27 Mart 2015 Cuma

İslâm Dünyasında Entelektüel Hayat

İslâm Dünyasında Entelektüel Hayat




İslâmın Doğuşu ve Gelişimi


Yaklaşık olarak 570 yılında, Arabistan yarımadasındaki Mekke şehrinde; soylu , saygın ancak pek varlıklı olmayan bir aileden doğan Hz. Muhammed’e, 610 yılında Kur’an’ın ilk ayetlerinin vahyedilmesiyle, dünya düşünce ve kültür hayatında yepyeni bir dönem başlamış oldu. İslâm kelimesinin kökü olan “silm”; barış ve esenlik, aynı kökten türeyen “esleme” fiili ise boyun eğmek ve teslim olmak anlamına gelir. Buna göre İslâm, Tanrı iradesine boyun eğerek esenliğe kavuşmaktır.
Hz. Muhammed’in doğup, büyüdüğü şehir olan Mekke, tüm Arabistan gibi, kültür ve uygarlık düzeyi bakımından çok geri ve dışa kapalı bir durumdaydı. Vahyin başladığı günlerde, Mekke’de okuma yazma bilenlerin sayısının 17 olduğu söylenir Bu şehirde yaşayan insanların bilim veya felsefe olarak nitelendirilebilecek hiçbir etkinlikleri yoktu.
Kur’an’ın ilk ayetinin “-Oku!” emri olması ilginçtir. İzleyen ayetlerde ortaya çıkan mesajın esası, “Tanrı’nın tekliğinin vurgulanması ve insanların putperest yaklaşımın tabii nedenleri ve sonuçları olan cahillik, adaletsizlik, ve çirkinliklerden kendilerini kurtarmaya davet edilişleridir.” Mekke’nin ileri gelenleri bu yeni gelişmeyi egemenliklerine yönelmiş bir tehdit olarak algıladılar ve Hz. Muhammed’i çağrısından vazgeçirmek için, çeşitli yollar denediler. Zengin ailelerden birinin kızıyla evlendirmek, ticaretten büyük paylar vermek veya Mekke yönetiminin başına getirmek, bunlardan ilk akla gelenlerdi. Ancak, Hz. Muhammed bunları geri çevirince, zorbalığa başvurdular. Hz. Muhammed, Arap geleneklerine göre kabilesi tarafından himaye altına alındığı için, başlangıçta, bazı aşağılayıcı hareketler dışında bir saldırıya uğramadı. Fakat genç Müslümanlar, ailelerinden gelen yoğun baskılarla karşılaştılar. Yoksul, kimsesiz ve korumasız kölelerle azatlılar ise çok ağır işkencelere maruz kaldılar. Bunun üzerine, Hz. Muhammed, 615 yılında, hayatlarını güvenli bir ortamda sürdürebilmeleri için bazı Müslümanların Etiyopya’ya göç etmelerini istedi. Etiyopya’nın Hıristiyan olan yöneticileri, inandıkları dini esasların Müslüman göçmenlerinkine uygunluğunu öğrenince, onlara büyük bir sevgiyle kucak açtılar.
Ancak 616’da Mekke ileri gelenleri daha radikal kararlar alarak Hz. Muhammed’i korumakla ısrar eden Haşimoğulları’na karşı ekonomik ve sosyal bir ambargo uygulamaya ve onları toplumdan tecrit etmeye başladılar. Mahallelerinde kuşatma altında tutulan kabile mensuplarıyla alışveriş yapmak, evlenmek ve hatta konuşmak bile yasaklandı. Üç yıl süren bu boykot sırasında Hz. Muhammed’in eşi Hz. Hacer ile Haşimoğulları’nın lideri Ebu Talip öldüler. Liderliğe geçen Ebu Leheb, amansız bir düşmanı olduğu Hz. Muhammed üzerindeki korumayı kaldırdı. Artık Mekke’de Hz. Muhammed’in faaliyetlerini sürdürmesi, imkânsız denecek kadar zorlaşmıştı.
Olağanüstü bir gayretle, Hac mevsiminde Mekke dışından gelenlere davetini ulaştırmaya çalışan Hz. Muhammed’e Yesrib’den gelen bir grup, büyük ilgi gösterdi. Komşuları olan Yahudilerden dünyaya son bir peygamberin gelmesinin beklendiğini öğrenmiş olan 6 Yesribli İslâm’ı kabul etti. Bir yıl sonra 621’de kalabalık bir grup hâlinde tekrar Mekke’ye gelen Yesribliler, Hz. Muhammed’e bağlılık yemini ettiler ve kabileleri arasında İslâm’ı yayacaklarına dair söz verdiler. 622’de gelen Yesribliler ise onu kendi şehirlerine davet ettiler ve ne pahasına olursa olsun, sonuna kadar kendisiyle birlikte hareket edeceklerini belirttiler. Bunun üzerine Mekkeli Müslümanlar küçük guruplar hâlinde Yesrib’e göçe başladılar. Mekke ileri gelenleri Hz. Muhammed’in de Mekke’ye gideceğinin öğrenince onu öldürmeye karar verdiler. Ancak onların bu plânını öğrenen Hz. Muhammed, Ebubekir ile birlikte Mekke’den ayrıldı. Onların Yesrib’e gelmelerinden sonra bu şehir, artık “Peygamber’in Kenti” veya “Medine” ismiyle anılmaya başlandı.
Medine’de Hz. Muhammed’e verilen bir arsa üzerinde hem peygamberin evi, hem de sosyal ve kültürel hayatın merkezi olacak Mescid-i Nebi inşâ edildi. Mescidin bir yanına kurulan sofa (suffe), yoksul ve evsiz Müslümanlara ayrıldı. Zamanla burası İslâm’ın ilk eğitim kurumu hâline geldi. Mekke’den göç etmiş Müslümanları güçlendirmek için bir dayanışma kurumu oluşturuldu. Hz. Muhammed, Arap ve Yahudi kabile başkanları ile gerçekleştirdiği antlaşmalar sonucunda Medine Anayasası olarak adlandırılan belgenin yürürlüğe girmesini sağladı.
Ancak, Yahudi kabilelerinin antlaşmaya bağlılığı uzun sürmedi. Özellikle Abdullah bin Selâm gibi önde gelen Yahudi bilginlerinin Müslüman oluşundan sonra, bir yandan Hz. Muhammed’i küçük düşürmeye çalışmaya, diğer yandan da Mekkeli Arap kabilelerini kışkırtmaya başladılar. Medine’de krallığını ilan etmeyi tasarlarken, Hz. Muhammed’in gelişiyle bu amacına ulaşması engellenen Hazreç kabilesi liderlerinden Abdullah bin Ubey başkanlığındaki bir grup ise, Müslümanmış gibi görünerek, Yahudi kabilelerinin plânlarının gerçekleşmesine içten içe katkıda bulunuyordu. Bu sırada bazı putperest Arap kabileleri de Medine’ye saldırılar düzenleyerek Müslümanlara ait ekili alanları ve bahçeleri yakıp, hayvanlarına el koymaya başladılar.
Bu zorlayıcı nedenler üzerine Müslümanlar ilk defa müfrezeler düzenleyerek saldırganlara karşılık vermeye başladılar. 624 Martında gerçekleşen Bedir savaşında ise Müslümanlar, Mekkeli putperestler karşısında ilk büyük zaferi kazandılar. Bu savaşta Mekkeli önderlerin ileri gelenleri öldürüldü. Savaştan sonra Medineli putperestlerden ve Yahudilerden bir kısmı Müslüman oldu. Medine döneminde vahyin içeriğinde, Mekke’dekine göre önemli değişiklikler oldu. Mekke ayetleri daha çok Allah’ın varlığı, birliği, özellikleri ve kâinatın yaratılış amacı gibi inanç esaslarını kapsarken; Medine ayetleri, ağırlıklı olarak ibadetleri ve toplumsal ilişkileri konu almaktaydı.
Mekkeli putperestler, İslâm toplumunun gelişimini önlemek amacıyla 625 Martında tekrar saldırdılar. Yapılan Uhud Savaşının sonunda iki taraf da kesin bir üstünlük sağlayamadı. 627 Martındaki Hendek savaşıyla da istedikleri sonuca ulaşamayan Mekkeliler, bundan sonra önemli ve düzenli bir harekât gerçekleştiremediler. Artık putperest Arap kabileleri kitleler hâlinde Müslüman olmaya başlamışlardı.
Hz. Muhammed 628 Martında umre niyetiyle 1500 kadar Müslüman’la birlikte Mekke’ye doğru yola çıktı. Mekkeliler onları kente sokmama kararı alınca, Müslümanlar, Hudeybiye’de konakladılar. Birkaç gün sonra taraflar arasında bir antlaşma yapıldı. Hudeybiye antlaşmasının yakın bir gelecekte, Müslümanlar lehine çok olumlu sonuçları olacaktır. Antlaşmaya göre iki taraf da karşılıklı olarak düşmanca davranışlara son verecek ve Müslümanlar gelecek yıl Kâbe’yi ziyaret edeceklerdi.
Bu barış ortamında Hz. Muhammed çağrılarını yoğunlaştırdı. Başta Bizans, İran ve Etiyopya’nınkiler olmak üzere bazı devlet başkanlarına mektuplar göndererek onları İslâm’a davet etti. Etiyopya kralı Müslüman oldu. Mekkeli putperestlerin Hudeybiye antlaşmasını bozmaları üzerine Hz. Muhammed 630 Ocağında 10 bin Müslüman ile, açık bir direnişle karşılaşmadan Mekke’ye girdi. Hz. Muhammed genel bir af ilan etti ve Mekkelilerin büyük bir çoğunluğu gönül rızasıyla Müslüman oldu. Hz. Muhammed Mekke’de 20 gün kalarak yeni yönetimi şekillendirdikten sonra, Arabistan’daki kabilelerin en güçlüleri olan Havazın ve Sakifliler’in saldırılarını karşılamak üzere doğuya doğru harekete geçti. Yapılan Huneyn savaşıyla putperest saldırılar artık tamamen sona erdirilmiş oldu.
632 yılında Hz. Muhammed ilk ve son haccını yaptı. Bu sırada gerçekleştirdiği “Veda Hutbesi” adlı ünlü konuşmasıyla İslâm öğretisini özetleyerek; sınıf ve ırk ayrımı yapılmaksızın tüm Müslümanların eşitliği; can, mal ve namus dokunulmazlığı, kadın hakları, gelir dağılımı adaleti, akrabalık gibi sosyal ilke ve ilişkilerin önemini İslâm toplumuna tekrar hatırlattı. Hz. Muhammed, veda haccından kısa bir süre sonra öldü.
Hz. Ebubekir’in Hz. Muhammed’e halife seçilmesiyle başlayan dönemde (632-661) birçok çevre ülkenin halkı İslâm’ı kabul etti. Bunu izleyen Emevi döneminde İslâm devleti büyük bir imparatorluk hâlini aldı. Bu dönemde sınırlar, Çin’den Afganistan’a ve Hindistan içlerine kadar uzanmaktaydı. 670 den 709’a kadar geçen süre içinde Mısır’dan Atlas Okyanusu kıyılarına kadar tüm Kuzey Afrika da devletin topraklarına katıldı. 711-713 arasında İspanya fethedilmiş, sınırlar Avrupa içlerine kadar ulaşmıştı.
Halifeliği bir hanedanlığa dönüştüren Emevilere karşı gelişen muhalefetin ayaklanmaya dönüşmesi sonucu yönetim 750’de Abbasilere geçti. Abbasiler döneminde, İspanya’da Endülüs Emevileri devleti kurulunca (756-1031), İslâm dünyasında ilk kez iki farklı yönetim ortaya çıkmış oldu.

İslâm Düşünce Hayatı




İslâm’ın en temel kaynağı olan Kur’an vahyedildikçe kısım kısım yazıya geçirildiği için, orijinalliğini günümüze kadar aynen korunarak gelmiştir. İslâm’ın ikinci temel kaynağı sayılan ve Hz. Muhammed’in sözleri ve davranışlarıyla ilgili kayıtlar olan Hadisler ise özel bir disiplinin ayrıntılı kuralları çerçevesinde, birkaç asır süren titiz çalışmalar sonunda derlenip, sınıflandırılarak yazıya geçirilmiştir.
Hz. Muhammed ve dört halifesi döneminde İslam toplumu, acil ve önemli bir çok askeri, siyasi ve sosyal problemle karşı karşıya kalmıştı. Bu hayati derecede önemli sorunların çözümü için toplumun hemen tüm fertlerinin seferber olduğu bu dönemde, en göze çarpıcı entelektüel etkinlik; İslâm’ın teori ve pratiğinin Kur’an’dan okunarak veya Peygamber ve halifelerine sorular yöneltmek suretiyle öğrenilmesi ve sonra da öğrenilenlerin hemen uygulamaya geçirilmesi şeklinde gerçekleştirilmekteydi.
Acaba İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an’da ve Hadislerde “bilime, düşünmeye, araştırmaya, bilginlere ve akla” ne oranda ve nasıl yer verilmişti? Genel bir incelemeyle ortaya çıkan tablo şudur: Kur’an’ın yaklaşık her dokuz ayetinden birinde ilim (bilim) kelimesine veya ondan türeyen isimler ile fiillere yer verilmektedir. 750 kadar ayette, insanın ve kâinatın yapısına veya özelliklerine dikkat çekilmekte, 60 dan fazla ayette aklın veya düşünmenin önemi vurgulanmaktadır. Anlaşılan odur ki, Kur’an, insanları hiç düşünmeden, gözleri kapalı olarak inanmaya çağıran bir kitap değildir. Aksine, Kur’an pek çok ayetiyle, insanı gözüyle görüp, kulağıyla işitmeye ve ancak bu yollarla edindiği bilgileri, aklıyla doğru bir şekilde yorumladıktan sonra, onu “inanmaya” davet etmektedir. Bir yönleriyle Kur’an’ın açıklamaları ve yorumları olan Hadislerde de aynı tablo göze çarpar. İşte bunlardan bazı örnekler: “Allah beni bir öğretmen olarak gönderdi. İlim, İslâm’ın hayatıdır. Kıyamet günü, âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanlarına denk tutulur. Âlim, yeryüzünde Allah’ın güvenli kulu, peygamberlerin de mirasçısıdır. Kişi, ilim öğrenirken ölürse, şehit olmuş sayılır. İyilik ve bağışın en üstünü, ilim öğrenip öğretmektir. Kişinin ilimden bir konu öğrenmesi, bin rekat (farz ya da sünnet olmayan) namaz kılmasından daha hayırlıdır. Beşikten mezara, ilim öğreniniz. Hikmet, Müslüman’ın yitik malıdır, nerede bulursanız alınız. İlim Çin’de de olsa gidip, alınız. Bir babanın evladına bırakabileceği en değerli miras, iyi bir eğitim ve öğretimdir. Her şeyin bir yolu vardır, cennetin yolu da ilim öğrenmektir. Cehaletten daha kötü bir fakirlik olamaz. İlim rütbesi, rütbelerin en yükseğidir. Cahiller arasında bir alim, ölüler içindeki diri gibidir. Bir âlimin ölümü, bütün bir milletin ölümünden daha büyük bir kayıptır. Alimin uykusu, cahilin ibadetinden hayırlıdır.
Kur’an’ın ve Hadislerin bu teşvikleri İslâm toplumunu her zaman araştırmaya, okumaya ve düşünmeye özendirmişse de, bu yönlendirmenin en belirgin sonuçları, sosyoekonomik, siyasi ve askeri şartların en elverişli hâle geldiği Abbasiler döneminde görülmüştür. Abbasi iktidarı sırasında Müslümanlar dünyanın en büyük ve en zengin devletine sahip hâle gelmişlerdi. Halife Mansur, bir rahatsızlığı nedeniyle, Cundişapur okulunun tıp bölümü yöneticilerini Bağdat’a davet etti. Bu şekilde kurulan bağlantı, kısa bir süre içinde Cundişapur’dan sonraki felsefe ve bilim merkezinin Bağdat olmasıyla sonuçlandı. Halife Mansur’un ilgisi sadece tıpla ve Cundişapur ile sınırlı değildi. Mansur, tüm büyük ülkelere ve kültür merkezlerine elçiler gönderdi. Meselâ, Bizans imparatoruna gönderdiği davette, ondan özellikle bazı matematik ve mantık kitaplarını Bağdat’a göndermesini istedi. Benzer şekilde Hindistan’a da elçiler göndererek kimi bilim adamlarını Bağdat’a davet etti. Bu geniş çaplı ve dinamik girişimin tabii bir sonucu olarak dünyanın en ünlü ve başarılı pek çok düşünürü ve bilim adamı ile çoğu Yunanca ve benzeri kültür dillerindeki tüm klâsik bilim ve felsefe eserleri Bağdat’ta toplanmış oldu.
Tüm bu entelektüel çalışmaların Bağdat’taki merkezi “Beytül Hikme” olarak adlandırılan bilimsel ve felsefi araştırma kurumudur. Mansur, maddi ve manevi her türlü desteği sağlayarak kurduğu sistemin en yüksek verimle çalışması için de gereken her şeyi yaptı.
786 yılında iktidara gelen Abbasi halifesi Harun Reşid zamanında bu etkinlikler daha büyük bir ivme kazandılar. Harun Reşid, Anadolu’ya bizzat giderek çeşitli şehirlerde bulduğu değerli kitapları Bağdat’a getirdi. İmparatorluğa bağlı toplumların vergilerini kitap olarak ödeyebilmelerini mümkün kılan kanunlar çıkardı. Harun Reşid, topladığı çeşitli dillerdeki bu kitapların Arapça’ya tercümelerini de çok yakından takip ve kontrol etti.
Bir sonraki Abbasi halifesi Me’mun zamanında bilimsel ve felsefi etkinlikler daha da hızlandı. Çünkü Me’mun, felsefeyle bizzat ve çok yoğun bir şekilde meşgul olan bir yöneticiydi. Çok yorucu felsefe çalışmalarıyla geçirdiği bir günün gecesinde Me’mun, rüyasında Aristoteles’i görür ve bu “çatık kaşlı, geniş alınlı ve gür saçlı” filozofa “-Güzel ve doğru olan nedir?” diye sorar. “-Akla uygun olandır” cevabını alan Me’mun sorusunu tekrarlar: “-Sonra?”, Aristoteles ”–Dinin uygun gördüğüdür.” der. Halife sorusunu üçüncü kez yine tekrarlayınca, Aristoteles bu defa “-Çoğunluğun doğru bulduğudur.” karşılığını verir.
Me’mun sadece felsefeye değil, çeşitli bilim dallarına karşı da büyük ilgi duyan bir halifeydi. Onun zamanında Beytül Hikme yeniden düzenlenerek daha da geliştirilir. Me’mun mevcut kütüphanenin zenginleştirilmesi için olağanüstü çabalar gösterdi. Kıbrıs’a düzenlediği bir seferden zaferle çıktıktan sonra Kıbrıslı yöneticilerden, savaş tazminatı olarak “kitap” kabul etmesi, tarihte eşine çok az rastlanan bir olaydır. Me’mun, başlamış olan bilim ve felsefeyi geliştirme hamlesini siyasi otoritenin iradesinden bağımsız bir hâle getirmek için geliri Beytül Hikme tarafından kullanılmak üzere büyük vakıflar kurmuştur. Zamanın zenginleri de liderlerini bu kültür ve bilim hamlesinde yalnız bırakmamış; servetlerinin önemli bir kısmını, kitap toplamak ve tercüme ettirmek için sarf etmişler ve gerektiğinde bu amaçla, yabancı ülkelere uzun ve yorucu geziler düzenlemekten de kaçınmamışlardı.
Bütün bu çabalar sonunda Beytül Hikme bünyesinde, her bir bölümü kurucusunun adıyla anılan ve içlerinde bir milyona yakın kitap bulunan dev bir kütüphaneler kompleksi oluştu. Geniş bir okuma salonuna da sahip bulunan kütüphane, isteyen herkesin istifadesine açıktı. Kütüphane bünyesindeki kitaplar bir yandan Arapça’ya çevrilirken, diğer yandan da Beytül Hikme kadrosunda görevli ünlü bilim adamları, kendi telif eserlerini yazmaktaydılar.
Ancak bu dev bilimsel ve felsefi atılımın esas olarak plânlı ve sistemli bir tercüme hareketiyle başladığı kesindir. Sümerlerden eski Yunanlılara, onlardan İskenderiye ve Cundişapur Okulları’na kadar uzanan insanlık düşünce tarihinin tüm önemli kaynaklarına ait bütün değerli eserleri, her türlü fedakârlık göze alınarak önce Beytül Hikme kütüphanelerinde toplanmış ve sonra bunlar belirli bir program çerçevesinde tercüme edilmiştir. Beytül Hikme’de görevli olan zamanın ünlü düşünür ve bilim adamları, uzmanı oldukları konuda, o güne kadar yapılmış olan tüm çalışmaları inceledikten ve hatta bazen onları bizzat kendi gözlem ve deney sonuçlarıyla test ettikten sonra, kendilerine ait orijinal araştırma programlarını tatbike koyulmuşlardır.
Beytül Hikme’de uygulanan bu çalışma tekniği, astronomi konusundaki şu örnekle daha iyi kavranabilir: Halife Me’mun zamanında, tam ve mükemmel bir “Bilimler Akademisi” hâline dönüştürülen Beytül Hikme bünyesine bir de rasathane eklenmiştir. Daha önce teorik alt yapısı hazırlanmış olan İslâm astronomi geleneğine, böylece uygulama boyutu da kazandırılmıştır. Hindistan’dan halife Mansur zamanında davet edilmiş olan astronom Brahmagubt’un “Sindhind” adlı ünlü eseri Arapça’ya çevrildikten sonra; kurulan araştırma ekibiyle birlikte, adı geçen bilim adamı, yeni yıldız katalogları hazırlamıştır.
Daha Me’mun zamanında Beytül Hikme’nin astronomi bölümünde çalışan astronom sayısı 60’a ulaştı. Ekipler hâlinde astronomi gözlemleri ve ölçümleri yapan bölüm elemanları; Yunanlılar, Hintliler ve İranlılar başta olmak üzere, o güne kadar bu alanda çalışmış olan belli başlı tüm astronomların kitaplarındaki verileri, kendi bulgularıyla karşılaştırarak kontrol ettiler. Sümerlerden o zamana kadar yapılan tüm kayda değer çalışmaları analiz ettikten sonra, Beytül Hikme astronomi gurubu, kendi orijinal araştırmalarına başladı. Bu, ayrıca, tarihte ekip hâlinde bilimsel bir araştırma programının uygulanışının da ilk örneğidir. Ortaya konan eserler o kadar mükemmel olmuştur ki, Avrupalı astronomlar bu düzeye ancak 17. yüzyılda ulaşabileceklerdir.
Bu araştırma geleneği mensuplarından El Battani (850-929) adlı astronom, kendilerini motive eden etkeni şöyle ifade etmiştir. “İnsanoğlu, Allah’ın birliğinin ispatına, O’nun eşsiz büyüklüğünü, yüce ilmini, muazzam kudretini ve yarattığı eserlerin mükemmelliğini idrake, astronomi sayesinde muvaffak olabilir.” Bir gün, iki astronom; önlerinde Almagest adlı bir eser olduğu hâlde bir cami avlusunun sütunları arasında oturmakta iken, yanlarından geçenler onlara ‘-Zihnininiz neyle meşguldür?’ diye sorunca, ikisinin de adı Ömer olan astronomlardan biri onlara Kur’an’dan şu ayeti okuyarak cevap verir: ‘(Onlar) göğe bakmazlar mı, nasıl yükseltilmiş? Dağlara bakmazlar mı, yere nasıl dikilmiş? Yer yüzüne bakmazlar mı nasıl döşenmiş? (88. sure, 18-20. ayetler)’ Görülen odur ki, bu dönemin düşünürlerini ve bilim adamlarını böylesine yoğun ve hummalı çalışmaya yönelten en önemli etken, Kur’an’daki “Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün bir biri ardınca gelişinde akıl ve sağ duyu sahipleri için, Allah’ın varlığını, kudretini ve büyüklüğünü gösteren kesin deliller vardır.” şeklindeki teşvikler ve yönlendirmeler olmuştur.
Ve sonuçta ortaya W. Durant’ın “Müslüman astronomlar araştırmalarını tam bir bilimsel anlayışla gerçekleştirdiler. Onlar, deney ve gözlemle teyit edilmeyen hiçbir görüşü tamamıyla doğru olarak kabul etmediler. Battani ve Fergani’nin eserleri 17 yüzyıl boyunca Avrupa ve Asya’da astronominin temel kaynakları olarak kabul gördü. Battani’nin 41 yıl boyunca kusursuz bir titizlik ve dakiklik ile sürdürmüş olduğu astronomik gözlemleriyle elde ettiği bulgular, günümüzdekilere şaşılacak derecede yakındır.” cümleleriyle tasvir ettiği muhteşem başarı tablosu çıkmıştır.
Kur’an’ın bu özelliği birçok batılı araştırmacılar tarafından da fark edilmiştir. A. Pellegrin: “Kur’an, insan düşüncesini en kapsamlı teori ve fikirlerle besleyen çok zengin bir entelektüel ve duygusal hazine gibidir.” der. G. Rivoire ise, İslâm uygarlığının dünya tarihinin en önemli dönemini teşkil ettiğini belirttikten sonra, bu uygarlığın dinamiklerini şöyle açıklar: “Bu yükselme ve gelişme hamlesinin sırrını bize Kur’an’ın bir çok ayeti ve Peygamber’in hadisleri izah etmektedir. Bu ayet ve hadislerde, Müslümanlar bilime, ilerlemeye ve uygarlığa yöneltilmiş, böyle davranmanın bir Müslüman için dini bir görev olduğu vurgulanmıştır.”
Beytül Hikme tıp gurubu da aynı standart araştırma prosedürü çerçevesinde faaliyet göstererek en az astronomi gurubu kadar büyük bir başarı sergilemiştir. Bağdat’da bulunan hastaneyi bir araştırma ve uygulama merkezi olarak kullanan Beytül Hikme tıp gurubu, tüm klâsik tıp literatürünü inceledikten ve kendi klinik gözlem ve deneyleriyle bunlardaki verileri test ettikten sonra, araştırma hastanelerinde bir yandan faydalı eski uygulamaları sürdürürken, diğer yandan da yeni ve orijinal tedavi teknikleri geliştirmişlerdir.
Beytül Hikme’nin matematik ve tabii bilimler gurubu mensuplarından Harezmi ve Kindi gibi araştırıcıların mükemmel eserleri de, yüzyıllar boyunca, doğunun ve batının öğretim kurumlarında ders kitabı olarak okutulmuştur.
Beytül Hikme’de başlatılan bu bilimsel araştırma geleneği, kısa sürede ülkenin hemen tüm diğer büyük şehirlerinde kurulan benzer bilim merkezlerine yayıldı. Bu yeni çok merkezli uygulamanın tamamen kendine has olan, dünya biliminin gelişimine çok önemli bir etkide bulunan bir diğer orijinal özelliği de, insanın ve kâinatın araştırılması sürecini artık astronomi, fizik, tıp, sosyoloji, tarih, coğrafya, jeoloji, botanik, zooloji gibi alanların birkaçında uzman olan kişilerden oluşan ekiplerce gerçekleştirilmesidir. Atina, İskenderiye ve Cundişapur geleneğinde ise tek bir düşünür, her konudaki çalışmalarını sadece felsefe başlığı altında yürütürdü. Deney ve gözleme yer verilmeyen, sadece rasyonel spekülasyonlardan ibaret olan bu gibi felsefi etkinliklerde, genellikle, kişisel ve orijinal olma hedefi özellikle ve öncelikle ön plânda tutulduğu için hemen tüm ünlü filozoflar, kendilerinden önceki düşünürlerin görüş ve bulgularını göz ardı ederek, hatta özellikle onları tenkit ve reddederek, kendi şahsi düşünce sistemlerini kurmaya çalışırlardı. Oysa Müslüman bilim adamlarının ekipler hâlinde uyguladığı bilimsel araştırma programlarında; ele alınan konuda daha önce yapılmış olan çalışmalarda ortaya konmuş tüm geçerli veriler ve bulgular ilk hareket noktasını teşkil etmekte, yeni gözlem ve deney verilerinin işin içine katılmasıyla geliştirilen daha kapsamlı yeni teoriler, eskilerini de birer özel hâl ve alt küme olarak içermekteydi. Bu ise, ideal bilimsel metodun ta kendisinden başka bir şey değildir. Üstelik bu bilimsel araştırma programlarının bazıları; günümüzde bile kolayca gerçekleştirilemeyen bir şekilde, dünyanın değişik bölgelerinde, bir çok farklı ulustan araştırmacının katılımıyla “çok merkezli” bir şekilde yürütülmekteydi. İslâm üniversiteleri bilimsel çalışma programlarına, dünyada ilk olarak uluslararası bir nitelik ve boyut kazandıran kurumlar oldular.
İslâm düşünce geleneğinde, çeşitli bilim dallarında araştırmalar yapılırken, felsefi etkinlikle de ayrı bir koldan, aynı canlılık ve verimlilikle devam ettirilmiştir. İslâm dünyasında yetişen ünlü filozoflar, klâsik felsefe geleneğine bağlı kalarak insanı ve kâinatı ilgilendiren her şeyi kapsayan felsefi sistemler kurarken, diğer yandan bilimsel araştırmaları ve geliştirmeleri izlemiş, hatta bunlara zaman zaman bizzat kendileri de katılmıştır. Farabi, İbni Sina, Kindi gibi filozof-bilim adamları, bunların ilk akla gelenleridir.
Şimdi, İslâm düşünce hayatının bu altın çağında, temel bilimsel disiplinlerde yapılmış olan önemli çalışmaları ve bunların Batı dünyasındaki etkilerini genel olarak gözden geçirelim.
Matematik, tüm bilim dallarında özellikle fen bilimlerinde olguların tasvirinde ve açıklanmasında kullanılan temel anlatım aracıdır. Matematiğin günümüzdeki şeklini almasında Yunan ve Hint başta olmak üzere çeşitli uygarlıkların önemli payları olsa da, İslâm uygarlığının katkısı hepsininkinden fazladır. Bu hususu Prof. J. Risler: “Rönesans’ımızın matematik hocaları, Müslüman matematikçilerdir.” ve Prof. E. F. Gautier “Yalnız cebri değil diğer matematik dallarını da Avrupa uygarlığı Müslümanlardan aldığı için, günümüz matematiği, İslâm matematiğinden başka bir şey değildir.” şeklinde dile getirmişlerdir.
Müslümanların matematiğe ilk katkıları, günümüzde kullandığımız ve bazı batılı matematikçilerce hâlâ Arap rakamları olarak adlandırılan sayı sistemini Avrupa’ya öğretmek olmuştur. En basit bir aritmetik işlemini bile içinden çıkılmaz bir kâbusa çeviren hantal Roma rakamları, birkaç asırlık süreç içinde yerlerini bu yeni sayı sistemine bırakmıştır.
Bu değişimde, Beytül Hikme matematikçilerinden El Harezmi’nin (780-850) cebirle ilgili eseri önemli rol oynamıştır. “Aritmetik” adıyla Latince’ye çevrilen bu kitap uzun süre Avrupa’da ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu eserden, yaklaşık 800 sene süresince yazılan cebir kitaplarının yazarları temel kaynak eser olarak yararlanmıştır. Günümüzde kullanılan “algoritma” terimi, El-Harezmi isminin zaman içinde değişerek Latinceleşen şeklidir. Yine bugün kullandığımız cebir (el-gebra) terimi, Harezmi’nin cebir adlı eserinden alınmıştır.
İslâm matematik geleneğinin bir diğer ünlü temsilcisi olan Harranlı Sabit b. Kurra (826-901) Harezmi’nin cebirle ilgili tekniklerini geometri alanına uygulayarak cebirsel geometriyi geliştirmiş, ayrıca kalkülüs ile diferansiyel hesap tekniklerini de matematiğe kazandırmıştır.
Sabit b. Kurra’nın izleyicisi olan El Battani, astronomide olduğu kadar, matematik alanında da başarılı çalışmalarıyla ün kazanmıştı. Kendinden önceki matematikçilerin belirli bir düzeye ulaştırdığı trigonometriyi geliştirerek ona sistematik bir nitelik kazandırmış; sinüs, kosinüs, tanjant ve kotanjant tablolarını tam olarak hazırlamış; küresel geometriyle birlikte bu yararlı matematiksel yöntemlerin, astronomide yaygın bir şekilde uygulanmasının yolunu açmıştır. J. Risler’e göre Battani, trigonometrinin gerçek kurucusudur. Eserleriyle günümüz matematiğine önemli katkılarda bulunan dönemin diğer ünlü matematikçilerinin başında Ebu’l Vefa, b. Yunus ve N. Tusi gelir. G. Cemşid de ondalık kesir sistemleri ile işlemler hakkında ilk eserlerin yazarı olarak bilim tarihine geçmiştir. Genellikle binom formülü olarak bilinen bağlantıyı cebire, Ömer Hayyam, daha 12. yüzyılın başlarında kazandırmıştır.
Sayılar teorisi ve küresel geometri konularında değerli eserler veren ve sahip olduğu derin matematik bilgisini fizik, özellikle de optik alanına büyük bir başarıyla uygulayan El Kindi (803-827) G. Cardon’a göre dünyanın gelmiş geçmiş en büyük 12 dahisinden biridir.Gezegenlerin Ters Dönüşü, Serbest Düşme, Gök Yüzünün Mavi Rengi ve Gel-Git Olayı” başta olmak üzere 265 adet eserin ve bunlarda yer alan optikten hava durumu tahminlerine; geometriden trigonometriye kadar birçok değişik alana ait pek çok ilginç görüşün sahibi olan Kindi; K. Flügel, T. De Boer, A. Nayy, H. Sulter gibi birçok araştırmacının çalışmalarına ve yayınlarına konu teşkil etmiştir. Düşünce ve bilim tarihçileri, Kindi’nin, Avrupa’da Rönesans hareketlerini başlatan R. Bacon gibi düşünürleri derinden etkilemiş olduğunu ortaya çıkarmışlardır.
B. Heysem (965-1051) ise özellikle optik alanında, etkileri yüzlerce yıl sürmüş olan çok önemli buluşlar ve araştırmalar yapmıştır: “Ayna ve merceklerin optik özellikleri, karanlık oda, ay halesi, gök kuşağı, atmosferin yapısı ve güneş ile ayın ışıkları üzerindeki etkileri, gözlüğün icadı, teleskopun çalışma prensibi” bunların bazılarıdır. Yunan düşünürlerince hatalı bir şekilde “gözden çıkan bir etkenin görme alanındaki nesneyi kuşatması” şeklinde açıklanan görme olayını Heysem, gözün anatomisini ve fizyolojisini de işin içine katarak doğru bir tarzda izah etmiştir. Ünlü düşünür ve bilim adamı R. Bacon, Paris ve Oxford üniversitelerinde Heysem’in eserlerini ders kitabı olarak okutmuş ve öğrencilerine, onun görüşleri doğrultusunda, deney olmaksızın bilimsel çalışma yapılamayacağını daima hatırlatmıştır. Bu durum, Oxford’un diğer öğretim üyelerini öylesine öfkelendirmiştir ki; sokaklara dökülüp “Bacon Müslüman oldu!” diyerek onu ve tutumunu protesto etmişlerdi. Dr. S. Hunke, Heysem’in modern bilime katkılarını şöyle anlatır: “Yaptığı sayısız deneyler sonucu gerçekleştirdiği buluşlar ve ortaya koyduğu kanunlar, bilimsel araştırma geleneğinin ilk ve gerçek kurucusunun R. Bacon, Leonardo da Vinci veya Galileo değil, b. Heysem olduğunu gösterir. İlginç teorik fikirleri metotlu bir şekilde düzenlenmiş deneyler ile birleştirmeyi başaran, Heysem’den başkası değildir.
Diğer bir olağanüstü bilim adamı da Beyruni (973-1051)’dir. Prof. P. K. Hitti, Beyruni’yi, tabii bilimler alanında yetişmiş en orijinal ve derin bilgili araştırmacılardan biri olarak nitelerken, Sovyet Bilimler Akademisi üyelerinden B. Gafurov, Beyruni hakkında şunları söyler: “İnsanlık, tarihinin pek az devrinde, sadece çağının bilimlerine tamamen hakim olmakla kalmayıp, henüz kesin olarak ortaya konmamış pek çok konu üzerinde de ilginç görüşlere ve projelere sahip dahiler yetiştirmekle övünebilmiştir. İşte böyle bir deha olan Beyruni, insanlığın ortak bilgi ve düşünce hayatına eşsiz katkılarda bulunmuştur. Beyruni, yaşadığı devrin uygun olmayan siyasi şartlarına rağmen çok sayıda eserler vermiştir. Bunlarda ortaya koyduğu bulgular ve savunduğu tezler hakkındaki bilgimiz arttıkça, onun dehasının büyüklüğü daha iyi bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Beyruni, Kopernikten 500 yıl önce dünyanın yuvarlak olduğunu, hem de diğer gezegenlerle beraber güneşin çevresinde döndüğünü ispat etmiştir. Günümüz için bile orijinal sayılabilecek “brain storming” tekniğini de kullandığı ortaya çıkarılan Beyruni’nin, çağının bir diğer dahisi olan İbni Sina ile gerçekleştirdiği görüş alışverişleri sonucu yoluyla çıkan bulgular, Einstein ve Bohr’unkiler kadar ilginçtir.”
Kimya, İslâm biliminin altın çağında önemli başarıların sergilendiği alanlardan bir diğeridir. Viardot’un ifadesiyle “Müslümanların kimya alanına katkıları matematik alanındakinden hiç de aşağı değildir.” Zaten bu bilim dalının Latince’deki ve diğer bir çok Avrupa dilindeki ismi, Arapça’daki orijinal terimden alınmıştır. Müslüman araştırmacılar bu bilim dalına yalnız adını değil, birçok genel ilkesini de kazandırmışlardır. İngiliz tarihçisi Custom, “Müslümanlar, deneysel kimyayı, modern organik ve anorganik kimyanın ortaya çıkışını mümkün kılacak düzeye ulaştırdılar.” diyerek bu gerçeği ifade eder.
İslâm kimyasının, dolayısıyla da modern kimya biliminin kurucusu olarak kabul edilen Cabir b. Hayyan (721-805) kendi lâboratuarlarında yaptığı deneyler sonucunda birçok önemli kimyasal bileşik ve reaksiyon keşfetmiştir. Cabir, bazı madenleri cevherlerinden saflaştırılarak ayırmak için bilinen klâsik teknikler yerine ilk olarak; bizzat kendisinin sentezlediği nitrik ve sülfirik asit gibi reaktantları kullanan araştırmacı olmuştur. Cabir ve izleyicileri, yeni metotlar geliştirerek civaoksit, arsenik, amonyak, gümüş, nitrat, şap, göztaşı, potas, sudkostik gibi birçok kimyasal maddeyi sentezlemeyi başarmışlardır. Cabir’in atomun yapısı ve özellikleriyle ilgili görüşleri, günümüz için bile son derece etkileyicidir.
Müslüman kimyacılar; asitleri ve bazları tanımlayarak, aralarındaki farkları belirtmişler; oksitlenme ve sülfürlenme reaksiyonlarıyla metallerin ağırlığında meydana gelen artışı sistemli deneylerle ortaya koymuşlardır. Buharlaştırma, süblimleştirme, kristalleştirme, filtrasyon ve damıtma gibi tekniklerin lâboratuarlarda kolaylıkla kullanabileceği düzenekler geliştiren Müslüman bilim adamları ve teknisyenleri, günümüzdekileri aratmayacak kalitede camdan tüpler, borular, imbikler ve benzeri kaplar imâl ettiler. Bu düzeneklerle elde edilen saf su, saf alkol, asitler ve benzeri kimyasal maddeler kullanarak gerçekleştirdikleri kimyasal reaksiyonlarla, birçok yeni bileşiğin sentezini başardılar.
Bugün endüstriyel önemi olan çeşitli sabunlar, aromatik bileşikler, boyalar, suni gübreler ve barut gibi bir çok maddeyi ve tıbbi tedavide kullanılan ilacı; ya ilk defa bulanlar, ya da bol ve ucuz olarak üretilmelerinde kullanılabilecek teknikler geliştirenler de Müslüman kimyacılar olmuştur. Günümüzün organik ve anorganik kimya literatürünü oluşturan asit, alkali, aldehit, alkol, benzol, potasyum (kalium), sodyum (natrium), soda, talk, pirit (markasit), vernik (lack), anilin, antimon, amalgam, şap (alaun), imbik, aludel, boraks, benzin, bezoar, azurblan gibi kelimeler ile; eczacılıkta kullanılan ilaç (droge), eczane, elixir gibi bir çok terim, Müslüman bilim adamlarının kullanmış olduğu dilden hatıra olarak ilgili bilimsel ve teknik literatürde yaşamaktadır.
Eczacılık ve tıp alanına da aktarılan bu zengin kimya bilgisi sayesinde, bir çok hastalığın tedavisinde başarıyla uygulana gelen pomat draje, tablet, damla, şurup, pudra gibi farklı farmasötik formlarda, çeşitli ilaçların hazırlanması mümkün olmuştur. Aynı şekilde hastaları ameliyata hazırlamak için anestezi amacıyla kullanılmak üzere değişik kimyasal maddeler ve bunların tatbiki için çeşitli teknikler geliştiren Müslüman eczacılar ve araştırmacılar, yara pansumanında kullanılmak üzere günümüzdekileri aratmayacak kadar kullanışlı flasterler ile sargı ve bandaj materyalleri de imâl etmişlerdi. Amerikalı bilim tarihçisi W. Durant, ilk eczacılık fakültesinin ve eczanelerin de Müslümanlar tarafından kurulduğunu bildirir.
Müslüman bilim adamlarının önemli başarılar sergilediği bir diğer alan da tıp olmuştur. Kısa bir süre içinde geleneksel tıp literatürünün Arapça’ya çevrilmesinden sonra Cebrail b. Buhtişu, Yuhanna b. Maseveyh, Kenkeh el-Hindi, Huneyn b. İshak gibi isimlerden oluşan öncü doktorlar grubunun çalışmalarıyla atılan temeller üzerinde İslâm tıbbı hızla gelişti. 931 yılında zamanın halifesi Muktedir adına, doktor diplomalarını yeterli teorik ve pratik bilgiye sahip olan adaylara dağıtmakla görevli Sinan b. Sabit’in yaptığı imtihanların sayısı 860’ı buluyordu. Bu yıllarda çalışma izni olan doktorlar köyleri ve hapishaneleri de dolaşarak, seyyar sahra hastaneleri ve dispanserleriyle sağlık hizmeti vermekteydiler.
Diğer alanlarda olduğu gibi tıpta da, Bağdat’ta başlayan bir yenilik, süratle diğer şehirlere intikal ettirilmekte ve aynen oralarda da uygulanmaktaydı. Böylelikle kısa bir süre sonra diğer şehirlerde de hastaneler kurulmaya başlamıştı. Bunlardan Kahire’de açılan hastane 800 yatak kapasitesine sahipti. Sadece bir asır içinde Bağdat’tan İspanya’ya ulaşan bu kalkınma hamlesi öylesine muhteşem oldu ki X. yüzyıl ortalarında Kurtuba şehrindeki hastane sayısı 50’ye ulaştı. Kalkınma sadece nicelik bakımın değil, nitelik bakımından da mükemmel olmuştur.
Dr. S. Hunke, bu hastanelerden birinde tedavi gören bir hastanın mektubundan şu satırları aktarır: “Sevgili babacığım!... Para göndermeni isteyip istemediğimi soruyorsun. Hiç gerek yok! Çünkü buradan taburcu olurken bana bir takım yeni elbise ve hemen işe başlamak zorunda kalmamam için beş altın verecekler. Eğer taburcu olmadan önce beni görmek için ziyarete gelirsen, ben, ameliyat salonunun yan tarafındaki ortopedi servisinde bulunuyorum. Eğer hastaneye büyük kapıdan girersen, önce, yeni müracaat eden hastaların doktorlar ve tıp öğrencilerince muayene edildiği polikliniklerden geçmen gerekir. Ben de, burada muayene edildikten sonra, hastaneye yatırılması gereken diğer hastalar gibi poliklinik ve servis defterlerine kaydımı takiben, başhekimliğe sevk edildim. Sonra hasta bakıcı beni servise taşıdı. Banyoda yıkandıktan sonra, bana hastanenin temiz elbiseleri giydirildi. Bizim servise ulaşmak için, polikliniklerden geç ve başhekimin ders verdiği büyük konferans salonunun yanındaki kütüphanenin önüne gel. Yürümeye devam edersen; cerrahi, ortopedi ve dahiliye kliniklerine varırsın. Orada eğer bir odadan müzik sesi duyarsan, içeri gir, bak. Belki gündüzleri kitap okuyup, müzik dinleyen nekahet dönemi hastaları arasında beni de görebilirsin.
Bu sabah vizitini asistan ve hasta bakıcılar ile birlikte yapan başhekim beni muayene ettikten sonra servis doktoruna bazı notlar yazdırdı. Vizit bitince yanıma gelen doktorum artık yeterince iyileştiğimi ve yarın beni taburcu edebileceklerini söyledi. Aslında burası öyle güzel ve öyle temiz ki, insana ayrılmak zor geliyor. Çarşaflar bembeyaz Şam patiskasından yapılmış, yorganlar da kadife gibi yumuşak. Her odada su akıyor. Gece hava serinlerse, odalar hemen ısıtılıyor. Cerrahi servislerinde, diyet yapması gerekli olmayan hastalara tavuk ve koyun etinden yapılmış nefis yemekler veriliyor.”
Hunke, şöyle devam eder: “Bu mektupta anlatılanları, gurur duyduğumuz 20. yüzyıl uygarlığının mensubu olan bizler bile abartılı bulur ve bunlara inanmakta zorluk çekebiliriz. Gerçekte bu mektup, bin yıl önce, Himalayalar ile Pireneler arasında yer alan hemen tüm büyük Müslüman şehirlerinde mutlaka bulunan hastanelerden herhangi birini tasvir etmektedir.”55
İslâm tıbbının böylesine yüksek düzeylere ulaşmasına katkıda bulunan araştırmacı hekimlerin başında İbni Sina (980-1035) gelir. 1980 yılında gerçekleştirilen “Uluslararası İbni Sina Sempozyumu”nda, bazı batılı bilim tarihçilerince “doktorların kıralı” veya “en büyük tıp yazarı” gibi sıfatlarla nitelenen bu büyük hekimin, “tüm çağların en büyük tıp araştırmacısı” olduğu bir kez daha teyit edilmiştir.
İbni Sina’nın “Kanun” adlı tıp kitabı, Avrupa üniversitelerinde, 600 seneden uzun bir zaman boyunca ders kitabı olarak kullanılmıştır. İlk defa 12. yüzyılda Gerhard de Cremon tarafından Latince’ye çevrilen Kanun’un daha sonra çeşitli ülkelerde 87 değişik tercümesi ve baskısı yapılmıştır. 17. yüzyılın ortalarına kadar Montepellier ve Louvain Üniversitelerinde zorunlu ders kitabı olarak kullanılan Kanun, gelmiş geçmiş tüm ders kitapları içinde en uzun süre hizmet vereni olmuştur. Kanun’dan Brüksel Üniversitesinde 1909 yılında bile hâlen bir tıp eseri olarak faydalanılmaktaydı. İbni Sina’nınkiyle rekabet edecek kadar üne sahip bir diğer Türk doktoru da Razi’dir (864-925). Havi adlı eseri, Kanun’un yanında, 17. yüzyılda bile Frankfurt Üniversitesinin eğitim ve öğretim materyali içinde yer alan Razi, daha çok klinik başarılarıyla tanınır ve yaşadığı dönemin en büyük klinisyeni olarak kabul edilir. Dr. Hunke, Razi hakkında şunları söyler “O, görev ve meslek bilinci yüksek bir doktor, çaresizlerin şefkatli yardımcısı, başarılı bir hekimler jenerasyonunun mükemmel öğretmeni, kendi zamanına kadar yazılmış olan tüm tıp literatürünü inceleyip onlardaki geçerli bilgileri derledikten sonra üzerlerine yenilerini ekleyerek çağını aşan bir tıp sistemi kuran müellif, başarılı bir klinisyen, zeki bir gözlemci ve titiz bir biyokimyacıdır.”
İbni Sina ve Razi gibi çağlarını aşan ve kendi alanlarında “ilklere” imza atan pek çok başarılı Müslüman doktor yetişmiştir. Meselâ, bunlardan Ali bin İsa, göz hastalıkları konusundaki ilk kitabı yazan tıp bilgini ve o dönemlerin Avrupa ve Asya’daki en önemli göz doktorlarından biriydi. Avrupa’da “Haly Jezu” olarak bilinen İsa’nın “Göz Doktorları İçin Notlar” eseri 19. yüzyılın ortalarına kadar alanının en mükemmel eseri unvanını koruyarak tam anlamıyla bir rekor kırmıştır. Tamamen orijinal bir tarzda kaleme alınmış olan eserde; gözün anatomisi, patolojisi ve farmakolojisi ile koruyucu hekimlik bilgileri yer almaktaydı. Kendisi de bir göz hastalıkları uzmanı ve aynı zamanda da bir Tıp Tarihçisi olan M. Meyerhof’un belirttiğine göre: “Bilim dünyası, bu kitabın daha iyisini görebilmek için 19. yüzyılın ortalarına kadar beklemek zorunda kalmıştır.” Ali bin İsa’nın bu eserinin en büyük rakibi, 18. yüzyıla dek, bir başka Müslüman göz doktoru olan Ammar bin Ali’nin ”Göz Hastalıklarında Temel Tedavi” adlı kitabı olmuştur. Ammar, kendi geliştirdiği özel tedavi teknikleriyle de ün kazanmıştı.
Müslüman tıp araştırmacılarının hâlâ tercüme edilmemiş ve bilim tarihçilerinin inceleme platformuna henüz alınmamış pek çok buluşları olduğu söylenmektedir. Meselâ, 1923 yılında Freiburg Tıp fakültesinde hazırlanan iki ayrı tezde, bunlardan birisi ortaya konmuştu. Buna göre küçük kan dolaşımı, Avrupa’da keşfedilişinden yüzlerce yıl önce, ilk olarak İbnünnefis adlı Müslüman hekimce bulunmuştu. 11. yüzyılda Constantin adlı yazarca kaleme alındığı söylenen “Liber Pantegni”nin, aslında Ali bin Abbas adlı Müslüman cerrahın “Kitab-ul Meliki”nin bir kopyası olduğu, ancak orijinal kitap bulunduktan ve dürüst araştırmacılarca tercüme edildikten sonra ortaya çıkarılması da, konuyla ilgili ilginç bir örnektir. Bugün için ancak eserleri günümüze ulaşan ve tercümeleri güvenilir çevrelerde yapılan bilim adamı ve düşünürlerin çalışmaları hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Meselâ, bunlardan, Zehravi’nin, 200 ameliyat aletinin tek tek çizimini ve kullanış tekniğini içeren kitabı olağanüstü zengin içeriğiyle günümüzde bile hayranlık uyandırmaktadır. Ancak bu durum gerçekleşene ve eser yaygın olarak bilim çevrelerine tanıtılana dek, “Trendelenburg pozisyonu” gibi teknikler ve uygulamalar, tıp camiasına başka araştırmacılarca aktarılmış olduğu için, onların adıyla anılır olmuştur. Bazı bilim tarihçilerine göre Leonardo da Vinci gibi bazı ünlülerin, bilim, teknoloji ve sanat alanlarında İslâm uygarlığından ne oranda faydalanmış oldukları hususu, henüz araştırılmayı bekleyen ilginç bir konudur.
Müslüman araştırmacı ve düşünürler, Avrupa’da Rönesans hareketleri başlamadan önce; coğrafyadan (İbni Batuta, İbni Mensudi, İdrisi, vd) zoolojiye (Demiri, Cahiz, vd); otomasyon ve robotikten (Cezeri, Ebul-iz), sosyolojiye (İbni Haldun) kadar bir çok disiplini; ya ilk kuran veya ilgili disiplini spekülatif nitelikten arındırıp, bilimsel bir düzeye ilk ulaştıran bilim adamları olmayı başarmışlardır. Bu zengin birikim ve alt yapının daha sonra Avrupa bilim ve kültür çerçevelerince alınıp, kullanılmasıyla günümüz modern biliminin doğup, gelişmesi mümkün olmuştur.
İslâm dünyasının bünyesinde gelişen bilim ve uygarlık, Avrupa ülkelerine başlıca iki ana iki yol üzerinden ulaşmıştır: “Sicilya ve İspanya”. Uzun bir süre Müslüman egemenliği altında kalan Sicilya Normanlar’ın eline geçtiğinde İslâm uygarlığının kurum, kuruluş, eser ve entelektüel birikimi de el değiştirmiş oldu. II. Roger’in (1101–1154) yönetimi sırasında, içlerinde Arapça, Latince ve Grekçe olmak üzere 3 dil konuşabilenlerin azımsanmayacak oranda bulunduğu Sicilya halkının canlı İslâm entelektüel hayatından edindiği bilgi ve kültür düzeyi oldukça yüksekti. Bu durum, Müslüman düşünür ve bilim adamlarının eserlerinin Avrupa dillerine çevrilmesi için çok uygun bir ortam sağlıyordu. II. Roger ve torunu II. William (1166 – 1189) döneminde Polermo şehri büyük bir bilim ve kültür merkezi hâlini aldı. Burada bir yandan İslâm dönemi eserleri Avrupa dillerine çevrilirken, diğer yandan da bazı Müslüman bilim adamları ve düşünürleri Palermo sarayında Avrupalı öğrencilere dersler vermekte ve yeni eserler kaleme almaktaydı. Meselâ, bunlardan ünlü Müslüman coğrafyacı İdrisi’nin II. Roger’in desteğiyle hazırladığı ve ismini de ona izafe ettiği “Kitabu Rogeri” daha önce Beytül Hikme bilginlerince hazırlanmış olan haritaları ve kayda geçirilmiş olan bilgileri de kapsamaktaydı. Bu ve benzeri eserler, Rönesans’ın karakteristiklerinden olan büyük gezilerin ve coğrafi keşiflerin alt yapısını hazırlamıştır. Nitekim, H. J. Kramers’in belirttiğine göre, Kristof Coloumb “Arin Hipotezi” ve benzeri bilgileri, P. I. Mundi’nin Harezmi tarafından yazılan “Mürselat”dan yaptığı çeviriden öğrenmiş ve gezilerini bu bilgilerin ışığında plânlayıp gerçekleştirmişti.
II. Roger ve II. William’ın mensubu olduğu sülâlenin iktidarı kaybetmesi, bu bilimsel ve kültürel transfer hamlesini aksatmadı. Hatta II. Frederik (1194–1250) döneminde bu etkinlikler daha da hızlandı. Bu dönemde Napoli Üniversitesi, İslâm uygarlığının Batıya tanıtıldığı bir merkez hâlini aldı. Buraya getirilen kitaplar tercüme edildikten sonra Fransa Almanya, İngiltere, Polonya ve diğer ülkelerdeki üniversitelere gönderilmekteydi. Napoli Üniversitesinde yapılan araştırma ve çalışmaların parlak ve çarpıcı sonuçları, Avrupa eğitim kurumlarını kısa bir zamanda öylesine büyük ölçüde etkiledi ki, hemen tüm Batı üniversitelerinin müfredat programları, Napoli üniversitesine göre belirlenmeye başlandı.
II. Frederik, 6 farklı dil bilen, İslâm bilim ve felsefesine hayran olan ve anlatılan tüm bu entelektüel faaliyetlere bizzat katılan ileri görüşlü ve kültürlü bir yöneticiydi. Dr. S. Hunke onun modern Avrupa’nın doğuşuna sağladığı büyük katkıyı şöyle anlatır: “II. Frederik’in bizzat kendisi de Müslüman eğitim kurumlarında çağının en üst düzeyinde bir öğrenim görmüş parlak bir öğrenciydi. Onun, İslâm okulunda öğrencilikten hocalığa yükseldiği ve eğitimini tamamladıktan sonra tüm koltuk değneklerini (asılsız kilise dogmalarını) fırlatıp, attığı ve kendi ayakları üzerinde yürümeye başladığı söylenir. Frederik, Arap okullarında sadece sınırlı bir eğitim almakla kalmayıp, Avrupa’da modern tabii bilimlerin bizzat başlatıcısı veya kurucusu da olur. O, Albertus Magnus, Roger Bacon, Leonardo da Vinci, Francis Bacon ve Galileo gibi düşünürler zincirinin birinci halkası gibi görünür. Aslında, O, İslâm düşünce dünyasından uzanıp gelen asıl zinciri, Avrupa’ya bağlayan halkadır. Çünkü, Albertus Magnus, Roger Bacon ve Leonardo da Vinci’nin entelektüel birikimleri de gerçekte, doğrudan doğruya Müslüman uygarlığına dayanmaktadırlar. Bu uygarlık, Frederik aracılığıyla Sicilya sarayında bir defa daha onlara ulaşmış olmaktaydı. Modern batı uygarlığı böylelikle, Sicilya’da doğmuş oldu.”56
Evet, Rönesans hareketi işte bu nedenlerle İtalya’da başlayacaktır. Endülüs veya İspanya, İslâm uygarlığının Avrupa’ya geçtiği ikinci güzergâh olmuştur. Toledo, Sevilla ve Kurtuba, Endülüs bilim, kültür ve uygarlık merkezlerinin en ünlüleriydi. Toledo şehrinin 1085 yılında Hıristiyanların eline geçmesi, Endülüs uygarlığının da Batı’ya geçişinde bir dönüm noktası teşkil etti. XII. Alphons döneminde, piskopos Raymond Lull’un teşvik ve yardımlarıyla 1134 yılında Toledo’da İslâm bilgin ve düşünürlerinin eserlerinin yoğun ve sistemli bir şekilde tercüme edildiği bir çeviri merkezi kuruldu. Bu merkez, daha sonra bir düşünce okuluna dönüştü. Bu okulda yaklaşık 50 yıllık bir süreç içinde Michel Scot, Chesterli Robert, Sevilleli John, Dalmatyalı Hermann, Abraham b. Ezra ve Kremonalı Gerard gibi birçok ünlü tercüman ve düşünür, hemen tüm belli başlı bilim ve felsefe eserlerini Arapça’dan Latince’ye çevirdi. Çok büyük entelektüel sonuçları ve etkileri olan bu çeviri faaliyetlerinin önemini Renon “Bu okul, Avrupa düşünce tarihini iki döneme ayırır: Toledo Okulu öncesi ve Toledo Okulu sonrası” diyerek ifade eder.
İspanya ve Sicilya’da başlayan bu kültürel ve bilimsel transformasyon; Padova, Tolua, Lyon, Montpeiller, Balogne, Paris, Oxford ve Collegne (Köln) üniversitelerinde, Rönesans’ın alt yapısının hazırlanmasıyla sonuçlanmıştır.
Bu kültürel transferin sosyal etkileri öylesine güçlüydü ki dönemin Papaları bile ondan etkilenmekteydi. Asıl adı Gerbert olan Papa II. Sylvester, Fransa’nın Auvergne şehrinde doğmuştu. Ülkesinde kısa bir eğitim gördükten sonra Gerbert, Müslümanlara ait okullarda dil, bilim, sanat ve felsefe dersleri aldı. Gerbert, bu eğitimini de tamamladıktan sonra zamanının Roma–Germen İmparatoru III. Otto ile tanıştı. İmparator ve saray çevrelerini, bilgisi ve kültürüyle kendine hayran bırakan Gerbert, 999 yılında boşalan Papalık makamına getirildi. Gerbert’in Papa olmasıyla, İslâm uygarlığının Avrupa’da yaygınlaşması farklı bir boyut kazandı. Çok yönlü kişiliği ve özel yetenekleriyle Gerbert yalnız bilim değil sanat alanında da birçok yeniliğin gerçekleştirilmesine öncülük etti. Meselâ, Kilise ilahilerinin seslendiriliş biçimini Müslüman müzik teorisyenlerinin görüşleri doğrultusunda değiştiren Gerbert, Batı edebiyatının yeni şeklinin oluşumunda önemli etkileri olan Troubadure adlı şairler grubunun faaliyetlerine zemin hazırlamış ve ayrıca yeni tiyatro eserlerinin yazılıp, sahnelenmesini de teşvik etmiştir.
Ancak, ne yazık ki, tutucu Kilise çevreleri, Gerbert’in yenilikçi girişimlerine ancak 4 yıl tahammül edebilmiştir. Worlander’in ifadesiyle “Bir nur gibi parlayan bu büyük ruh, dar görüşlü çağdaşlarınca bir büyücü olarak nitelenir” ve (kendisini Papalık makamına getiren imparator gibi) o da zehirlenerek öldürülür.


       Ancak Gerbert’in açtığı aydınlık yolda artık birçok izleyicisi Rönesans yönünde ilerlemektedir. Meselâ bunlardan, daha sonra “Franklar’ın Sokrates’ı” unvanını kazanacak olan öğrencisi Chartlesli Fulbert yeni bir bilim ve felsefe okulunun açılışına ön ayak olur. Süratle büyüyen ve gelişen bu okulda Müslüman bilim adamlarının ve düşünürlerinin eserleri ders kitabı olarak okutulur. İslâm bilimine karşı Avrupa’nın birçok kesiminde geniş bir ilgi uyanmasına yol açan bu okulun daha sonra Paris ve Londra’da da benzerleri açacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder