mükemmel bir “Bilimler
Akademisi” hâline dönüştürülen Beytül Hikme bünyesine bir
de rasathane eklenmiştir. Daha önce teorik alt yapısı hazırlanmış
olan İslâm astronomi geleneğine, böylece uygulama boyutu da
kazandırılmıştır. Hindistan’dan halife Mansur zamanında davet
edilmiş olan astronom Brahmagubt’un “Sindhind” adlı ünlü
eseri Arapça’ya çevrildikten sonra; kurulan araştırma ekibiyle
birlikte, adı geçen bilim adamı, yeni yıldız katalogları
hazırlamıştır.
Daha Me’mun zamanında Beytül
Hikme’nin astronomi bölümünde çalışan astronom sayısı 60’a
ulaştı. Ekipler hâlinde astronomi gözlemleri ve ölçümleri
yapan bölüm elemanları; Yunanlılar, Hintliler ve İranlılar
başta olmak üzere, o güne kadar bu alanda çalışmış olan belli
başlı tüm astronomların kitaplarındaki verileri, kendi
bulgularıyla karşılaştırarak kontrol ettiler. Sümerlerden o
zamana kadar yapılan tüm kayda değer çalışmaları analiz
ettikten sonra, Beytül Hikme astronomi gurubu, kendi orijinal
araştırmalarına başladı. Bu, ayrıca, tarihte ekip hâlinde
bilimsel bir araştırma programının uygulanışının da ilk
örneğidir. Ortaya konan eserler o kadar mükemmel olmuştur ki,
Avrupalı astronomlar bu düzeye ancak 17. yüzyılda
ulaşabileceklerdir.
Bu araştırma
geleneği mensuplarından El Battani (850-929) adlı astronom,
kendilerini motive eden etkeni şöyle ifade etmiştir. “İnsanoğlu,
Allah’ın birliğinin ispatına, O’nun eşsiz büyüklüğünü,
yüce ilmini, muazzam kudretini ve yarattığı eserlerin
mükemmelliğini idrake, astronomi sayesinde muvaffak olabilir.”
Bir gün, iki astronom; önlerinde Almagest adlı bir
eser olduğu hâlde bir cami avlusunun sütunları arasında
oturmakta iken, yanlarından geçenler onlara
‘-Zihnininiz neyle meşguldür?’ diye
sorunca, ikisinin de adı Ömer olan astronomlardan biri onlara
Kur’an’dan şu ayeti okuyarak cevap verir: ‘(Onlar)
göğe bakmazlar mı, nasıl yükseltilmiş? Dağlara bakmazlar mı,
yere nasıl dikilmiş? Yer yüzüne bakmazlar mı nasıl döşenmiş?
(88. sure, 18-20. ayetler)’ Görülen odur ki, bu
dönemin düşünürlerini ve bilim adamlarını böylesine yoğun ve
hummalı çalışmaya yönelten en önemli etken, Kur’an’daki
“Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile
gündüzün bir biri ardınca gelişinde
akıl ve sağ duyu sahipleri için, Allah’ın varlığını,
kudretini ve büyüklüğünü gösteren kesin deliller vardır.”
şeklindeki teşvikler ve yönlendirmeler olmuştur.
Ve sonuçta ortaya W. Durant’ın “Müslüman
astronomlar araştırmalarını tam bir bilimsel anlayışla
gerçekleştirdiler. Onlar, deney ve gözlemle teyit edilmeyen hiçbir
görüşü tamamıyla doğru olarak kabul etmediler. Battani ve
Fergani’nin eserleri 17 yüzyıl boyunca Avrupa ve Asya’da
astronominin temel kaynakları olarak kabul gördü. Battani’nin 41
yıl boyunca kusursuz bir titizlik ve dakiklik ile sürdürmüş
olduğu astronomik gözlemleriyle elde ettiği bulgular,
günümüzdekilere şaşılacak derecede yakındır.”
cümleleriyle tasvir ettiği muhteşem başarı tablosu çıkmıştır.
Kur’an’ın
bu özelliği birçok batılı araştırmacılar tarafından da fark
edilmiştir. A. Pellegrin: “Kur’an,
insan düşüncesini
en kapsamlı teori ve fikirlerle besleyen çok zengin bir entelektüel
ve duygusal hazine gibidir.” der. G. Rivoire ise, İslâm
uygarlığının dünya tarihinin en önemli dönemini teşkil
ettiğini belirttikten sonra, bu uygarlığın dinamiklerini şöyle
açıklar: “Bu yükselme ve gelişme hamlesinin sırrını
bize Kur’an’ın bir çok ayeti ve Peygamber’in hadisleri izah
etmektedir. Bu ayet ve hadislerde, Müslümanlar bilime, ilerlemeye
ve uygarlığa yöneltilmiş, böyle davranmanın bir Müslüman için
dini bir görev olduğu vurgulanmıştır.”
Beytül Hikme
tıp gurubu da aynı standart araştırma prosedürü çerçevesinde
faaliyet göstererek en az astronomi gurubu kadar büyük bir başarı
sergilemiştir. Bağdat’da bulunan hastaneyi bir araştırma ve
uygulama merkezi olarak kullanan Beytül Hikme tıp gurubu, tüm
klâsik tıp literatürünü inceledikten ve kendi klinik gözlem ve
deneyleriyle bunlardaki verileri test ettikten sonra, araştırma
hastanelerinde bir yandan faydalı eski uygulamaları sürdürürken,
diğer yandan da yeni ve orijinal tedavi teknikleri
geliştirmişlerdir.
Beytül Hikme’nin matematik ve
tabii bilimler gurubu mensuplarından Harezmi ve Kindi gibi
araştırıcıların mükemmel eserleri de, yüzyıllar boyunca,
doğunun ve batının öğretim kurumlarında ders kitabı olarak
okutulmuştur.
Beytül
Hikme’de başlatılan bu bilimsel araştırma geleneği, kısa
sürede ülkenin hemen tüm diğer büyük şehirlerinde kurulan
benzer bilim merkezlerine yayıldı. Bu yeni çok merkezli
uygulamanın tamamen kendine has olan, dünya biliminin gelişimine
çok önemli bir etkide bulunan bir diğer orijinal özelliği de,
insanın ve kâinatın araştırılması sürecini artık astronomi,
fizik, tıp, sosyoloji, tarih, coğrafya, jeoloji, botanik, zooloji
gibi alanların birkaçında uzman olan kişilerden oluşan ekiplerce
gerçekleştirilmesidir. Atina, İskenderiye ve Cundişapur
geleneğinde ise tek bir düşünür, her konudaki çalışmalarını
sadece felsefe başlığı altında yürütürdü. Deney ve gözleme
yer verilmeyen, sadece rasyonel spekülasyonlardan ibaret olan bu
gibi felsefi etkinliklerde, genellikle, kişisel ve orijinal olma
hedefi özellikle ve öncelikle ön plânda tutulduğu için hemen
tüm ünlü filozoflar, kendilerinden önceki düşünürlerin görüş
ve bulgularını göz ardı ederek, hatta özellikle onları tenkit
ve reddederek, kendi şahsi düşünce sistemlerini kurmaya
çalışırlardı. Oysa Müslüman bilim adamlarının ekipler
hâlinde uyguladığı bilimsel araştırma programlarında; ele
alınan konuda daha önce yapılmış olan çalışmalarda ortaya
konmuş tüm geçerli veriler ve bulgular ilk hareket noktasını
teşkil etmekte, yeni gözlem ve deney verilerinin işin içine
katılmasıyla geliştirilen daha kapsamlı yeni teoriler, eskilerini
de birer özel hâl ve alt küme olarak içermekteydi. Bu ise, ideal
bilimsel metodun ta kendisinden başka bir şey değildir. Üstelik
bu bilimsel araştırma programlarının bazıları; günümüzde
bile kolayca gerçekleştirilemeyen bir şekilde, dünyanın değişik
bölgelerinde, bir çok farklı ulustan araştırmacının
katılımıyla “çok merkezli” bir şekilde yürütülmekteydi.
İslâm üniversiteleri bilimsel çalışma programlarına, dünyada
ilk olarak uluslararası bir nitelik ve boyut kazandıran kurumlar
oldular.
İslâm düşünce geleneğinde,
çeşitli bilim dallarında araştırmalar yapılırken, felsefi
etkinlikle de ayrı bir koldan, aynı canlılık ve verimlilikle
devam ettirilmiştir. İslâm dünyasında yetişen ünlü
filozoflar, klâsik felsefe geleneğine bağlı kalarak insanı ve
kâinatı ilgilendiren her şeyi kapsayan felsefi sistemler kurarken,
diğer yandan bilimsel araştırmaları ve geliştirmeleri izlemiş,
hatta bunlara zaman zaman bizzat kendileri de katılmıştır.
Farabi, İbni Sina, Kindi gibi filozof-bilim adamları, bunların ilk
akla gelenleridir.
Şimdi, İslâm düşünce hayatının
bu altın çağında, temel bilimsel disiplinlerde yapılmış olan
önemli çalışmaları ve bunların Batı dünyasındaki etkilerini
genel olarak gözden geçirelim.
Matematik,
tüm bilim dallarında özellikle fen bilimlerinde olguların
tasvirinde ve açıklanmasında kullanılan temel anlatım aracıdır.
Matematiğin günümüzdeki şeklini almasında Yunan ve Hint başta
olmak üzere çeşitli uygarlıkların önemli payları olsa da,
İslâm uygarlığının katkısı hepsininkinden fazladır. Bu
hususu Prof. J. Risler: “Rönesans’ımızın
matematik hocaları, Müslüman matematikçilerdir.”
ve Prof. E. F. Gautier “Yalnız cebri değil diğer
matematik dallarını da Avrupa uygarlığı Müslümanlardan
aldığı için, günümüz matematiği, İslâm
matematiğinden başka bir şey değildir.” şeklinde
dile getirmişlerdir.
Müslümanların matematiğe ilk
katkıları, günümüzde kullandığımız ve bazı batılı
matematikçilerce hâlâ Arap rakamları olarak adlandırılan sayı
sistemini Avrupa’ya öğretmek olmuştur. En basit bir aritmetik
işlemini bile içinden çıkılmaz bir kâbusa çeviren hantal Roma
rakamları, birkaç asırlık süreç içinde yerlerini bu yeni sayı
sistemine bırakmıştır.
Bu değişimde, Beytül Hikme
matematikçilerinden El Harezmi’nin (780-850) cebirle ilgili eseri
önemli rol oynamıştır. “Aritmetik” adıyla Latince’ye
çevrilen bu kitap uzun süre Avrupa’da ders kitabı olarak
okutulmuştur. Bu eserden, yaklaşık 800 sene süresince yazılan
cebir kitaplarının yazarları temel kaynak eser olarak
yararlanmıştır. Günümüzde kullanılan “algoritma” terimi,
El-Harezmi isminin zaman içinde değişerek Latinceleşen şeklidir.
Yine bugün kullandığımız cebir (el-gebra) terimi, Harezmi’nin
cebir adlı eserinden alınmıştır.
İslâm
matematik geleneğinin bir diğer ünlü temsilcisi olan Harranlı
Sabit b. Kurra (826-901) Harezmi’nin cebirle ilgili tekniklerini
geometri alanına uygulayarak cebirsel geometriyi geliştirmiş,
ayrıca kalkülüs ile diferansiyel hesap tekniklerini de matematiğe
kazandırmıştır.
Sabit
b. Kurra’nın izleyicisi olan El Battani, astronomide olduğu
kadar, matematik alanında da başarılı çalışmalarıyla ün
kazanmıştı. Kendinden önceki matematikçilerin belirli bir düzeye
ulaştırdığı trigonometriyi geliştirerek ona sistematik bir
nitelik kazandırmış; sinüs, kosinüs, tanjant ve kotanjant
tablolarını tam olarak hazırlamış; küresel geometriyle birlikte
bu yararlı matematiksel yöntemlerin, astronomide yaygın bir
şekilde uygulanmasının yolunu açmıştır. J.
Risler’e göre Battani, trigonometrinin gerçek
kurucusudur. Eserleriyle
günümüz matematiğine önemli katkılarda bulunan dönemin diğer
ünlü matematikçilerinin başında Ebu’l Vefa, b. Yunus ve N.
Tusi gelir. G. Cemşid de ondalık kesir sistemleri ile işlemler
hakkında ilk eserlerin yazarı olarak bilim tarihine geçmiştir.
Genellikle binom formülü olarak bilinen bağlantıyı cebire, Ömer
Hayyam, daha 12. yüzyılın başlarında kazandırmıştır.
Sayılar
teorisi ve küresel geometri konularında değerli eserler veren ve
sahip olduğu derin matematik bilgisini fizik, özellikle de optik
alanına büyük bir başarıyla uygulayan El Kindi (803-827) G.
Cardon’a göre dünyanın gelmiş geçmiş en büyük 12 dahisinden
biridir. “Gezegenlerin
Ters Dönüşü, Serbest Düşme, Gök Yüzünün Mavi Rengi ve
Gel-Git Olayı” başta
olmak üzere 265 adet eserin ve bunlarda yer alan optikten hava
durumu tahminlerine; geometriden trigonometriye kadar birçok değişik
alana ait pek çok ilginç görüşün sahibi olan Kindi; K. Flügel,
T. De Boer, A. Nayy, H. Sulter gibi birçok araştırmacının
çalışmalarına ve yayınlarına konu teşkil etmiştir. Düşünce
ve bilim tarihçileri, Kindi’nin, Avrupa’da Rönesans
hareketlerini başlatan R. Bacon gibi düşünürleri derinden
etkilemiş olduğunu ortaya çıkarmışlardır.
B.
Heysem (965-1051) ise özellikle optik alanında, etkileri yüzlerce
yıl sürmüş olan çok önemli buluşlar ve araştırmalar
yapmıştır: “Ayna ve merceklerin optik özellikleri, karanlık
oda, ay halesi, gök kuşağı, atmosferin yapısı ve güneş ile
ayın ışıkları üzerindeki etkileri, gözlüğün icadı,
teleskopun çalışma prensibi” bunların bazılarıdır. Yunan
düşünürlerince hatalı bir şekilde “gözden çıkan bir
etkenin görme alanındaki nesneyi kuşatması” şeklinde açıklanan
görme olayını Heysem, gözün anatomisini ve fizyolojisini de işin
içine katarak doğru bir tarzda izah etmiştir. Ünlü düşünür
ve bilim adamı R. Bacon, Paris ve Oxford üniversitelerinde
Heysem’in eserlerini ders kitabı olarak okutmuş ve öğrencilerine,
onun görüşleri doğrultusunda, deney olmaksızın bilimsel çalışma
yapılamayacağını daima hatırlatmıştır. Bu durum, Oxford’un
diğer öğretim üyelerini öylesine öfkelendirmiştir ki;
sokaklara dökülüp “Bacon
Müslüman oldu!”
diyerek onu ve tutumunu protesto etmişlerdi. Dr. S. Hunke, Heysem’in
modern bilime katkılarını şöyle anlatır: “Yaptığı
sayısız deneyler sonucu gerçekleştirdiği buluşlar ve ortaya
koyduğu kanunlar, bilimsel araştırma geleneğinin ilk ve gerçek
kurucusunun R. Bacon, Leonardo da Vinci veya Galileo değil, b.
Heysem olduğunu gösterir. İlginç teorik fikirleri metotlu bir
şekilde düzenlenmiş deneyler ile birleştirmeyi başaran,
Heysem’den başkası değildir.”
Diğer
bir olağanüstü bilim adamı da Beyruni (973-1051)’dir. Prof. P.
K. Hitti, Beyruni’yi, tabii bilimler alanında yetişmiş en
orijinal ve derin bilgili araştırmacılardan biri olarak
nitelerken, Sovyet Bilimler Akademisi üyelerinden B. Gafurov,
Beyruni hakkında şunları söyler: “İnsanlık,
tarihinin pek az devrinde, sadece çağının bilimlerine tamamen
hakim olmakla kalmayıp, henüz kesin olarak ortaya konmamış pek
çok konu üzerinde de ilginç görüşlere ve projelere sahip
dahiler yetiştirmekle övünebilmiştir. İşte böyle bir deha olan
Beyruni, insanlığın ortak bilgi ve düşünce hayatına eşsiz
katkılarda bulunmuştur. Beyruni, yaşadığı devrin uygun olmayan
siyasi şartlarına rağmen çok sayıda eserler vermiştir. Bunlarda
ortaya koyduğu bulgular ve savunduğu tezler hakkındaki bilgimiz
arttıkça, onun dehasının büyüklüğü daha iyi bir şekilde
ortaya çıkmaktadır. Beyruni, Kopernikten 500 yıl önce dünyanın
yuvarlak olduğunu, hem de diğer gezegenlerle beraber güneşin
çevresinde döndüğünü ispat etmiştir. Günümüz için bile
orijinal sayılabilecek “brain storming” tekniğini de kullandığı
ortaya çıkarılan Beyruni’nin, çağının bir diğer dahisi olan
İbni Sina ile gerçekleştirdiği görüş alışverişleri sonucu
yoluyla çıkan bulgular,
Einstein ve Bohr’unkiler
kadar ilginçtir.”
Kimya,
İslâm biliminin altın çağında önemli başarıların
sergilendiği alanlardan bir diğeridir. Viardot’un ifadesiyle
“Müslümanların kimya
alanına katkıları matematik
alanındakinden hiç de
aşağı değildir.”
Zaten bu bilim dalının Latince’deki ve diğer bir çok Avrupa
dilindeki ismi, Arapça’daki orijinal terimden alınmıştır.
Müslüman araştırmacılar bu bilim dalına yalnız adını değil,
birçok genel ilkesini de kazandırmışlardır. İngiliz tarihçisi
Custom, “Müslümanlar, deneysel kimyayı, modern organik ve
anorganik kimyanın ortaya çıkışını mümkün kılacak düzeye
ulaştırdılar.” diyerek bu gerçeği ifade eder.
İslâm
kimyasının, dolayısıyla da modern kimya biliminin kurucusu olarak
kabul edilen Cabir b. Hayyan (721-805) kendi lâboratuarlarında
yaptığı deneyler sonucunda birçok önemli kimyasal bileşik ve
reaksiyon keşfetmiştir. Cabir, bazı madenleri cevherlerinden
saflaştırılarak ayırmak için bilinen klâsik teknikler yerine
ilk olarak; bizzat kendisinin sentezlediği nitrik ve sülfirik asit
gibi reaktantları kullanan araştırmacı olmuştur. Cabir ve
izleyicileri, yeni metotlar geliştirerek civaoksit, arsenik,
amonyak, gümüş, nitrat, şap, göztaşı, potas, sudkostik gibi
birçok kimyasal maddeyi sentezlemeyi başarmışlardır. Cabir’in
atomun yapısı ve özellikleriyle ilgili görüşleri, günümüz
için bile son derece etkileyicidir.
Müslüman kimyacılar; asitleri ve
bazları tanımlayarak, aralarındaki farkları belirtmişler;
oksitlenme ve sülfürlenme reaksiyonlarıyla metallerin ağırlığında
meydana gelen artışı sistemli deneylerle ortaya koymuşlardır.
Buharlaştırma, süblimleştirme, kristalleştirme, filtrasyon ve
damıtma gibi tekniklerin lâboratuarlarda kolaylıkla
kullanabileceği düzenekler geliştiren Müslüman bilim adamları
ve teknisyenleri, günümüzdekileri aratmayacak kalitede camdan
tüpler, borular, imbikler ve benzeri kaplar imâl ettiler. Bu
düzeneklerle elde edilen saf su, saf alkol, asitler ve benzeri
kimyasal maddeler kullanarak gerçekleştirdikleri kimyasal
reaksiyonlarla, birçok yeni bileşiğin sentezini başardılar.
Bugün
endüstriyel önemi olan çeşitli sabunlar, aromatik bileşikler,
boyalar, suni gübreler ve barut gibi bir çok maddeyi ve tıbbi
tedavide kullanılan ilacı; ya ilk defa bulanlar, ya da bol ve ucuz
olarak üretilmelerinde kullanılabilecek teknikler geliştirenler de
Müslüman kimyacılar olmuştur. Günümüzün organik ve anorganik
kimya literatürünü oluşturan asit, alkali, aldehit, alkol,
benzol, potasyum (kalium), sodyum (natrium), soda, talk, pirit
(markasit), vernik (lack), anilin, antimon, amalgam, şap (alaun),
imbik, aludel, boraks, benzin, bezoar, azurblan gibi kelimeler ile;
eczacılıkta kullanılan ilaç (droge), eczane, elixir gibi bir çok
terim, Müslüman bilim adamlarının kullanmış olduğu dilden
hatıra olarak ilgili bilimsel ve teknik literatürde yaşamaktadır.
Eczacılık
ve tıp alanına da aktarılan bu zengin kimya bilgisi sayesinde, bir
çok hastalığın tedavisinde başarıyla uygulana gelen pomat
draje, tablet, damla, şurup, pudra gibi farklı farmasötik
formlarda, çeşitli ilaçların hazırlanması mümkün olmuştur.
Aynı şekilde hastaları ameliyata hazırlamak için anestezi
amacıyla kullanılmak üzere değişik kimyasal maddeler ve bunların
tatbiki için çeşitli teknikler geliştiren Müslüman eczacılar
ve araştırmacılar, yara pansumanında kullanılmak üzere
günümüzdekileri aratmayacak kadar kullanışlı flasterler ile
sargı ve bandaj materyalleri de imâl etmişlerdi. Amerikalı bilim
tarihçisi W. Durant, ilk eczacılık fakültesinin ve eczanelerin
de Müslümanlar tarafından kurulduğunu bildirir.
Müslüman bilim adamlarının önemli
başarılar sergilediği bir diğer alan da tıp olmuştur. Kısa bir
süre içinde geleneksel tıp literatürünün Arapça’ya
çevrilmesinden sonra Cebrail b. Buhtişu, Yuhanna b. Maseveyh,
Kenkeh el-Hindi, Huneyn b. İshak gibi isimlerden oluşan öncü
doktorlar grubunun çalışmalarıyla atılan temeller üzerinde
İslâm tıbbı hızla gelişti. 931 yılında zamanın halifesi
Muktedir adına, doktor diplomalarını yeterli teorik ve pratik
bilgiye sahip olan adaylara dağıtmakla görevli Sinan b. Sabit’in
yaptığı imtihanların sayısı 860’ı buluyordu. Bu yıllarda
çalışma izni olan doktorlar köyleri ve hapishaneleri de
dolaşarak, seyyar sahra hastaneleri ve dispanserleriyle sağlık
hizmeti vermekteydiler.
Diğer alanlarda olduğu gibi tıpta
da, Bağdat’ta başlayan bir yenilik, süratle diğer şehirlere
intikal ettirilmekte ve aynen oralarda da uygulanmaktaydı.
Böylelikle kısa bir süre sonra diğer şehirlerde de hastaneler
kurulmaya başlamıştı. Bunlardan Kahire’de açılan hastane 800
yatak kapasitesine sahipti. Sadece bir asır içinde Bağdat’tan
İspanya’ya ulaşan bu kalkınma hamlesi öylesine muhteşem oldu
ki X. yüzyıl ortalarında Kurtuba şehrindeki hastane sayısı
50’ye ulaştı. Kalkınma sadece nicelik bakımın değil, nitelik
bakımından da mükemmel olmuştur.
Dr. S. Hunke, bu hastanelerden birinde
tedavi gören bir hastanın mektubundan şu satırları aktarır:
“Sevgili babacığım!... Para göndermeni isteyip istemediğimi
soruyorsun. Hiç gerek yok! Çünkü buradan taburcu olurken bana bir
takım yeni elbise ve hemen işe başlamak zorunda kalmamam için beş
altın verecekler. Eğer taburcu olmadan önce beni görmek için
ziyarete gelirsen, ben, ameliyat salonunun yan tarafındaki ortopedi
servisinde bulunuyorum. Eğer hastaneye büyük kapıdan girersen,
önce, yeni müracaat eden hastaların doktorlar ve tıp
öğrencilerince muayene edildiği polikliniklerden geçmen gerekir.
Ben de, burada muayene edildikten sonra, hastaneye yatırılması
gereken diğer hastalar gibi poliklinik ve servis defterlerine
kaydımı takiben, başhekimliğe sevk edildim. Sonra hasta bakıcı
beni servise taşıdı. Banyoda yıkandıktan sonra, bana hastanenin
temiz elbiseleri giydirildi. Bizim servise ulaşmak için,
polikliniklerden geç ve başhekimin ders verdiği büyük konferans
salonunun yanındaki kütüphanenin önüne gel. Yürümeye devam
edersen; cerrahi, ortopedi ve dahiliye kliniklerine varırsın. Orada
eğer bir odadan müzik sesi duyarsan, içeri gir, bak. Belki
gündüzleri kitap okuyup, müzik dinleyen nekahet dönemi hastaları
arasında beni de görebilirsin.
Bu sabah vizitini asistan ve hasta
bakıcılar ile birlikte yapan başhekim beni muayene ettikten sonra
servis doktoruna bazı notlar yazdırdı. Vizit bitince yanıma gelen
doktorum artık yeterince iyileştiğimi ve yarın beni taburcu
edebileceklerini söyledi. Aslında burası öyle güzel ve öyle
temiz ki, insana ayrılmak zor geliyor. Çarşaflar bembeyaz Şam
patiskasından yapılmış, yorganlar da kadife gibi yumuşak. Her
odada su akıyor. Gece hava serinlerse, odalar hemen ısıtılıyor.
Cerrahi servislerinde, diyet yapması gerekli olmayan hastalara tavuk
ve koyun etinden yapılmış nefis yemekler veriliyor.”
Hunke,
şöyle devam eder: “Bu mektupta anlatılanları, gurur duyduğumuz
20. yüzyıl uygarlığının mensubu olan bizler bile abartılı
bulur ve bunlara inanmakta zorluk çekebiliriz. Gerçekte bu mektup,
bin yıl önce, Himalayalar ile Pireneler arasında yer alan hemen
tüm büyük Müslüman şehirlerinde mutlaka bulunan hastanelerden
herhangi birini tasvir etmektedir.”55
İslâm tıbbının böylesine yüksek
düzeylere ulaşmasına katkıda bulunan araştırmacı hekimlerin
başında İbni Sina (980-1035) gelir. 1980 yılında
gerçekleştirilen “Uluslararası İbni Sina Sempozyumu”nda, bazı
batılı bilim tarihçilerince “doktorların kıralı” veya “en
büyük tıp yazarı” gibi sıfatlarla nitelenen bu büyük
hekimin, “tüm çağların en büyük tıp araştırmacısı”
olduğu bir kez daha teyit edilmiştir.
İbni
Sina’nın “Kanun” adlı tıp kitabı, Avrupa üniversitelerinde,
600 seneden uzun bir zaman boyunca ders kitabı olarak
kullanılmıştır. İlk defa 12. yüzyılda Gerhard de Cremon
tarafından Latince’ye çevrilen Kanun’un daha sonra çeşitli
ülkelerde 87 değişik tercümesi ve baskısı yapılmıştır. 17.
yüzyılın ortalarına kadar Montepellier ve Louvain
Üniversitelerinde zorunlu ders kitabı olarak kullanılan Kanun,
gelmiş geçmiş tüm ders kitapları içinde en uzun süre hizmet
vereni olmuştur. Kanun’dan Brüksel Üniversitesinde 1909 yılında
bile hâlen bir tıp eseri olarak faydalanılmaktaydı. İbni
Sina’nınkiyle rekabet edecek kadar üne sahip bir diğer Türk
doktoru da Razi’dir (864-925). Havi adlı eseri, Kanun’un
yanında, 17. yüzyılda bile Frankfurt Üniversitesinin eğitim ve
öğretim materyali içinde yer alan Razi, daha çok klinik
başarılarıyla tanınır ve yaşadığı dönemin en büyük
klinisyeni olarak kabul edilir. Dr. Hunke, Razi hakkında şunları
söyler “O, görev ve
meslek bilinci yüksek bir doktor, çaresizlerin şefkatli
yardımcısı, başarılı bir hekimler jenerasyonunun mükemmel
öğretmeni, kendi zamanına kadar yazılmış olan tüm tıp
literatürünü inceleyip onlardaki geçerli bilgileri derledikten
sonra üzerlerine yenilerini ekleyerek çağını aşan bir tıp
sistemi kuran müellif, başarılı bir klinisyen, zeki bir gözlemci
ve titiz bir
biyokimyacıdır.”
İbni Sina ve Razi gibi çağlarını
aşan ve kendi alanlarında “ilklere” imza atan pek çok başarılı
Müslüman doktor yetişmiştir. Meselâ, bunlardan Ali bin İsa, göz
hastalıkları konusundaki ilk kitabı yazan tıp bilgini ve o
dönemlerin Avrupa ve Asya’daki en önemli göz doktorlarından
biriydi. Avrupa’da “Haly Jezu” olarak bilinen İsa’nın “Göz
Doktorları İçin Notlar” eseri 19. yüzyılın ortalarına kadar
alanının en mükemmel eseri unvanını koruyarak tam anlamıyla bir
rekor kırmıştır. Tamamen orijinal bir tarzda kaleme alınmış
olan eserde; gözün anatomisi, patolojisi ve farmakolojisi ile
koruyucu hekimlik bilgileri yer almaktaydı. Kendisi de bir göz
hastalıkları uzmanı ve aynı zamanda da bir Tıp Tarihçisi olan
M. Meyerhof’un belirttiğine göre: “Bilim dünyası, bu kitabın
daha iyisini görebilmek için 19. yüzyılın ortalarına kadar
beklemek zorunda kalmıştır.” Ali bin İsa’nın bu eserinin en
büyük rakibi, 18. yüzyıla dek, bir başka Müslüman göz doktoru
olan Ammar bin Ali’nin ”Göz Hastalıklarında Temel Tedavi”
adlı kitabı olmuştur. Ammar, kendi geliştirdiği özel tedavi
teknikleriyle de ün kazanmıştı.
Müslüman
tıp araştırmacılarının hâlâ tercüme edilmemiş ve bilim
tarihçilerinin inceleme platformuna henüz alınmamış pek çok
buluşları olduğu söylenmektedir. Meselâ, 1923 yılında Freiburg
Tıp fakültesinde hazırlanan iki ayrı tezde, bunlardan birisi
ortaya konmuştu. Buna göre küçük kan dolaşımı, Avrupa’da
keşfedilişinden yüzlerce yıl önce, ilk olarak İbnünnefis adlı
Müslüman hekimce bulunmuştu. 11. yüzyılda Constantin adlı
yazarca kaleme alındığı söylenen “Liber Pantegni”nin,
aslında Ali bin Abbas adlı Müslüman cerrahın “Kitab-ul
Meliki”nin bir kopyası olduğu, ancak orijinal kitap bulunduktan
ve dürüst araştırmacılarca tercüme edildikten sonra ortaya
çıkarılması da, konuyla ilgili ilginç bir örnektir. Bugün için
ancak eserleri günümüze ulaşan ve tercümeleri güvenilir
çevrelerde yapılan bilim adamı ve düşünürlerin çalışmaları
hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Meselâ, bunlardan, Zehravi’nin,
200 ameliyat aletinin tek tek çizimini ve kullanış tekniğini
içeren kitabı olağanüstü zengin içeriğiyle günümüzde bile
hayranlık uyandırmaktadır. Ancak bu durum gerçekleşene ve eser
yaygın olarak bilim çevrelerine tanıtılana dek, “Trendelenburg
pozisyonu” gibi
teknikler ve uygulamalar, tıp camiasına başka araştırmacılarca
aktarılmış olduğu için, onların adıyla anılır olmuştur.
Bazı bilim tarihçilerine göre Leonardo da Vinci gibi bazı
ünlülerin, bilim, teknoloji ve sanat alanlarında İslâm
uygarlığından ne oranda faydalanmış oldukları hususu, henüz
araştırılmayı bekleyen ilginç bir konudur.
Müslüman
araştırmacı ve düşünürler, Avrupa’da Rönesans hareketleri
başlamadan önce;
coğrafyadan (İbni
Batuta, İbni Mensudi, İdrisi, vd) zoolojiye
(Demiri, Cahiz, vd); otomasyon
ve robotikten (Cezeri,
Ebul-iz), sosyolojiye
(İbni Haldun) kadar bir çok disiplini; ya ilk kuran veya ilgili
disiplini spekülatif nitelikten arındırıp, bilimsel bir düzeye
ilk ulaştıran bilim adamları olmayı başarmışlardır. Bu zengin
birikim ve alt yapının daha sonra Avrupa bilim ve kültür
çerçevelerince alınıp, kullanılmasıyla günümüz modern
biliminin doğup, gelişmesi mümkün olmuştur.
İslâm
dünyasının bünyesinde gelişen bilim ve uygarlık, Avrupa
ülkelerine başlıca iki ana iki yol üzerinden ulaşmıştır:
“Sicilya ve İspanya”. Uzun bir süre Müslüman egemenliği
altında kalan Sicilya Normanlar’ın eline geçtiğinde İslâm
uygarlığının kurum, kuruluş, eser ve entelektüel birikimi de el
değiştirmiş oldu. II. Roger’in (1101–1154) yönetimi
sırasında, içlerinde Arapça, Latince ve Grekçe olmak üzere 3
dil konuşabilenlerin azımsanmayacak oranda bulunduğu Sicilya
halkının canlı İslâm entelektüel hayatından edindiği bilgi ve
kültür düzeyi oldukça yüksekti. Bu durum, Müslüman düşünür
ve bilim adamlarının eserlerinin Avrupa dillerine çevrilmesi için
çok uygun bir ortam sağlıyordu. II. Roger ve torunu II. William
(1166 – 1189) döneminde Polermo şehri büyük bir bilim ve kültür
merkezi hâlini aldı. Burada bir yandan İslâm dönemi eserleri
Avrupa dillerine çevrilirken, diğer yandan da bazı Müslüman
bilim adamları ve düşünürleri Palermo sarayında Avrupalı
öğrencilere dersler vermekte ve yeni eserler kaleme almaktaydı.
Meselâ, bunlardan ünlü Müslüman coğrafyacı İdrisi’nin II.
Roger’in desteğiyle hazırladığı ve ismini de ona izafe ettiği
“Kitabu Rogeri” daha önce Beytül Hikme bilginlerince
hazırlanmış olan haritaları ve kayda geçirilmiş olan bilgileri
de kapsamaktaydı. Bu ve benzeri eserler, Rönesans’ın
karakteristiklerinden olan büyük gezilerin ve coğrafi keşiflerin
alt yapısını hazırlamıştır. Nitekim, H. J. Kramers’in
belirttiğine göre, Kristof Coloumb “Arin Hipotezi” ve benzeri
bilgileri, P. I. Mundi’nin Harezmi tarafından yazılan
“Mürselat”dan yaptığı çeviriden öğrenmiş ve gezilerini bu
bilgilerin ışığında plânlayıp gerçekleştirmişti.
II. Roger ve II. William’ın mensubu
olduğu sülâlenin iktidarı kaybetmesi, bu bilimsel ve kültürel
transfer hamlesini aksatmadı. Hatta II. Frederik (1194–1250)
döneminde bu etkinlikler daha da hızlandı. Bu dönemde Napoli
Üniversitesi, İslâm uygarlığının Batıya tanıtıldığı bir
merkez hâlini aldı. Buraya getirilen kitaplar tercüme edildikten
sonra Fransa Almanya, İngiltere, Polonya ve diğer ülkelerdeki
üniversitelere gönderilmekteydi. Napoli Üniversitesinde yapılan
araştırma ve çalışmaların parlak ve çarpıcı sonuçları,
Avrupa eğitim kurumlarını kısa bir zamanda öylesine büyük
ölçüde etkiledi ki, hemen tüm Batı üniversitelerinin müfredat
programları, Napoli üniversitesine göre belirlenmeye başlandı.
II.
Frederik, 6 farklı dil bilen, İslâm bilim ve felsefesine hayran
olan ve anlatılan tüm bu entelektüel faaliyetlere bizzat katılan
ileri görüşlü ve kültürlü bir yöneticiydi. Dr. S. Hunke onun
modern Avrupa’nın doğuşuna sağladığı büyük katkıyı şöyle
anlatır: “II. Frederik’in bizzat kendisi de Müslüman eğitim
kurumlarında çağının en üst düzeyinde bir öğrenim görmüş
parlak bir öğrenciydi. Onun, İslâm okulunda öğrencilikten
hocalığa yükseldiği ve eğitimini tamamladıktan sonra tüm
koltuk değneklerini (asılsız kilise dogmalarını) fırlatıp,
attığı ve kendi ayakları üzerinde yürümeye başladığı
söylenir. Frederik, Arap okullarında sadece sınırlı bir eğitim
almakla kalmayıp, Avrupa’da modern tabii bilimlerin bizzat
başlatıcısı veya kurucusu da olur. O, Albertus Magnus, Roger
Bacon, Leonardo da Vinci, Francis Bacon ve Galileo gibi düşünürler
zincirinin birinci halkası gibi görünür. Aslında, O, İslâm
düşünce dünyasından uzanıp gelen asıl zinciri, Avrupa’ya
bağlayan halkadır. Çünkü, Albertus Magnus, Roger Bacon ve
Leonardo da Vinci’nin entelektüel birikimleri de gerçekte,
doğrudan doğruya Müslüman uygarlığına dayanmaktadırlar. Bu
uygarlık, Frederik aracılığıyla Sicilya sarayında bir defa daha
onlara ulaşmış olmaktaydı. Modern batı uygarlığı böylelikle,
Sicilya’da doğmuş oldu.”56
Evet,
Rönesans hareketi işte bu nedenlerle İtalya’da başlayacaktır.
Endülüs veya İspanya, İslâm uygarlığının Avrupa’ya geçtiği
ikinci güzergâh olmuştur. Toledo, Sevilla ve Kurtuba, Endülüs
bilim, kültür ve uygarlık merkezlerinin en ünlüleriydi. Toledo
şehrinin 1085 yılında Hıristiyanların eline geçmesi, Endülüs
uygarlığının da Batı’ya geçişinde bir dönüm noktası
teşkil etti. XII. Alphons döneminde, piskopos Raymond Lull’un
teşvik ve yardımlarıyla 1134 yılında Toledo’da İslâm bilgin
ve düşünürlerinin eserlerinin yoğun ve sistemli bir şekilde
tercüme edildiği bir çeviri merkezi kuruldu. Bu merkez, daha sonra
bir düşünce okuluna dönüştü. Bu okulda yaklaşık 50 yıllık
bir süreç içinde Michel Scot, Chesterli Robert, Sevilleli John,
Dalmatyalı Hermann, Abraham b. Ezra ve Kremonalı Gerard gibi birçok
ünlü tercüman ve düşünür, hemen tüm belli başlı bilim ve
felsefe eserlerini Arapça’dan Latince’ye çevirdi. Çok büyük
entelektüel sonuçları ve etkileri olan bu çeviri faaliyetlerinin
önemini Renon “Bu
okul, Avrupa düşünce tarihini iki döneme ayırır: Toledo Okulu
öncesi ve Toledo Okulu sonrası”
diyerek ifade eder.
İspanya ve Sicilya’da başlayan bu
kültürel ve bilimsel transformasyon; Padova, Tolua, Lyon,
Montpeiller, Balogne, Paris, Oxford ve Collegne (Köln)
üniversitelerinde, Rönesans’ın alt yapısının hazırlanmasıyla
sonuçlanmıştır.
Bu kültürel transferin sosyal
etkileri öylesine güçlüydü ki dönemin Papaları bile ondan
etkilenmekteydi. Asıl adı Gerbert olan Papa II. Sylvester,
Fransa’nın Auvergne şehrinde doğmuştu. Ülkesinde kısa bir
eğitim gördükten sonra Gerbert, Müslümanlara ait okullarda dil,
bilim, sanat ve felsefe dersleri aldı. Gerbert, bu eğitimini de
tamamladıktan sonra zamanının Roma–Germen İmparatoru III. Otto
ile tanıştı. İmparator ve saray çevrelerini, bilgisi ve
kültürüyle kendine hayran bırakan Gerbert, 999 yılında boşalan
Papalık makamına getirildi. Gerbert’in Papa olmasıyla, İslâm
uygarlığının Avrupa’da yaygınlaşması farklı bir boyut
kazandı. Çok yönlü kişiliği ve özel yetenekleriyle Gerbert
yalnız bilim değil sanat alanında da birçok yeniliğin
gerçekleştirilmesine öncülük etti. Meselâ, Kilise ilahilerinin
seslendiriliş biçimini Müslüman müzik teorisyenlerinin görüşleri
doğrultusunda değiştiren Gerbert, Batı edebiyatının yeni
şeklinin oluşumunda önemli etkileri olan Troubadure adlı şairler
grubunun faaliyetlerine zemin hazırlamış ve ayrıca yeni tiyatro
eserlerinin yazılıp, sahnelenmesini de teşvik etmiştir.
Ancak, ne yazık ki, tutucu Kilise
çevreleri, Gerbert’in yenilikçi girişimlerine ancak 4 yıl
tahammül edebilmiştir. Worlander’in ifadesiyle “Bir nur gibi
parlayan bu büyük ruh, dar görüşlü çağdaşlarınca bir büyücü
olarak nitelenir” ve (kendisini Papalık makamına getiren
imparator gibi) o da zehirlenerek öldürülür.
Ancak Gerbert’in açtığı aydınlık
yolda artık birçok izleyicisi Rönesans yönünde ilerlemektedir.
Meselâ bunlardan, daha sonra “Franklar’ın Sokrates’ı”
unvanını kazanacak olan öğrencisi Chartlesli Fulbert yeni bir
bilim ve felsefe okulunun açılışına ön ayak olur. Süratle
büyüyen ve gelişen bu okulda Müslüman bilim adamlarının ve
düşünürlerinin eserleri ders kitabı olarak okutulur. İslâm
bilimine karşı Avrupa’nın birçok kesiminde geniş bir ilgi
uyanmasına yol açan bu okulun daha sonra Paris ve Londra’da da
benzerleri açacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder